Arama


virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
21 Nisan 2006       Mesaj #4
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi

KÜLTÜREL YAŞAM


20. yüzyılda ABD kültürel yaşamının egemen olgusu, nüfus artışı, teknolojik ilerleme, kentleşme ve basının dünya olaylarını yakından izlemesi gibi etkenlerin yol açtığı hızlı ve sürekli değişimdir. Değişimin birleşmiş, türdeş ve standartlaşmış bir kültürü mü, yoksa artan ölçüde bölünmüş, parçalanmış, birbiriyle çatışan öğelere ayrılmış bir kültürü mü doğuracağı günümüzde de tartışılan konulardan biridir.

Birörnekliğe doğru.


Amerikan kültürel yaşamının kitle kültürünü oluşturan kuruluşların istekleri ve tekniklerince biçimlen- dirileceği görüşü, 20. yüzyılın ortasında ticari televizyonun gelişmesiyle yaygınlık kazandı. Bu görüşe göre, televizyon, radyo, sinema, ulusal düzeydeki dergiler, plak şirketleri gibi bellibaşlı iletişim odakları halka sunulan eğlence ve bilgi ürünlerinin hemen hemen tümünü üretecekti. Bu kültürel üretim, olabildiğince geniş bir kitleye seslenebilmek ve reklamını yaptığı mal ve hizmetlerin satışını sağlamak için kaçınılmaz olarak ticari gereksinimler tarafından belirlenecek, denetlenecekti. Bunun sonucunda, bütün ülke çapında asgari ve ortalama bir ortak temel üzerinde bütün etnik ve bölgesel farklılıklar ortadan kalkacaktı. Edebiyat, güzel sanatlar, klasik müzik, opera, felsefe ve toplumsal düşünceyi içeren “yüksek kültür”ün yaratılması ve korunması, küçük ve eğitilmiş bir seçkinler grubunun eline bırakılacak, kültürel birörneklik egemen olacaktı.

Bu kötümser tahminlerin bir bölümü gerçekleşti. Hızlı iletişim çağında ve büyük şirketlerin ülke çapında örgütlendiği bir dönemde kültürel yaşamın mimarlık, dil, popüler eğlence, giyim biçimi gibi öğelerinin bölgesel özellikleri silinmeye yüz tuttu. Bu denli geniş topraklara ve kalabalık nüfusa sahip pek az ülke, kültürel yaşamda bu dereceye varan bir birliğe ulaşabilmiştir.

Karşı-küttürler.


Buna karşılık, kültürel yaşamın gittikçe standart hale geldiği bu dönemde, birleşme sürecine bir parçalama süreciyle karşı koyan karşıt akımlar ortaya çıktı. Kökenleri bakımından bu karşıt hareket, kitle kültürünün gelişmesine biçimsel olarak bilinçli bir karşı koyma değildi. Daha çok, çeşitli medeni haklar hareketleri de içinde olmak üzere, toplumsal değişme ve siyasal muhalefet akımlarından kaynaklanıyordu.

Kültürel yaşamın parçalanması yeni biçimlere büründü. Siyahların “siyah iktidar”ı Yerliler için “kızıl”, Latin asıllılar ve İspanyolca konuşanlar için “kahverengi” iktidara; yeni bir feminizm türü olarak “kadının kurtuluşu”na, eşcinseller için “eşcinsel kurtuluşu”na dönüştü. Bütün bu örneklerde süslü, “iktidar” ve “kurtuluş” sözcükleri, ırksal, etnik, cinsel ve nihayet kültürel farklılıkları ön plana çıkaran bir gururu ve özgüveni ifade ediyordu. Bu akımlar ABD siyasal yaşamında azınlık grupları arasında yeni bir tür bilincin, grup içi dayanışmadan kaynaklanan bir militanlığın ortaya çıkmasına yol açtı. Kültürel farklılaşma doğrultusundaki bu şaşırtıcı ve beklenmedik akımların kökeninde değişik nedenler yatar. Bir neden standartlaşmış tek bir kültüre varmanın olanaksızlığıdır. Bu açıklamaya göre, etnik ve ulusal geçmişin, cinsel ve kültürel deneyimlerin farklılığı önemlidir. Söz konusu grupların varlığının gözardı edilmesi onları kültürel çatışmaya ve kendilerini kanıtlamaya yönelterek toplumsal ve kültürel gerginliği artırmıştır. Bu görüşe göre, ABD’deki kültürel çoğulculuğun güçlendirilmesi ve bireylerin kendi deneyimlerine dayanan öz kültürel yaşamlarını yaratmak için desteklenmesi daha iyi olacak, böylece bu grupların ulusal yaşamın ortak etkinliklerine katılmaları da sağlanacaktır.

