Arama


The Unique - avatarı
The Unique
Kayıtlı Üye
17 Mayıs 2008       Mesaj #9
The Unique - avatarı
Kayıtlı Üye
SULARA GÖMÜLEN FİRAVUN
"Firavun ailesinin ve onlardan öncekilerin gidiş tarzı gibi. Onlar, Rablerinin ayetlerini yalanladılar; biz de günahları dolayısıyla onları yıkıma uğrattık. Firavun ordusunu suda boğduk. Onların tümü zulmeden kimselerdi." (Enfal Suresi, 54)
Eski Mısır medeniyeti, Mezopotamya'da aynı tarihlerde kurulmuş şehir devletleriyle birlikte, tarihin en eski uygarlıklarından biri ve döneminin en ileri sosyal düzenine sahip organize devleti olarak bilinir. MÖ 3000'ler civarında yazıyı bulup kullanmaları, Nil nehrinden faydalanmaları ve ülkenin doğal yapısı sayesinde dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı korunmuş olmaları Mısırlılar'ın sahip oldukları medeniyetin ilerlemesine büyük katkıda bulunmuştu.
Ancak bu uygarlık, Kuran'da inkar sisteminin en açık ve net tarif edildiği "firavun yönetiminin" geçerli olduğu bir medeniyetti. Büyüklük taslamışlar, sırt çevirmişler ve inkar etmişler, bunların neticesinde de ileri medeniyetleri, sosyal ve siyasal düzenleri, askeri başarıları onları helak olmaktan kurtaramamıştı.

FİRAVUNLAR'IN OTORİTESİ
Mısır uygarlığının temelinde Nil nehrinin bereketi vardı. Bu nehrin hayat verici özelliği sayesinde Mısırlılar Nil vadisinde yerleşmiş ve yağmur mevsimlerine bağımlı kalmadan nehirden sağladıkları suyla tarım yapabilmişlerdi. Tarihçi Ernst H. Gombrich, bu konuda şunları söyler:
Misir
En ihtişamlı döneminde Eski Mısır'ın sınırları. Nil nehrini merkez alarak genişleyen devlet, etrafı çöllerle ve doğal engellerle çevrili olmasına rağmen, son derece güçlü bir medeniyet kurabilmişti. Bunun temelinde Nil'in aralıksız sağladığı suyun bereketi vardı. Yüzyıllar süren gelişme sürecinde oluşturulan düzenli ordu, Hitit ve Mitanni devletlerinin sınırlarına kadar genişlemeye imkan tanıdı
"Afrika sıcaktır. Aylarca yağmur yağmaz. Bundan dolayı bu büyük kıtanın pekçok yeri kuraktır. Ülkenin o bölümleri çöllerle kaplıdır. İşte Mısır'ın sağı ve solu da bu durumdadır. Mısır'da da aslında çok az yağmur yağar. Ama orada yağmura pek ihtiyaç yoktur, çünkü Nil ırmağı boydan boya ülkenin ortasından akar gider."33
Böylesine büyük önemi olan Nil nehrini kontrolü altında tutan, aynı zamanda Mısır'ın en önemli ticaret ve tarım kaynağını da kontrol edebilmekteydi. Firavunlar da işte bu yolla Mısır üzerinde büyük hakimiyet kurmuşlardı.
Nil vadisinin dar ve uzunlamasına yapısı, nehrin etrafına kurulan yerleşim birimlerinin fazlaca genişlemesine olanak vermemiş, büyük
şehirlerden oluşan bir uygarlık yerine daha ufak çaplı kasaba ve köylerden oluşan bir medeniyet şekillenmişti. Bu faktör de firavunların halk üzerindeki hakimiyetini perçinledi.
Tarihte ilk olarak Kral Menes'in MÖ 3000 dolaylarında eski Mısır'ı büyük üniter bir devlet olarak kendi hakimiyeti altında birleştirdiği ve ilk Mısır firavunu olduğu bilinir. Aslında, "firavun" nitelendirmesi ilk zamanlarda Mısır kralının yaşadığı sarayı tanımlamaktayken, zamanla, Mısır krallarının ünvanı haline geldi. Bu nedenle Eski Mısır'ın hükümdarları olan krallar zamanla "firavun" olarak anılmaya başlandı.
98b98c
Mısırlıların dini inançlarının temelinde tanrılarına hizmet etme düşüncesi vardı. Bu tanrılarla insanlar arasındaki "aracılar" ise, kavmin önde gelenleri arasında yer alan rahiplerdi. Aynı zamanda büyücülükle de uğraşan rahipler, Firavunların halkı etki altında tutmak için kullandıkları çok önemli bir sınıfı oluşturuyorlardı.
Tüm devletin ve ülke topraklarının sahibi, yöneticisi ve hükümdarı olan bu firavunlar, eski Mısır'ın çok tanrılı çarpık dininde, en büyük tanrının dünyadaki bir yansıması olarak kabul edildiler. Mısır topraklarının idaresi, paylaştırılması, gelirleri kısacası ülke sınırları içindeki her türlü mal ve hizmet üretimi firavun için gerçekleştiriliyordu.
Yönetimdeki mutlakiyet, ülkenin yöneticisi olan firavunu, her dilediğini yaptırabilecek bir güç sahibi kılmıştı. Henüz ilk ********n kurulmasıyla birlikte, Mısır'ın ilk kralı olan Menes döneminde, Nil suyunun kanallar vasıtasıyla halka ulaştırılmasına başlanmış, ayrıca ülkede yapılan üretim kontrol altına alınarak tüm mal ve hizmet üretiminin krala aktarılması sağlanmıştı. Bu mal ve hizmetleri kral, halkının ihtiyacı olduğu oranda dağıtıyor, paylaştırıyordu. Ülkede böyle bir hakimiyet kuran kralların, halkı boyunduruk altına almaları zor olmadı. Mısır kralı, yani daha sonra yaygınlaşacak sıfatıyla firavun, halkının tüm ihtiyaçlarını karşılayan büyük kudret sahibi birisi olarak kutsal bir varlık sayıldı ve tanrılaştırıldı. Firavunlar da, zamanla kendilerinin tanrı olduklarına kesin olarak inandılar.
