Ulusalcılık ya da milliyetçilik kavramı aidiyet hissi yaratan kültürel bir çerçeve içinde yaşama isteği, hakkı ve bu hakkın ihlaline karşı mücadele biçiminde tezahür ettiği sürece bence ortada bir mesele yok, hatta savunulması, desteklenmesi gereken de bir konu.
Ancak, ulusalcılık ya da milliyetçilik kavramı özünde bir kültürel çerçeve olmasına karşın siyasete konu ya da alet oluyor ise, korumacı, otarşik, içe kapanmacı, rant yaratan ve yarattığı rantı kollayan ve bu haksız gelir kategorisi ile geçinen bir sınıf yaratma güdüsü peşinde koşuyor ise ortada ciddi bir sorun var demek.
Türkiye’nin AB süreci de bu ulusalcılık kavramının çeşitli açılardan irdelenmesini, tartışılmasını gündeme getirdi ve kanımca da bu tartışma ve irdeleme ortamı son derece yararlı oldu ve olmaya devam edecek. Ben de bu yazıda ülkemizdeki gençlerin ve özellikle ilgili yaş grubunun yüzde on beşini temsil eden üniversite gençliğinin son yıllarda artan ulusalcı eğilimlerini AB üyeliğimiz ve istihdam perspektifleri doğrultusunda incelemeye gayret edeceğim.
Ulusalcı çizginin açmazları...
Son üç senedir ülkemizin yaklaşık tüm üniversitelerini ziyaret etme ve buralarda genç öğrencilere AB bütünleşme sürecimiz hakkında konuşmalar yapma ve konuşma sonrasında da tartışma olanakları buldum ve edindiğim genel izlenim gençlerin artan bir biçimde ulusalcı çizgiye ama kültürel bir çerçeveyi öğrenme, muhafaza etme ve geliştirme anlamında değil, içe kapanmacı, yabancı düşmanlığı formatında savunmaya başladıklarını gördüm ve bundan ciddi bir elem duydum. Doğal olarak her Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının ülkemizin AB süreci konusunda istediği pozisyonu alması son derece demokratik bir tavır, bu bağlamda bazı gençlerimizin de AB karşıtlığını şiar edinmelerini anlamaya çalışıyorum; ama ben de bu şiarın çıkmaz bir yol olduğunu dile getirme özgürlüğümü sonuna dek savunmak ve kullanmak istiyorum.
Türkiye’nin AB meselesini iktisatçılar aslında çok daha net bir biçimde formüle ediyorlar ve ortaya çıkan manzara kanımca çok iyi irdelenmesi ve özellikle AB karşıtlarının iyi değerlendirmesi gereken bir manzara. Türkiye hâlâ fakir bir ülke, kimse bugünkü kişi başına beş bin dolarlık geliri lütfen yeterli görmesin, on beş yaş altı nüfusumuz tam yirmi milyon yani bizim ülkemizin yüksek ve sürdürülebilir bir büyüme sürecine ihtiyacı tartışılmayacak kadar büyük.
İşgücü piyasalarına yeni giren gençlere ve mevcut işsizlere düşük büyüme ile istihdam yaratma olanağının olmadığını bilmek için iktisatçı olmaya da pek gerek yok. Ancak, Türkiye ekonomisinin de çok belirgin bir yapısal sorunu mevcut ve bu sorun çerçevesinde yüksek büyüme ithalat talebini bir dizi bize benzer ülkeye oranla çok daha fazla uyarıyor, ekonominin yüksek büyüdüğü senelerde dış ticaret açığı artıyor ve buna bağlı olarak da cari açık tehlikeli sayılabilecek mertebelere yükseliyor.
Bizim ekonomimizde cari açık bazılarının sandığı gibi döviz kuruna değil çok daha fazla büyümeye endeksli bir problem. Türkiye’nin bu yapısal özelliği tek başına dışa bağımlılık olarak da algılanmamalı; örneğin ekonomik yapısı bize pek benzemeyen Fransa’da da yüksek büyüme dış ticaret açığını ve dolayısı ile cari açığı çok hızlı uyarıyor, Almanya’da ise ithalat talebi büyümeye Fransa’da ya da bizde olduğu kadar duyarlı değil. Bizdeki söz konusu yapısal sorunun bir-iki senede çözümü pek olanaklı değil; uzun vade ise zaten konumuz dışı. Tekrar başa döner isek, Türkiye daha zengin olmak ve yurttaşlarına iş yaratmak için hızlı büyümek zorunda, bunun tartışılır bir yanı yok ama hızlı büyüme bizi cari açık meselesi ile baş başa bırakıyor. Diğer bir anlatım ile hızlı büyüme vazgeçilmez bir kader ise esas mesele daima cari açığın finansmanı meselesi olacak, bunu unutmayalım.