Bir başka açıklamaya göre, kültürel ayrılıkların temelinde birleşmiş bir kültüre yol açan teknolojilerin kendisi yatar. Bu görüşü savunanlar, bilgisayarların, yeni elektronik teknolojisinin, dünyanın çevresindeki yapay uyduların ve televizyonun iletişimde ve kültürde bir devrim yarattığını ileri sürer. Bu devrim, bilginin dünyanın her yanına anında iletilmesini olanaklı kılmıştır. Dünyanın bir ucundan öbürüne bilginin anında iletilebilmesi, geleneksel merkezî ve büyük ölçekli örgütler için ikili bir tehdit oluşturur. Halk, tek bir dünya sisteminin parçası olarak dünya ölçeğinde düşünmeyi öğrenmektedir. Öte yandan ulusları aşan teknolojiler, halkı kültürel kimliklerini gözden geçirmeye zorlamaktadır. Bunun bir sonucu, kültürel yaşamın daha küçük ve daha belirgin birimler halinde yeniden tanımlanması isteği olmaktadır.

ÇAĞDAŞ SANAT.


Amerika’daki kültürel değişimin altında yatan teknolojik, ekonomik, toplumsal ve düşünsel etkenler doğal olarak sanatçıların ortaya koydukları ürünleri de etkiler. Ama sanatın kültürel yapıyla ilişkisi her zaman belirsiz olmuştur. Sanatçılar bazen yapıtlarıyla kültürel değişimi haber verir ya da ona öncülük eder, bazen de bu tür değişimleri yansıtır ya da belgelerler. Her iki durumda da sanat, ABD’deki kültürel yaşamı biçimlendiren dönüşümlerde doğrudan rol oynamaktadır.

Edebiyat.


Sanatın kültürel yaşamı biçimlendirmede oynadığı rol, günümüz Amerikan edebiyatında kendini açıkça gösterir. Roman, öykü ve şiir, geleneksel olarak azınlık gruplarının Amerikan yaşamını nasıl algıladıklarının anlatılmasına aracılık etmiştir. İkili bir bilince sahip olan ve Amerikan kültürel yaşamına hem içinden hem de dışından bakabilen azınlık yazarı, ulusal kültürün başkalarının göremeyeceği yanlarını aydınlatabilecek özel bir bakış açısıyla donatılmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, bölgesel ve etnik azınlıklara mensup yazarlar, Amerikan yaşamını roman, öykü ve şiir yoluyla duyumsayıp yorumlamakta önemli roller üstlendiler. Güneyli yazarlar arasında William Faulkner, Eudora Welty, Robert Penn Warren, Katherine Ann Porter, Flannery O’Connor ve Walker Percy, Yahudi yazarlar arasında da 1950 sonrasında Saul Bellow, Norman Mailer, Bernard Malamud, Philip Roth ve Ailen Ginsberg ön plana çıkmışlardır.

James Baldwin, Ralph Ellison gibi Siyah yazarlar da kendilerini bu dönemde gösterdiler. Ellison’ın Invisible Man (1952; Görünmez Adam) adlı yapıtını birçok eleştirmen II. Dünya Savaşı’ndan sonraki 25 yılın en önemli Amerikan romanı olarak kabul eder. Medeni Haklar hareketi “Siyah iktidar” eylemine dönüşünce tartışma yazıları, deneme ve anı yazan militanlar Amerikan kültürü konusundaki Siyah görüşünü dile getirmeye başladılar. The Autobiography of Malcolm X (1965; Malcolm X’in Otobiyografisi), Eldridge Cleaver’in Soul on Ice (1968; Buzun Üzerindeki Ruh) ve George Jackson’ın Soledad Brother (1970; Soledad Kardeş) adlı yapıtları bu tür ürünlerin en önemlileridir. 20. yüzyılın sonlarındaki Siyah öykücülerin en önemlileri arasında, Know Why the Caged Bird Sings (1970; Kafesteki Kuşun Neden Öttüğünü Biliyorum) ile ün kazanan Maya Angelou ve Song of Solomon (1977; Solomon’un Şarkısı) adlı yapıtı ile Ulusal Kitap Eleştirmenleri Ödülü’nü kazanan Toni Morrison sayılabilir.