Kuran'da bahsedilen Firavun'un Hz. Musa ile yaptığı konuşmalardaki bazı sözleri bunu kanıtlar niteliktedir. Hz. Musa'yı "andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım" (Şuara Suresi, 29) diyerek tehdit etmesi ya da yakın çevresindeki insanlara "sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum" (Kasas Suresi, 38) demesi kendisinin bir tanrı olduğuna inanmasından kaynaklanıyordu.

DİNİ İNANÇLAR
Tarihçi Heredot'a göre Eski Mısırlılar dünyanın en "dindar" insanlarıydılar. Ancak dinleri "Hak Din" değil, çok tanrılı sapkın bir dindi ve içinde bulundukları koyu tutuculuk sebebiyle bu sapkın dinlerinden bir türlü vazgeçemiyorlardı.
98a
Mısırlıların dini inançlarının temelinde tanrılarına hizmet etme düşüncesi vardı. Bu tanrılarla insanlar arasındaki 'aracılar" ise, kavmin önde gelenleri arasında yer alan rahiplerdi. Aynı zamanda büyücülükle de uğraşan rahipler, Firavunların halkı etki altında tutmak için kullandıkları çok önemli bir sınıfi oluşturuyorlardı. Yukarıdaki ve yandaki resimlerde başları traşlı olarak görülen rahipler, tanrılarını memnun etmek amacıyla müzik çalıyor ve ayin yapıyorlar. Eski Mısır kavmi, içinde yaşadığı doğal çevre şartlarından çok etkilenmişti. Mısır'ın doğal coğrafyası ülkeyi dış saldırılara karşı çok iyi koruyordu. Mısır'ın dört bir yanı çöllerle, dağlık arazilerle ve denizlerle çevriliydi. Ülkeye yapılabilecek saldırıların iki geçiş yolu bulunuyordu ve bu yolları da savunmak Mısır orduları için son derece kolaydı. Böylece Mısırlılar, bu doğal koşullar sayesinde dış ülkelerden soyutlanmış olarak kaldılar. Ancak geçen yüzyıllar, bu soyutlanmayı koyu bir taassuba dönüştürdü. Böylece Mısırlılar yeni gelişmelere ve yeniliklere kapalı, dinleri konusunda son derece tutucu bir görünüm kazandılar. Kuran'da sıkça bahsedilen "ataların dini" onların en önem verdikleri değerleri haline geldi.
Bu nedenle Hz. Musa ve Hz. Harun, Firavun'a ve yakın çevresine Hak Din'i tebliğ ettiklerinde "Onlar: Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz" (Yunus Suresi, 78) diyerek yüz çevirmişlerdi.
Eski Mısır'ın dini bir kaç kola ayrılmıştı. Bunların en önemlileri devletin resmi dini, halkın inanışları ve ölümden sonraki yaşam ile ilgili inanışlardan oluşuyordu.
Devletin resmi dinine göre Firavun, kutsal bir varlıktı. O, tanrılarının dünyadaki bir yansımasıydı ve görevi de dünyada insanlara adalet dağıtmak ve onları korumaktı.
Halkın arasında yaygın olan inanışlar son derece karışıktı, ve devletin resmi dini ile çatışan inançlar da Firavun yönetimi tarafından baskı altına alınmıştı. Temelde çok tanrıya inanılıyor, bu tanrılar genellikle hayvan başlı ve insan vücutlu olarak tasvir ediliyordu. Ancak bölgeden bölgeye değişebilen yerel geleneklerle de karşılaşmak mümkündü.
Ölümden sonraki hayat Mısır inançlarının en önemli bölümünü oluşturuyordu. Beden öldükten sonra ruhun yaşamaya devam ettiğine inanıyorlardı. Onlara göre ölünün ruhu görevli melekler tarafından Yargıç Tanrı ve şahitlik için hazır bulunan kırk iki yargıcın karşısına çıkarılıyor, ortaya bir tartı koyuluyor ve ruhun kalbi bu tartı ile tartılıyordu. İyilikleri ağır gelenler güzel bir mekana geçiyor ve mutluluk içinde yaşıyor, kötülükleri ağır gelenler ise büyük işkenceler görecekleri bir yere yollanıyorlardı. Burada "Ölülerin Yiyicisi" adı verilen garip bir yaratık tarafından sonsuza dek işkence görüyorlardı.
Mısırlılar'ın ahiret hakkındaki bu inanışlarının tevhid inancıyla ve hak dinle bir paralellik gösterdiğini fark etmemek mümkün değildir. Sadece ölümden sonraki hayata inanç bile eski Mısır medeniyetine de hak dinin ve tebliğin ulaşmış olduğunu fakat bu dinin sonradan bozulmaya uğradığını, tek tanrı inancının da bu bozulmayla birlikte çok tanrı inancına döndüğünü ispatlar niteliktedir. Nitekim dönem dönem insanları Allah'ın birliğine ve O'na kul olmaya çağıran uyarıcıların eski Mısır'a da gönderildiği bilinmektedir. Bunlardan biri, hayatı Kuran'da detaylıca anlatılan Hz. Yusuf'tur. Hz. Yusuf'un tarihi, İsrailoğulları'nın Mısır'a gelmeleri ve burada yerleşik düzene geçmelerinin başlangıcını teşkil etmesi açısından da son derece önemlidir.