Meseleyi cari açığın finansmanı meselesi değil de bizzat cari açığın kendisi olarak görür isek çözüm gayet de kolay, büyümeyi sıfırlarsınız hatta negatife çekerseniz, cari açık meselesi biter hatta muhtemelen aynen 2001 krizinde yani yüzde on küçüldüğümüz sene olduğu gibi cari fazla veririz, cari açık tehlikesi geyiği biter; ama kucağımızda artan fakirlik ve patlayan işsizlik kalır, biz de rahat ederiz. Sorun, tekrar ediyorum, cari açığın sağlıklı finansmanı ve bu yol da süreklilik kazanan bir doğrudan yabancı sermaye yatırımından geçiyor; doğrudan yabancı sermaye yatırımları hem içeride üretimi artıracak hem de döviz girdisi ile cari açık baskısını aşağıya çekecek. Aklı başında, ekonomide sihire, büyüye, mucizeye inanmayan iktisatçılar cari açık meselesini büyütmeden sürdürülebilir büyümeyi muntazam işleyecek bir doğrudan yabancı sermaye girişinde görüyorlar ve kanımca da bu saptamaları çok gerçekçi. Yabancı sermaye de bir ülkeye doğrudan yatırım yapmak için, şayet ücretler elli dolar değil ise, öngörülebilir ve sürdürülebilir bir hukuk sistemi ve kalıcı hukuk güvencesi istiyorlar; bazıları bu hukuk meselesini doğrudan yabancı sermaye için giriş ve çıkış koşullarının tartışılmaz bir biçimde aynılığı olarak tanımlıyorlar ki çok yanlış değil.
Türkiye, AB perspektifini korumalı
Doğrudan yabancı sermaye yatırımcısı ise söz konusu hukuk güvencesini ülkemizin AB sürecinde ve üyeliğinde görüyor; bugüne dek yani 1954’ten (ilk yabancı sermaye teşvik kanunu) 2004 sonuna kadar stok olarak 20 milyar dolar olan yabancı sermaye yatırımının 2005 senesinde bir anda yılda 9 milyar dolara çıkmasını başka türlü açıklamak olanaksız. Yabancı yatırımcının algılaması bu, kızsanız da beğenseniz de bu algılamayı bugünden yarına değiştirmek güç hatta adeta olanaksız.
Gelelim yeniden üç yıldır Anadolu üniversitelerinde tartıştığım AB karşıtı gençlere; bu çocuklar AB perspektifine karşı çıktıkları oranda doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına ve böylece de sürdürülebilir bir büyümeye karşı çıktıklarını maalesef şimdilik iyi anlamıyorlar. AB perspektifi kaybolan bir Türkiye ekonomisinde cari açığın sorunsuz ve kalıcı bir biçimde finansmanı olanaksız olacağından bu gençlerin kaderi, şayet Türkiye onların istediği bir yörüngeye yani AB karşıtı bir çizgiye oturur ise, düşük büyüyen bir ülkenin muhtemel potansiyel işsizleri olmak. Tartışmanın taraflarının pozisyonları bana hep ters geldi; elli yaşın üstü yani yavaş yavaş emekliliğe yaklaşan, belirli bir birikim gerçekleştirebilmiş kesim AB diye tutturuyor, yakın gelecekte iş arayacak kesim ise kendini işsiz bırakacak izolasyonist bir sistem peşinde koşuyor. Tekrar ediyorum mesele cari açığın finansmanı meselesi ve bu işin sağlıklı gerçekleşmesi AB’ye endeksli. Yok, cari açık olmasın, diyenler işsizlik konusunu bir kez daha düşünmek zorunda; aynen AB karşıtlarının da işsizlik meselesine nasıl cevap vereceklerinin belli olmadığı gibi.