Roman, öykü, şiir dışındaki yazın türlerinin Siyah yazarlar arasında canlılık kazanması, Amerikan edebiyat çevrelerinde ortaya çıkan, edebiyat geleneklerinin ve geleceğinin yeniden değerlendirilmesi hareketinin bir parçasıydı. Feminist roman da bu dönemde ön plana çıktı. Erica Jong’un Fear of Flying (1973; Uçuş Korkusu, 1983), feminizmle cinsel serüvenciliği birleştirerek bir olay yarattı. John Irving’in The World Ac- cording to Garp (1978; Çılgın Bir Dünya, 1983) ve Leonard Michaels’ın The Men’s Club (1981; Erkekler Kulübü) ise feminizmin erkekler üzerindeki etkilerini ele alıyordu.

20. yüzyılın sonuna doğru edebiyatın bir tanımlama ve bilgi verme kaynağı olarak işlevleri, kitle iletişim araçları ve toplumsal bilimler tarafından devralınmış gibidir. Günümüzde şu soru sorulmaktadır: “Bir sanat biçimi olarak roman öldü mü?” Bazı yazarlar bu soruya, yeni bir biçim olan “kurmaca olmayan roman" yaratarak karşılık verdiler. Norman Mailer’in The Armies of the Night (1968; Gece Orduları) bu türün en güzel örneklerindendir. John Barth, Donald Barthelme gibi yazarlar, kurmacayı bir olaydan çok bir fantezi kaynağı gibi vurgulayarak yeni biçimler aradılar. Kurt Vonnegut, Jr.’ın bilimkurgu romanları yanında Joyce Carol Oates gibi yazarların toplumsal gerçekçiliği de çok okunan türler oldu.

Görsel sanatlar.


Azınlık gruplarının bakış açıları nasıl Amerikan edebiyatının gelişimini biçimlendirdiyse, teknolojinin ilerlemesi de resim ve heykel sanatları üzerinde benzer bir etkide bulundu. Amerikan resmi II. Dünya Savaşı’ndan sonra soyut dışavurumculuk akımıyla dünya sanat sahnesinde ilk kez egemen bir duruma geldi. Bu resim akımı, doğal biçimleri yansıtmak yerine çizgi ve renk, boyanın, taşın, tahtanın dokusu, saf geometrik biçim gibi, sanat araçlarının biçimsel özelliklerini ve sanatçının öznelliğini konu alır. Bununla aynı doğrultudaki pop sanat akımı, ABD’nin ticari, teknik ve halk kültürünün çizgi roman, reklam, gazoz şişesi, marka, ilan tabelası, hamburger, otomobil, telefon gibi sıradan nesnelerinden esinlenir. Bu akımın önde gelen temsilcileri Andy, Warhol, Roy Lichtenstein ve Claes Oldenburg, gündelik yaşama ve nesnelere yöneldiler ve çevrelerindeki nesneleri soyutlaştırıp neredeyse ikonlaştırdılar.

Soyut geleneğin doğrudan devamı olan, çıplak geometrik biçimlere ve renklere dayalı minimal sanat New York okulundan Barnett Newman ve Mark Rothko ile Frank Stella gibi genç sanatçılar tarafından uygulandı. Birçok sanatçı, konu olarak yalnızca modern teknolojinin ürünleriyle ilgilenmekle kalmayıp, teknolojiyle, sanatsal yaratının bir aracı olarak da uğraşmaya başladı.
Heykelciler, sanatı müzenin dışına çıkaran ve halkın sanata daha çok katılmasını sağlayan dış mekân çalışmaları yaptılar. Örneğin Alexander Liberman’ın “İçeri” (1973) adlı yapıtı, izleyiciyi geniş borulardan oluşan bir mekânın içine girmeye yöneltir. Tony Smith, Claes Oldenburg, Louise Nevelson, Alexander Calder ve Beverly Pepper büyük ölçekli, halka açık yapıtların yaratılmasında öncülük ettiler. Javacheff Christo’nun San Francisco’nun dışında, 24 mil boyunca gerilmiş bir naylondan oluşan “Koşan Çit” (1976) adlı yapıtı, belki de en çok bilinen dış mekân çalışmasıdır.