Öte yandan, tarihi kaynaklarda Hz. Musa öncesinde kavmi tek ilahlı dinlere çağıran Mısırlılar'dan da bahsedilmektedir. Bu, Mısır tarihinin en dikkat çekici firavunu Neferkheperure Amenhotep'dir, yani IV. Amenofis.

TEK TANRIYA İNANAN FİRAVUN: IV. AMENOFİS
Mısır firavunları çoğunlukla zorba, baskıcı, savaşçı ve acımasız kişilerdir. Bu firavunların ortak özellikleri; Mısır'ın çok tanrılı dinini benimsemeleri ve bu din sayesinde kendilerini tanrılaştırmalarıdır.
firavun1
IV. Amenofis
Ancak Mısır tarihinde bir tek Firavun vardır ki, diğerlerinden çok farklıdır. Bu Firavun tek bir Yaratıcı'ya inanılması gerektiğini savunmuş, bu yüzden Amon Rahipleri ve bunlara destek veren bazı askerler tarafından büyük baskıya maruz kalmış, sonunda da öldürülmüştür. Bu Firavun MÖ 14. yüzyılda başa geçmiş olan IV. Amenofis'tir.
IV. Amenofis MÖ 1375'te tahta çıktığında yüzyılların getirdiği bir tutuculuk ve gelenekçilik ile karşılaştı. Bu döneme dek toplum yapısı ve halkın kraliyet sarayı ile olan ilişkileri değişmeden gelmişti. Toplum, dış olaylara ve dinsel yeniliklere kesin olarak kapılarını kapalı tutuyordu. Antik Yunan gezginleri tarafından da tespit edilen bu çılgın tutuculuk, yukarıda da açıkladığımız gibi, Mısır'ın doğal coğrafi koşullarından kaynaklanmaktaydı.

Firavunların halka benimsettirdiği resmi din, eski ve geleneksel olan herşeye katıksız bir bağlılığı zorunlu kılıyordu. Oysa IV. Amenofis, resmi dini benimsemiyordu. Tarihçi Ernst Gombrich şöyle yazıyor:
Eski geleneğin kutsadığı bir çok alışkanlığı kaldırıp, halkının, garip bir biçimde betimlenmiş sayısız tanrısına saygı göstermek istemedi. Onun için tek bir yüce tanrı vardı, o da Aton'du. Aton'a taptı ve onu güneş biçiminde imgeleştirtti. Öteki tanrıların rahiplerinin etkisinden korunmak için, sarayını bugünkü El-Amarna'ya taşıdı.34
Babasının ölümünden sonra genç yaştaki IV. Amenofis, büyük bir baskıya maruz kaldı. Bu baskının sebebi, geleneksel çok tanrılı Mısır dinini değiştirerek tek tanrı inancına dayalı bir din getirmiş olması ve her alanda köklü değişikliklere girişmesiydi. Ancak Teb önde gelenleri bu dini tebliğ etmesine müsaade etmediler. IV. Amenofis ve ahalisi Teb şehrinden uzaklaşarak Tell El-Amarna'ya yerleştiler. Burada "Akh-en-aton" adında yeni ve modern bir şehir inşa ettiler. IV. Amenofis de "Amon'un Hoşnutluğu" anlamına gelen adını, Akh-en-aton yani "Aton'a Boyun Eğen" olarak değiştirdi. Amon, çok tanrılı Mısır dininde en büyük toteme verilen isimdi. Aton ise, Amenofis'e göre "göklerin ve yerin yaratıcısı" idi, ki bu sıfatla Allah'ı kast etmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Bu gelişmelerden hoşnut olmayan Amon Rahipleri, ülkenin içinde bulunduğu bir ekonomik krizden de faydalanarak Akhenaton'un gücünü elinden almak istediler. Düzenlenen bir komplo ile Akhenaton zehirlenerek öldürüldü. Ondan sonra gelen firavunlar da hep rahiplerin etkisi altında kaldılar.
Akhenaton'dan sonra başa asker kökenli firavunlar geçti. Bunlar eski geleneksel çok tanrılı dini yeniden yaygınlaştırdılar ve eskiye dönüş için önemli bir çaba harcadılar. Yaklaşık bir yüzyıl sonra da Mısır tarihinin en uzun süre hükümdarlık yapacak firavunu II. Ramses başa geçti. Ramses, birçok tarihçiye göre İsrailoğulları'na eziyet eden ve Hz. Musa ile mücadele eden firavundu.35

HZ. MUSA'NIN GELİŞİ
Eski Mısırlılar koyu taassupları sebebiyle putperest inanışlarından vazgeçmiyorlardı. Tek bir Allah'a ibadet edilmesi gerektiğini tebliğ eden kişiler gelmişti ama Firavun'un kavmi hep eski sapkın inanışlarına geri dönmüştü. Sonuçta Hz. Musa, hem Mısır halkının hak dine karşı batıl bir sistemi benimsemiş olduğu ve hem de İsrailoğulları'nın köleleştirilmiş olduğu bir dönemde Allah tarafından Elçi (Resul) olarak gönderildi. Hz. Musa, hem Mısır'ı hak dine davet etmek hem de İsrailoğulları'nı kölelikten kurtararak doğru yola iletmekle görevlendirilmişti. Kuran'da, bu konuya şöyle dikkat çekilir:
112a112b
Firavun'un zulmettiği köle kavimler. Özellikle Yeni Krallık döneminde, ülkede yaşayan azınlıklar imar işlerinde çalıştırılmaya başlandı. İsrailoğulları da bu azınlıklar arasında yer alıyordu. En üstteki resimde bir tapınak inşaatında çalışan ve büyük br ihtimalle İsrailoğulları'ndan oldukları tahmin edilen köleler görülüyor. Alttaki büyük resim ise yine İsailoğulları olarak tahmin edilen köllerin inşaat işleri için teknik hazırlıklarını gösteriyor. Köleler ateşte çamur pişirerek tuğla yapıyor, ve harç hazırlıyorlar.