Tiyatro.


Resim ve heykelin dışında tutulan dışavurumculuk ve öznellik, zaman zaman oluşumlar ve birleştirme (assemblages) diye adlandırılan yeni tiyatro biçimlerinde kendini gösterdi. Bunlar, müzik, film, ses ve ışık efektleri, malzeme, canlı oyun, hatta seyircinin kendisi gibi birçok araçtan yararlanan oyunlardı. Besteci John Cage’in yapıtlarından ve öğretilerinden hareket eden yeni tiyatro, kimi zaman sanatla yaşam arasındaki ayrımları ortadan kaldırmayı amaçlayarak bir şans ve belirsizlik estetiği geliştirdi. Cage’in bir bestesi müzisyenlerin 4 dakika 33 saniye sessiz durmasını gerektirir. Böylece seyircilerin öksürükleri, dışardan gelen gürültüler gibi rasgele sesler “müzik” haline gelmektedir.

Benzer yenilikler, geleneksel biçimlerden aşırı bir kopma biçiminde olmasa da, tiyatroda kendini gösterdi. Broadway’in alışılmış dram, komedi, müzikal gibi sahne yapımlarındaki üstünlüğü, bölgesel tiyatronun ve New York’ta 1950’lerde Off-Broadway tiyatronun gelişmesine yol açtı. 1960’larda ise Off-Öff-Broadway diye anılan daha deneysel bir tiyatro ortaya çıktı. Yeni oyun yazarlarının birçoğu Pop resim sanatçılarının popüler kültürün ürünleri ve mitleriyle ABD’nin geçmişi karşısında duydukları hayranlığa benzer duyguları dile getirdiler ve bu öğeleri ikonvari bir nesnellik ve mistisizm içinde eritmeye çalıştılar. Aynı konuyu işleyen iki oyun, Arthur Kopit’in Indians (Yerliler) ve Howard Sackler’in The Great White Hope'u (Büyük Beyaz Umut), önce Washington’daki Arena sahnesinde oynandı, sonra Broadway’de sahnelendi. Jean-Claude van Italie’nin America Hurrah (Yaşasın Amerika) ve Sam Shepard’ın kısa oyunları, La Mama Deneysel Tiyatro Topluluğu’nun ve öbür küçük tiyatroların desteğinde Off-Off-Broadway tiyatroyu doğurdu. Yüksek kültürle popüler kültürün bir araya gelmesi, 1960’ların sonunda ilk rock müzikali Haifle yeni bir düzeye ulaştı; 197 T de de bir rock müzikali olan Jesus Christ Superstar’la devam etti.

Sinema

.
Sinema 1920’lerden II. Dünya Savaşı’nm hemen sonrasına değin popüler sanatlar ve eğlence alanında ağırlığını duyurdu. II. Dünya Savaşı’ııdan sonra televizyonun gelişmesi ve boş zamanların spor ve başka uğraşlarla değerlendirilmeye başlaması, sinemanın karşısına yeni rakipler çıkardı. Yapım maliyetlerinin hızla yükselmesi, star oyunculara dayanan stüdyo sisteminin çözülmesi, bu sistemin film yapım ve dağıtımındaki denetiminin ortadan kalkması ve önemli yaratıcıların emekli olmaları, 20. yüzyılın ikinci yarısında Hollywood film sanayisinin zayıflamasına yol açtı. Bu arada, yeni bir film yapımcıları kuşağı, sinemayı yüksek kültür biçimi olarak algılayan seyirci kitlesinin oluşmasına katkıda bulundu.

izleyiciler.


Sanat ve eğlence ürünleri, kültürel değişimin aldığı biçimlerle yakından ilişkilidir. Bunun en çok kendini gösterdiği nokta, kültürün halk kitlelerine yayılma biçimidir. 20. yüzyılın ikinci yarısında, ABD’de iletişim teknolojisinin gelişmesi bir kültürel devrime yol açtı. 1950’lerde televizyonla başlayan, ucuz, karton kaplı kitaplar, uzunçalar plaklar, önemli sanat yapıtlarının kopyaları, transistörlü radyolar, teypler ve daha başka yeniliklerle süren teknolojik gelişim, sanat ve eğlence ürünlerinin benzeri görülmemiş ölçülerde üretilip kitlelere mal edilmesini olanaklı kıldı. Bu dönemde üniversitelerdeki öğrenci sayısının artması, artan sayıda insanı sanat tarihi, eleştirisi ve tekniklerinin öğretimiyle ve ilk kez profesyonel müzik, dans, tiyatro gösterileri, resim ve heykel sergileriyle doğrudan ilişkiye geçirdi.