Mü'min olan bir kavim için hak olmak üzere, Musa ve Firavun'un haberinden (bir bölümünü) sana okuyacağız. Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyoruz. Ve (istiyoruz ki) onları yeryüzünde 'iktidar sahipleri olarak yerleşik kılalım', Firavun'a, Haman'a ve askerlerine, onlardan sakındıkları şeyi gösterelim. (Kasas Suresi, 3-6)
Firavun yeni doğan erkek çocukların hepsini öldürterek İsrailoğulları'nın sayıca artmasını engellemek istiyordu. Bu sebeple annesi, Hz. Musa'yı Allah'ın ilhamıyla, bir sepetin içine yerleştirerek nehre bıraktı. Onu Firavun'un sarayına götürecek bir yoldu bu. Kuran'da bu konuyla ilgili ayetler şöyledir:
113a113b
Birçok tarihçiye göre Kuran'da bahsi geçen firavun olan II. Ramses, ele geçirdiği esirlerden bir kısmını öldürmek üzere. Bu duvar resimlerinden de anlaşılacağı gibi firavunlar, kendilerini idealize ettirerek güçlü savaşçılar olarak tasvir ettiriyorlardı. Sanatkarları tarafından geniş omuzlu, uzun boylu ve aynı anda birkaç kişiyle başedebilen kahramanlar olarak gösteriliyorlardı. Kendilerini tanrısal varlıklar olarak gördüklerinden, diğer tüm insanlardan üstün gözükmeye çalışıyorlardı.
Musa'nın annesine: "Onu emzir, şayet onun için korkacak olursan, onu suya bırak, korkma ve üzülme; çünkü onu biz sana tekrar geri vereceğiz ve onu gönderilen (elçilerden) kılacağız" diye vahyettik (bildirdik). Nihayet Firavun'un ailesi, onu (ileride bilmeksizin) kendileri için bir düşman ve üzüntü konusu olsun diye sahipsiz görüp aldılar. Gerçekte Firavun, Haman ve askerleri bir yanılgı içindeydi. Firavun'un karısı dedi ki: "Benim için de, senin için de bir göz bebeği; onu öldürmeyin; umulur ki bize yararı dokunur veya onu evlat ediniriz." Oysa onlar (başlarına geleceklerin) şuurunda değillerdi. (Kasas Suresi, 7-9)
Firavun'un karısı Hz. Musa'nın öldürülmesini engelledi ve onu evlat edindi. Böylece Hz. Musa çocukluk yıllarını Firavun'un sarayında geçirdi. Allah'ın yardımıyla kendi öz annesi de ona süt annesi olarak saraya getirildi.
Bir dönem sonra, Hz. Musa İsrailoğulları'ndan birisinin bir Mısırlı tarafından eziyete uğratıldığını görünce duruma müdahale etti. Fakat şehrin önde gelenleri bu davranışın karşılığını ölüm cezası olarak belirlediler. Bunun üzerine Hz. Musa Mısır'dan uzaklaştı ve Medyen'e geldi. Burada geçirdiği sürenin sonunda Allah onunla konuşacak ve ona peygamberlik görevi verecekti. Görevi Firavun'a geri dönmek ve Allah'ın dinini tebliğ etmekti.

FİRAVUN'UN SARAYI
Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun, Allah'ın emri doğrultusunda Firavun'a gittiler ve ona Hak Din'i tebliğ ettiler. İstekleri de, artık Firavun'un İsrailoğulları'na eziyet vermemesi ve onları serbest bırakarak Hz. Musa ile birlikte gitmelerine izin vermesiydi. Firavun için yıllarca yanında tuttuğu birinin, karşısına çıkıp böyle konuşması kabul edilemez bir durumdu. Bu sebeple Firavun onu nankörlükle suçladı:
(Gittiler ve FiravunMsn Happy Dedi ki: "Biz seni içimizde daha çocukken yetiştirip büyütmedik mi? Sen ömrünün nice yıllarını aramızda geçirmedin mi? Ve sen, yapacağın işi (cinayeti) de işledin; sen nankörlerdensin." (Şuara Suresi, 18-19)
Firavun Hz. Musa'ya duygusallıkla yaklaşmaya çalışıyordu. Madem ki onu büyütüp yetiştirenler kendileriydi, Hz. Musa'nın onlara uyması gerekiyordu. Firavun'un yaratmaya çalıştığı bu duygusal atmosfer, kavmin önde gelenlerini de etkilemeye yarayacaktı. Onlar da Firavun'a hak vereceklerdi böylece.
Öte yandan, Hz. Musa'nın tebliğ ettiği Hak Din, Firavun'un gücünü elinden alıyor, onu diğer insanların mertebesine indiriyordu. Böylece Hz. Musa'ya uyması gerekecekti. Sonra, İsrailoğulları'nı serbest bırakırsa elindeki iş gücünün önemli bir kısmını da kaybedecekti.
Tüm bu sebeplerden dolayı Firavun, Hz. Musa'nın anlattıklarını dinlemedi bile. Aklınca onunla alay etmeye çalıştı, saçma sorular sorarak konuyu dağıtmaya gayret etti. Bu arada Hz. Musa ve Hz. Harun'u düzeni bozmaya çalışan kişiler olarak gösterip onları suçlu çıkarmaya da çalışıyordu. Sonuç olarak ne Firavun, ne de yakın çevresindeki kavmin önde gelenleri Hz. Musa ve Hz. Harun'a itaat etmediler. Kendilerine açıklanan Hak Din'e de uymadılar. Bunun üzerine Allah, üzerlerine çeşitli felaketler gönderdi.

FİRAVUN'A VE YAKIN ÇEVRESİNE GELEN FELAKETLER
Felaketler tüm memleketi sarmıştı. Her yerde kan vardı. Ipuwer Papirüsü, 2.Bölüm : 5-6
Firavun ve yakın çevresi kendi çok tanrılı sistemlerine, putperest inanışlarına, yani "atalarının dini"ne öylesine koyu bir taassupla bağlanmışlardı ki, hiçbir şekilde bundan dönmeyi göze almıyorlardı. Hz. Musa'nın getirmiş olduğu iki mucize, yani elinin beyaz çıkması ve asasının yılana dönüşmesi bile, onları batıl inançlarından döndürmemişti. Üstelik bunu açıkça ifade ediyorlardı. Şöyle demişlerdi:
Onlar: Bizi büyülemek için mucize (ayet) olarak her ne getirirsen getir, yine de biz sana inanacak değiliz. (Araf Suresi, 132)
106a106b
Üstte solda: Firavunların diğer insanlardan üstün olduklarını sembolize eden bir resim.
Üstte sağda: Mısırlılar tarafından yakalanan savaş esirleri ölüm cezalarının infaz edilmesini beklerken.
Bu tutumlarının karşılığında Allah, onlara dünyada da bir azap tattırmak için ayetin ifadesiyle "ayrı ayrı mucizeler" (Araf Suresi, 133) olarak felaketler yolladı. Bunlardan ilki kuraklık ve dolayısıyla elde edilen ürünlerin azalmasıydı. Konuyla ilgili Kuran ayeti şöyledir:
Andolsun, Biz de Firavun aile (çevre)sini belki öğüt alıp düşünürler diye yıllar yılı kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık. (Araf Suresi, 130)
Mısırlılar tarım sistemlerini Nil nehrine dayandırmışlardı ve bu sayede doğal şartların değişimi onları etkilemiyordu. Ancak Firavun ve yakın çevresinin Allah'a karşı büyüklenmesi ve Allah'ın peygamberini tanımaması sebebiyle kendilerine beklenmedik bir felaket gelmişti. Büyük bir ihtimalle, çeşitli sebeplerle Nil'in seviyesinde büyük bir düşüş yaşanmış ve nehirden çıkan sulama kanalları yeterli miktarda suyu tarım arazilerine taşıyamamıştı. Aşırı sıcaklar da ürünlerin kurumasına sebep olmuştu. Böylece, Firavun ve önde gelenler hiç beklemedikleri bir yönden, çok güvendikleri Nil nehrinden kaynaklanan bir felaketle karşılaştılar. Bu kuraklık, kendi kavmine "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?" (Zuhruf Suresi, 51) diye seslenen Firavun'u da en güzel biçimde yalanlıyordu.
108b
II. Ramses atlı savaş arabasının üzerinde büyük bir düşman topluluğunun üzerine "kahramanca" giderken. Birçokları gibi bu da Firavun'un ressamlarına emrederek çizdirdiği hayali senaryolardan birisidir.
Fakat ayette de belirtildiği gibi "öğüt alıp düşünmeleri" gerekirken, bu olanları Hz. Musa'nın ve İsrailoğulları'nın getirdiği bir uğursuzluk olarak kabul ettiler. Batıl inançları ve atalarının dini sebebiyle böyle bir düşünceye saplanmışlardı. Bu yüzden de büyük sıkıntılar çekmeye mahkumdular. Ancak başlarına gelecekler bununla sınırlı değildi. Bu, daha başlangıçtı. Ardından Allah, bir seri felaket gönderdi. Bu felaketler Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
Bunun üzerine, ayrı ayrı mucizeler (ayetler) olarak üzerlerine tufan, çekirge, buğday güvesi, kurbağa ve kan musallat kıldık. Yine büyüklük tasladılar ve suçlu-günahkar bir kavim oldular. (Araf Suresi, 133)
Yukarıdaki ayette bildirilenlerin hepsi Allah'ın birer mucizesi olarak oluşmuştur. Bu mucizeleri Rabbimiz bir sebebi vesile ederek yaratmış olabilir veya sebepsiz de yaratmış olabilir. Bu mucizelerin asıl gerçekleşme şeklini Allah bilir. Ama şunu belirtmeliyiz ki, muhtemelen Rabbimizin bu mucizeleri, görenleri iman etmeye mecbur bırakacak şekilde gerçekleşmemiştir. Çünkü Bediüzzaman Said Nursi'nin söylediği gibi "Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz." (Sözler, 24. Söz) Bediüzzaman bir başka sözünde ise mucizelerin nadir verilmesinin hikmetlerinden birinin, insanların mecbur kalmadan, iradelerini kullanarak doğruyu veya yanlışı seçmelerine imkan tanımak olduğunu açıklar:
Birinci Nokta: İman ve teklif ihtiyar (irade) dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tedkik (araştırma) ve tecrübeye muhtaç olan nazarî (düşünceye ait) mes'eleleri elbette bedihî (aşikar) olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zarurî olmaz. Tâ ki Ebu Bekirler a'lâ-yı illiyyîne (cennette en yüksek derece) çıksınlar ve Ebu Cehiller esfel-i sâfilîne (cehennemin en aşağı tabakası) düşsünler. İhtiyar (irade) kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mu'cizeler seyrek ve nâdir verilir (Şualar, 5. Şua)
İşte bu hikmete binaen, mucize olarak gerçekleşen bu olaylar, muhtemelen görenlerin kendilerince ikinci bir mantıkla açıklayabileceği bir şekilde gelişmiştir. (En doğrusunu Allah bilir) Örneğin "kan musallat kılınması" ile ilgili, Allah, Nil ırmağını sebepsiz olarak gerçek kana çevirmiş olabilir. Veya bir savaşı vesile kılmış olabilir; böylece o bölgede insan kanı akmış olabilir. Irmak, bakanların gözüne kan renginde görünmüş olabilir. İnsanlar bir çeşit kan hastalığına yakalanmış olabilir. Ancak Kuranda bize bildirilen tüm bu felaketleri Firavun kavminin başına Allahın bir mucize olarak verdiğidir.