Kültürün bu denli demokratikleşmesinin sonuçları tartışmaya açıktır. Bazı eleştirmenler, “yüksek kültürün” ticarileşmesine, sanatçıların yalnızca “ünlü” kişiler olarak görülmeye başlamasına, sanat akımlarının modaya dönüşerek gelişmeye fırsat bulmadan ortadan kalkmasına, eğitim sisteminin süregelen zayıflıklarına ve birçok kültürel kurumun zorluklar içinde varlığını sürdürdüğüne dikkati çekerek, genellikle olumsuz sonuçları gündeme getirirler. Başkaları, bu tür eleştirilere karşın, kültürün demokratikleşmesinin, toplum ve sanat hakkındaki bilgiyi halkın geniş kesimlerine yayarak niteliğin düşmesine, türdeşliğe ve Amerikan toplumunun her yönünü etkileyen köklü bir tavır ve beklenti değişikliğine yol açacağı görüşünü reddederler. Tartışmalar bir yana, kitle kültürü birbiriyle çelişkili yanlarıyla, ABD’deki sanat yaşamını etkileyen en önemli güç olmayı sürdürmektedir.

KÜLTÜREL KURUMLAR.


ABD’de müzeler, senfoni orkestraları, tiyatrolar gibi kültürel kuruluların kurulması ve sürdürülmesi için öncülük ve destek geleneksel olarak kişilerden ve özel kaynaklardan gelmiştir. 20. yüzyılda yerel yönetimler, eyaletler ve federal hükümet kültürel kurumların planlanmasında ve finansmanında daha büyük bir rol oynamaya başladı. Bu yeni durum özellikle yükseköğretim kurulularının genişleme ve dönüşümünde çok belirgin olarak görülür. Büyüyen nitelikli işgücü gereksinimini karşılamak için, eyalet meclisleri ve federal hükümet ABD’de yükseköğretimin hızlı gelişmesine katkıda bulundu. Kamu üniversiteleri bölüm ve okul sayılarını artırdı; öğretmen yetiştirme okulları üniversiteye, iki yıllık yükseköğretim kurumlan dört yıllık kurumlara dönüştü. Yüzlerce yeni iki yıllık kurum ve lisansüstü eğitim birimleri kuruldu, öğrenci sayıları arttı.

Üniversiteler, kültürel mirasın korunduğu ve yeni kuşağa aktarıldığı kurumlar olmayı sürdürüyorlar. Ama bu büyüme döneminde, çok sayıda üniversite birer sanat merkezi olma işlevini de üstlendi. Özel ya da kamusal kaynaklardan desteklenen kültürel kurumlar gittikçe artan ölçüde toplumun kültürel ve toplumsal sorunlarıyla ilgilenmeye başladılar. Ama siyasal tartışmalar ve üniversite kampüslerindeki karışıklıklar, bu kurumlara yapılan eyalet yatırımlarının ve özel bağışların azalmasına yol açtı. Bunun sonucu olarak, yükseköğretimin finansmanı zorlaştı ve pek çok kültürel programın gelişmesi ve giderek varlığı tehlikeye düştü. Günümüzde kültürel kurumlar yeterli ve sürekli mali kaynak bulma sorunuyla karşı karşıyadır.

BASIN-YAYIN ORGANLARI.


Gerek eyaletler gerekse federal düzeyde anayasal güvence altına alınan basın özgürlüğü, basın ve yayın organlarını devletin eylemlerini denetleme açısından çok güçlü kılmıştır. Vietnam Savaşı sırasında basın ve yayın organlarının karşıt tutumu, sonunda hükümet politikasının değişmesine yol açtı. Basın ve yayın organları bazı politikacıların politika sahnesinden silinmesinde, Watergate olayında ise Başkan Richard Nixon’ın istifasında (1974) etkili oldular.