Allah'ın Firavun'a ve çevresindeki inkarcı kavme yolladığı bu felaketlerden Tevrat'ta da Kuran ile bir mutabakat halinde ayrıntılarıyla bahsedilir:
Ve eğer sen salıvermek istemezsen, işte, ben senin bütün sınırlarını kurbağalarla vuracağım. Ve ırmak kurbağalarla kaynayacak, ve çıkacaklar, ve senin evine, ve senin yatak odana, ve senin yatağının üzerine, ve kullarının evlerine ve kavmina ve fırınlarına ve hamur teknelerine girecekler. (Çıkış, 8/2-3)
Ve Rab Musa'ya dedi: Harun'a de: Değneğini uzat ve yerin tozuna vur, ta ki bütün Mısır diyarında tatarcık olsun. (Çıkış, 8/16)
Ve bütün Mısır diyarı üzerine çekirge çıktı, ve Mısır'ın bütün hududuna kondu; gayet çok idiler, ondan evvel böyle çekirge, bunun gibisi olmamıştı, ondan sonra da böylesi olmayacaktır. (Çıkış, 10/14)
...fakat Rabbin söylediği gibi Firavun'un yüreği katılaştı, ve onları dinlemedi. (Çıkış, 8/19)
Firavun'a ve yakın çevresine üst üste korkunç felaketler geliyordu. Bu felaketlerin önemli bir özelliği, bunların bir kısmının putperest kavmin tanrı olarak tapındığı şeylerden kaynaklanmasıydı. Örneğin Nil nehri ya da kurbağalar onlar için kutsaldı ve bunları tanrılaştırmışlardı. Onlar "tanrılarından" medet umar ve yardım dilerken, Allah hatalarını görmeleri ve yaptıkları günahların karşılığını almaları için onları bu "tanrıları" aracılığıyla azaplandırdı.
Tevrat yorumcularına göre "kan", Nil nehrinin kana dönmesidir. Mecazi anlamda bu, nehrin renginin kıpkırmızı olmasıyla açıklanabilir. Nehre bu rengi veren özellik ise, bir yoruma göre, bir bakteri çeşitidir.
Mısırlılar'ın ana hayat kaynakları Nil'di. Bu kaynağa herhangi bir zarar gelmesi, tüm Mısır için ölüm anlamına gelirdi. Eğer Nil nehrini bakteriler kırmızıya çevirecek kadar yoğun oranda kaplamışsa bu, suyu kullanan her canlının da bu bakterilerden zarar görmesine yol açacaktı.
Bugüne dek yapılan araştırmalarda, kırmızı renge sebep olarak; protozoalar, zooplanktonlar, tatlı ve tuzlu su planktonları (phytoplankton) ve dinoflagellatesler gösterilmektedir.36 Tüm bu jenerasyonlar (bitki, mantar ve protozoa) suyu desoksijene ederek canlılar için zehir etkisi taşıyan zararlı toksinler üremesine sebep olurlar.
ABD Ulusal Balıkçılar Birliği'nden Patricia A. Tester, New York Bilimler Akademisi Yıllığı'na yazdığı bir yazısında, en az 50 cins phytoplanktonun toksit olduğunu, ve bunların deniz hayatına zarar verdiğini açıklamıştır. Aynı yayında Kanada Sağlık Bakanlığı'ndan Ewen C. D. Todd ise, tarihsel verilere dayanarak yaklaşık 25 çeşit phytoplanktonun dünya çapında çeşitli salgınlara sebep olduğunu iddia etmiştir. W. W. Carmichael ve I. R. Falconer ise, tatlı sularda yaşayan mavi yeşil algların sebebiyet verdiği hastalıkların bir listesini çıkarmışlardır. Kuzey Carolina Devlet Üniversitesi'nden Deniz ekolojisti Joann M. Burkholder ise, Pfiesteria piscimorte isimli bir dinoflagellate tanımlamıştır. Bu, türünün adından da anlaşıldığı gibi, balıkları öldüren bir cinstir.
Firavun zamanında da bu şekilde zincirleme bir felaketler serisi yaşanmış olabilir: Nil zehirlendiğinde balıklar da ölür ve Mısırlılar önemli bir gıda maddesinden yoksun kalırlar. Bu sırada yumurtaları balıklar tarafından tüketilmeyen kurbağalar da aşırı oranda üreyerek etrafı istila ederler, ancak daha sonra onlar da zehirlenerek ölürler. Balıkların ve kurbağaların ölümü, Nil'in zehiri ile birlikte verimli toprakları da zehirler. Kurbağa neslinin tükenmesi ise, çekirge ve buğday güveleri gibi böceklerin aşırı üremesine sebebiyet verir.
Elbette bu sayılanlar sadece birer yorumdur. Sonuç olarak, felaketler her nasıl cereyan etmiş ve her ne etki bırakmışlarsa da, ne Firavun ne de kavmi bundan öğüt alarak Allah'a tevbe etmediler, yine büyüklenmeye devam ettiler.