1990 verilerine göre ABD’de satışları toplam 63.000.000 olan 1.626 günlük gazete yayımlanmakta, 8.359 radyo istasyonu (1984) bulunmaktadır. Radyo alıcılarının sayısı 520 milyon, televizyon alıcılarınınki ise 215 milyondur. Haberleri, eğlence programlarını ve ticari reklamları veren yayın organlarının 20. yüzyılın ortalarından başlayarak gelişmesi, her şeyden önce çağdaş kültürel yaşamın iki temel etkeni tarafından belirlenmiştir: Teknolojik değişme ve azınlık kültürlerinin ortaya çıkması. Televizyon, gazete, dergi ve radyoyu geride bırakıp en önemli yayın organı haline gelmiş ve öbür yayın araçlarının yapılarını derinden etkilemiştir. Amerikan televizyonu, azınlık gruplarının çıkarları karşısında öteki yayın araçlarına oranla daha az duy arlıdır. Ama televizyon teknolojisindeki gelişmeler, azınlıkların ve küçük toplulukların seslerini duyurma olanaklarını artırmıştır.

Basın ve radyo.


Televizyonun etkisi gazeteler üzerinde kendini gösterirken, kentlerin çevrelerinin ve uydu kentlerin gelişmesi gazete okuyucusunun gereksinim ve isteklerini yeniden biçimlendirdi. Reklam gelirlerini televizyona, okuyucularını da çevre kent gazetelerine kaptıran büyük kent basını ciddi bir bunalıma girdi. 1950’lerden bu yana çok sayıda kent gazetesi kapandı. Birçok büyük kent bir sabah, bir de akşam gazetesiyle kaldı. Gazete sahipliğinin az sayıda elde toplanması nedeniyle, yazılarda görüş farklılıkları ya da tartışma genellikle görülmemektedir.

Televizyon, dergiler ve radyo üzerinde de aynı etkiyi gösterdi. Geniş bir okur kitlesine seslenen dergiler televizyonun rekabetinden zarar gördü. Bu tür dergilerden Colliers, The Saturday Evening Post ve Look yayımına son verdi. Öte yandan, belirli okuyucu grupları için hazırlanan daha küçük dergiler yayımlanmaya başladı.

Televizyonun radyo üzerindeki etkisi ise daha büyük oldu. Radyo istasyonları oyun ve eğlence programlarından hemen hemen tümüyle vazgeçerek gençlere seslenen müzik programlarına yöneldi. 1960’ların sonunda radyo programcılığında yeni bir akım gelişti. Dinleyicilerle ya da stüdyodaki konuklarla sunucular arasında “konuşma programları” (talk show) yapılmaya başlandı. Böylece, televizyonun gelişimi uzun dönemde öbür yayın araçlarının çözülmesine ve iletişimin çeşitliliğinin artmasına yol açtı.

Televizyon,


Televizyon alanında tam ters yönde bir gelişme görüldü. Televizyon yapımları hızla üç büyük şirketin elinde toplandı. 1970’lere gelindiğinde bu üç büyükler (CBS, NBC ve ABC) ülkedeki televizyon izleyicisinin yüzde 95’ini elinde tutuyordu. 1980’lerin sonunda ise kablolu yayınların ve bağımsız yayın kuruluşlarının yaygınlaşmasıyla toplam izleyici payları yüzde 68’e düştü. Bu üç büyüklerin programlarındaki birörneklik kitle kültüründeki standartlaşmayı eleştirenleri haklı çıkaracak boyutlardaydı.
Hemen her Amerikan evinde bir televizyon alıcısı vardır. Potansiyel izleyici kitlesinin boyutları (hemen hemen bütün ABD nüfusu) televizyona bambaşka bir özellik kazandırdı. Üreticiler ürettikleri malların akşam yayınlarında reklamının yapılması için büyük paralar ödemektedir. Yüksek yapım giderleri ve reklama ayrılan zaman, televizyon şirketlerinin programlarıyla ilgili kamuoyu yoklamalarına büyük önem vermelerine neden oldu. Yeterli oranda izlenmeyen programlar birkaç hafta ya da bir sezon içinde yayından kaldırılmakta, başarılı programlar ise tekrar tekrar üretilmektedir. Programların çeşitliliğini artırmak ve niteliğini yükseltmek için Kamu Yayımcılık Şirketi çaba harcamaktadır. Televizyon yayınlarının kablo ile evlere götürülmesi çeşitliliği artırdığı gibi küçük toplulukların denetiminde olan televizyon yapımcılığını da olanaklı kılmıştır.

kaynak: Ana Britannica
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 11 Ekim 2016 21:44