Firavun ve yakın çevresi öylesine ikiyüzlüydüler ki, akıllarınca Hz. Musa'yı ve dolayısıyla Allah'ı (Allah'ı tenzih ederiz) kandırmayı planlıyorlardı. Korkunç azap üzerlerine gelince hemen Hz. Musa'yı çağırmış, kendilerini bundan kurtarmasını istemişlerdi:
Başlarına iğrenç bir azab çökünce, dediler ki: "Ey Musa, Rabbine -sana verdiği ahid adına- bizim için dua et. Eğer bu iğrenç azabı üzerimizden çekip-giderirsen, andolsun sana iman edeceğiz ve İsrailoğullarını seninle göndereceğiz. Ne zaman ki, onların erişebilecekleri bir süreye kadar, o iğrenç azabı çekip-giderdik, onlar yine andlarını bozdular. (Araf Suresi, 134-135)

MISIR'DAN ÇIKIŞ
Firavun'a ve yakın çevresine Hz. Musa vasıtasıyla sakınmaları gereken şeyler açıklanmış, Allah onları uyarmıştı. Buna karşılık onlar isyan edip, peygamberi delilik ve yalancılıkla suçladılar. Allah da onlar için alçaltıcı bir son hazırladı. Ve Hz. Musa'ya olacakları vahyetti:
Musa'ya: 'Kullarımı gece yürüyüşe geçir, çünkü izleneceksiniz' diye vahyettik. Bunun üzerine Firavun şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi. "Gerçek şu ki bunlar azınlık olan bir topluluktur. Ve elbette bize karşı da büyük bir öfke beslemektedirler. Biz ise uyanık bir toplumuz" (dedi). Böylelikle biz onları (Firavun ve kavmini) bahçelerden ve pınarlardan sürüp çıkardık. Hazinelerden ve soylu makam(lar)dan da. İşte böyle; bunlara İsrailoğullarını mirasçı kıldık. Böylece (Firavun ve ordusu) güneşin doğuş vakti onları izlemeye koyuldular. İki topluluk birbirini gördükleri zaman Musa'nın adamları: "Gerçekten yakalandık" dediler. (Şuara Suresi, 52-61)
Tam böyle bir ortamda, İsrailoğulları yakalandıklarını zannettikleri ve Firavun'un adamları da onları yakalayacaklarını sandıkları bir sırada Hz. Musa Allah'ın yardımından asla ümit kesmedi ve "Hayır, şüphesiz Rabbim, benimle beraberdir; bana yol gösterecektir" (Şuara Suresi, 62) dedi.
Allah da tam bu sırada denizi yararak Hz. Musa ve İsrailoğulları'nı kurtardı. Firavun ve adamları ise azgın suların altında boğuldular:
Akdeniz
Yukarıdaki göç haritası Hz. Musa'nın denizi geçiş noktasının Akdeniz kıyısında olduğu varsayımına göre hazırlanmıştır.
akdeniz2

Yandaki haritada Hz. Musa'nın denizden geçmiş olabileceği noktalar numaralandırılmıştır. Görüldüğü gibi 1 ve 2 numaralar Kızıldeniz'de yer alırken, 3. muhtemel nokta Mısır'ın Akdeniz kıyısındadır.
Bunun üzerine Musa'ya: "Asanla denize vur" diye vahyettik. Deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi oldu. Ötekileri de buraya yaklaştırdık. Musa'yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtarmış olduk. Sonra ötekileri suda boğduk. Şüphesiz, bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve hiç şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, esirgeyendir. (Şuara Suresi, 63-68)
Hz. Musa'nın asası mucizevi özelliklere sahipti. Allah Hz. Musa'ya indirdiği ilk vahiyde onu bir yılana dönüştürmüş, sonra bu asa Firavun'un büyücülerinin büyülerini yutmuştu. Şimdi de Hz. Musa aynı asa ile denizi yarıyordu. Bu, Hz. Musa'ya verilen en büyük mucizelerden biriydi.

FİRAVUN VE ADAMLARININ SUDA BOĞULMALARI

Bugün ise, senden sonrakilere bir ayet (tarihi bir belge, ibret) olman için seni yalnızca bedeninle kurtaracağız (herkese cesedini göstereceğiz). Gerçekten insanlardan çoğu, bizim ayetlerimizden habersizdirler. (Yunus Suresi, 92)
Kuran'da, denizin yarılması olayının önemli noktaları anlatılır. Buna göre, Hz. Musa kendisine itaat eden İsrailoğullarını yanına alarak Mısır'dan ayrılmak üzere yola çıkmıştır. Ancak Firavun kendi izni olmadan yapılan bu çıkışı hazmedemez. "O ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla" (Yunus Suresi, 90) müminlerin peşlerine düşerler. Deniz kıyısına geldiklerinde Firavun ve ordusu onlara yetişir. İsrailoğulları'ndan bazıları bunu görünce Hz. Musa'ya isyan etmeye başlarlar. Tevrat'a göre Hz. Musa'ya "bizi niçin yurdumuzdan çıkardın, orada köleydik ancak yaşıyorduk, şimdi ise öleceğiz" derler. Gösterdikleri bu zaafiyet, Kuran'da da şöyle ifade edilmiştir:
İki topluluk birbirlerini gördükleri zaman Musa'nın adamları: 'Gerçekten yakalandık' dediler. (Şuara Suresi, 61)
Aslında İsrailoğulları'nın gösterdiği bu tevekkülsüz tavır ne ilkti ne de son olacaktı. Daha önce de kavmi Hz. Musa'ya şöyle yakınmıştı:
Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyete uğratıldık. (Araf Suresi, 129)
Kavmindeki bu tevekkülsüzlüğe karşılık, Hz. Musa Allah'a karşı son derece büyük bir güven duygusu içerisindeydi. Hakkıyla Allah'a güvenmekteydi. Mücadelesinin en başından beri Allah, yardımının onunla olacağını bildirmişti:
Korkmayın, çünkü Ben sizinle birlikteyim, işitiyorum ve görüyorum. (Taha Suresi, 46)
Firavun'un büyücüleriyle ilk karşılaştığında Hz. Musa "kendi içinde bir tür korku" duymuştu. (Taha Suresi, 67) Bunun üzerine Allah ona korkmamasını ve muhakkak üstün geleceğini ilham etmişti. (Taha Suresi, 68) Sonuçta, kendi kavminden insanlar yakalanmış olmaktan korkarlarken Hz. Musa şöyle demişti:
Hayır... Şüphesiz Rabbim benimle beraberdir, bana yol gösterecektir. (Şuara Suresi, 62)

Üstteki resim Firavun II. Ramses'in mezarından çıkarılan mumyasıdır Tarihsel kaynakların çoğunluğu bu Firavun'un Kuran'da bahsedilen Firavun olduğunu göstermektedir. Peki Kuran'a göre boğularak ölen Firavun'un mumyası nasıl olup da bir mezarda bulunmuştur? Büyük bir ihtimalle, sular üstüne kapanıp boğulduktan sonra, Firavun'un cesedi kıyıya vurmuş ve Mısırlılar tarafından bulunarak önceden yapılmış olan mezarına götürülmüştür
Allah Hz. Musa'ya asasını denize vurmasını vahyetti. Bunun üzerine "deniz hemencecik yarıldı ve her parçası kocaman bir dağ gibi oldu." (Şuara Suresi, 63) Bu durumda, Firavun'un böyle bir mucizenin gerçekleştiğini gördüğü anda ortada bir olağanüstülük olduğunu, İlahi bir müdahale ile karşı karşıya bulunduğunu anlaması gerekirdi. Deniz, Firavun'un öldürmeye çalıştığı insanların önünde açılarak onlara yol veriyordu. Üstelik onlar geçtikten sonra suların kapanmayacağından emin olunamazdı. Ancak buna rağmen İsrailoğulları'nın ardından suya girdiler. Büyük bir ihtimalle, Firavun ve ordusu, içinde bulundukları azgınlık ve düşmanlık sebebiyle sağlıklı düşünebilme yeteneğinden yoksun kaldılar ve bu durumun mucizevi niteliğini kavrayamadılar.
Firavun'un son anlarını Allah, Kuran'da şöyle bildirir:
Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): "İsrailoğulları'nın kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım" dedi. (Yunus Suresi, 90)
Burada Hz. Musa'nın bir mucizesini daha görmek mümkündür. Bunun için şu ayeti hatırlayalım:
Musa dedi ki: "Rabbimiz, şüphesiz Sen, Firavun'a ve önde gelen çevresine dünya hayatında bir çekicilik (güç, ihtişam) ve mallar verdin. Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için (mi?) Rabbimiz, mallarını yerin dibine geçir ve onların kalplerinin üzerini şiddetle bağla; onlar acı azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyecekler. (Yunus Suresi, 88)
Bu ayetten anlaşılmaktadır ki, Hz. Musa, Firavun'un acı azap kendisine gelince iman edeceğini önceden haber vermişti. Nitekim sular yükseldiğinde Firavun gerçekten de iman ettiğini söylemeye başladı. Ancak bu davranışın samimiyetsizliği, sahtekarlığı çok açıktı. Firavun kendisini ölümden kurtarabilmek için böyle demişti.
Ramses
Sonuç olarak Firavun'un son anda iman etmesi, bağışlanma dilemesi Allah tarafından kabul edilmemiş, Firavun ve ordusu sular altında kalarak ölmekten kurtulamamışlardır:
Şimdi, öyle mi? Oysa sen önceleri isyan etmiştin ve bozgunculuk çıkaranlardandın. Bugün ise, senden sonrakilere bir ayet (tarihi bir belge, ibret) olman için seni yalnızca bedeninle kurtaracağız (herkese cesedini göstereceğiz). Gerçekten insanlardan çoğu, bizim ayetlerimizden habersizdirler. (Yunus Suresi, 91-92)
Dikkat edilirse, Firavun'un yanı sıra askerleri de azaptan paylarına düşeni almışlardır. Firavun ordusunun da Firavun gibi "azgın ve düşman" (Yunus Suresi, 90) oldukları, "bir yanılgı içinde" (Kasas Suresi, 8) oldukları, "zulmettikleri" (Kasas Suresi, 40), "yeryüzünde haksız yere büyüklendikleri ve gerçekten Allah'a döndürülmeyeceklerini sandıkları" (Kasas Suresi, 39) için Allah'ın azabı onlar için de hak olmuştu. Böylece Allah hem Firavun'u hem de tüm ordusunu yakalayıp suda boğmuştu. (Kasas Suresi, 40)
Allah onlardan intikam almış ve ayetleri yalanlamaları ve bunlardan habersizmiş gibi davranmaları nedeniyle onları suda boğmuştu. (Araf Suresi, 136)
Firavun'un bu dehşetli ölümünün ardından olanları da Allah Kuran'da şöyle açıklamıştır:
Kendisine bereketler kıldığımız yerin doğusuna da, batısına da o hor kılınıp-zayıf bırakılanları (müstaz'afları) mirasçılar kıldık. Rabbinin İsrailoğulları'na olan o güzel sözü (vaadi), sabretmeleri dolayısıyla tamamlandı (yerine geldi). (Araf Suresi, 137)

Alıntı: Kavimlerin Helakı - Harun Yahya
Bir bildiğim varsa hiç bir şey bilmediğimdir. (: