Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Nisan 2006       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

AMERİKAN DEVRİMİ.


Devrimin öncesi.


İngiltere ile Fransa arasındaki savaşın kısa dönemli sonucu, İngiltere’nin Kuzey Amerika’daki imparatorluğunun daha da genişlemesi ve sağlamlaşması oldu. Uzun dönemli sonuçları ise bunun tam tersiydi. Çünkü İngiltere savaşı kazanarak imparatorluğu bir arada tutan en güçlü öğeyi ortadan kaldırdı. Savaş öncesinde, ortak çıkarlar, ortak düşmanlar, “İngilizlerin haklarına” ve bütün tarafların tanımlamaktan özenle kaçındıkları bir imparatorluk anayasasına duyulan ortak saygı imparatorluğu bir arada tutan en önemli öğelerdi. İngiltere’de olduğu gibi kolonilerde de uyruklar, geniş ve kapalı bir ortak pazarın korunmasından kazanç sağlamaktaydı. Koloni halkı imparatorluğun dışındaki dünyayla ticaret yapmak isteyince mevcut yasaların gevşekliği gizli ticareti olanaklı kılıyordu. Benzer biçimde, İngiliz kolonilerinin güneyinde, batısında ve kuzeyinde İspanyol ve Fransız kolonilerinin bulunması, İngiltere ve Amerika’nın askeri ve siyasal çıkarlarını birbirine bağımlı kılmıştı. Fransa’nın 1760’tan sonra aradan çekilmesi İngiliz-Amerikan stratejik bağımlılığını bozdu ve ekonomik çıkarların ortaklığına da son verdi. İngiltere’yle koloniler arasında çatışmalar belirdi. Bu çatışmalar arttıkça, her iki tarafın sözcüleri haklarını istemeye ve imparatorluk anayasasını kendi anladıkları gibi tanımlamaya başladılar. On üç yıl boyunca tanımlamalar çatışmaları, çatışmalar yeni tanımlamaları izledi. İmparatorluğun bütünlüğünü barışçı yollardan koruma olanağının kalmadığı açıkça ortaya çıktı.

Orta Koloniler’de (Pennsylvania, New York, New Jersey ve Delaware) genel bir ekonomik zenginlik, ama aynı zamanda İngiltere’yle toplumsal ve siyasal sürtüşme va anlaşmazlık vardı. Buğday ve un üretimi patlama düzeyine varmış, çiftçiler ve tüccarlar için güzel günler getirmişti. Bölgede önem bakımından ikinci sırayı alan demir ürünlerinin üretimi de düzenli olarak artıyordu. Ama yeni göçmen dalgaları bu kolonilerin her birinde toplumsal gerginliğe yol açtı. İngiltere Parlamentosu’nun 1760’ta kabul ettiği yasalar yeni ticari düzenlemeler getirerek kolonilerin ekonomik gelişmesini engellemeye başladı. Kolonilerde bu yasalara karşı tepki giderek artıyordu.

1760’ların ortalarında kolonilerde yaşayanlar kendi aralarında derin bir biçimde bölünmüşlerdi. Parlamento’nun çıkardığı yasalara karşı tepki güçlü ama dağınıktı. Parlamento 1765’te kolonilerden sağladığı gelirleri artırmayı ve İngiltere’deki ağır vergi yükünü hafifletmeyi amaçlayan Damga Yasası’m kabul etti. Pek çok İngiliz, ülkedeki ağır vergilerin geniş bir sömürge imparatorluğunu korumanın maliyetinden kaynaklandığına inanıyordu. Amerika’da, başta Boston olmak üzere birçok liman kentinde damga vergisinin toplanmasına karşı tepki şiddetli oldu. Koloni sakinleri birçok yerde bu vergi kaldırılıncaya değin İngiliz mallarını ithal etmeyi reddetti. Ekim 1765’te 9 koloni New York’ta toplanan bir kongreye temsilci yolladılar. Kongre, Damga Yasası’m, özellikle vergilerin halk tarafından krala gönüllü olarak verilen bir armağan olduğu ilkesini çiğnediği gerekçesiyle protesto etti. Parlamento, daha çok Amerikalıların boykotundan zarar gören Londralı tüccarların baskısıyla yasayı kaldırdı.

Kolonilerin sözcüleri Parlamento’nun geri adım atmasını coşkuyla karşılarken, aynı gün geçirilen Açıklayıcı Yasa’yı önemsemediler. OysaLu yasa, Parlamento’nun her durumda koloniler adına yasa çıkarma yetkisine sahip olduğunu tekrarlıyordu. Haziran 1767’de Parlamento, Amerika’nın ithal ettiği kurşun, cam, boya, kâğıt ve çaya vergi koyan Townshend Vergi Yasaları’nı kabul etti. Bunun üzerine John Dickinson, kolonilerdeki direnişi harekete geçiren bir dizi yazı yayımladı ve görüşleri Amerika’nın çoğunluğunca kabul edildi. Buna göre Parlamento, ticareti ve imparatorluk içindeki öbür ilişkileri düzenlemek amacıyla kolonileri vergilendirebilirdi, ama hiçbir zaman gelir elde etmek için kolonilerden vergi isteyemezdi. Yeni boykotlar ve İngiltere’deki siyasal baskılar karşısında çay vergisi dışındaki bütün Townshend Vergileri kısa bir süre sonra kaldırıldı. Bu, olayların bir süre yatışmasını sağladı.

1772’deki yapay ekonomik gelişmenin sona ermesiyle bozulan ekonomik durum olayların yeniden başlamasına yol açtı. Massachusetts’in iç kısımlarında, genellikle tutucu olan ağır borç yükü altındaki çiftçiler, Bostonlu radikalleri desteklemeye başladılar. Virginia’da iflasın eşiğindeki tütün yetiştiricileri New Englandlı çiftçilerden daha fazla borca girmişlerdi. Ote yandan Doğu Hindistan Kumpanyası da iflasa sürüklenmekteydi. Parlamento şirketi kurtarmak için 10 Mayıs 1773’te şirkete yeni ayrıcalıklar veren karmaşık bir yasayı kabul etti. Tanınan ayrıcalıklar arasında, Londra’da depolanmış olan çayın Amerika’ya sevkedilmesi durumunda, ödenmiş olan çay ithalat vergisinin iadesi de vardı. Dolayısıyla, Townshend Vergi Yasaları’na karşın, yüksek kaliteli İngiliz-Hint çayı, Amerika’ da ucuz ama düşük kaliteli Hollanda çayından daha ucuza satılacaktı.

Çay Yasası, Amerika’daki muhalif öğeleri yeniden birleştirdi. New York, Philadelphia ve New England limanlarındaki gizli çay ticaretinden kazanç sağlamaya alışmış olan tüccarlar, mali çöküntü tehlikesi karşısında yeni direnişi parasal olarak desteklediler. Bu yeni yasanın Amerikan özgürlüklerini rüşvet yoluyla yıkmaya yönelik olduğu propagandası yapılmaya başladı. Çünkü Amerikalılar daha ucuz olduğu için vergili çayı almaya yönelecekti. Radikaller Boston’da çayları denize dökerken Charleston’ da da gemilerin çay yüküne el koydular.

Öbür yerlerde ise çay siparişleri geri çevrildi. Amerikalıların bağımsızlık için komplo hazırlamasından korkan Parlamento 1774’te kabul ettiği bir dizi yasayla Boston limanı için boğucu ticari sınırlamalar getirdi.
Dayanılmaz Yasalar adı verilen kısıtlamalar karşısında Amerikalıların genel yanıtı, ekim ayında bir Kıta Kongresi toplamak oldu. New Englandlıların ve Virginialılarm radikalleşmelerine karşın, kongrede egemen ses tutucu John Dickinson’un sesiydi. Dickinson, yeni yasaların İngiliz anayasasını ortadan kaldıracak nitelikte olduğu görüşündeydi. Ona göre direniş tarih ve gelenek tarafından doğrulanmaktaydı.Orta Koloniler’in ve Güney’in temsilcileri Dickinson’u desteklediler. Kongrede radikal görüş sahipleri azınlıktaydı. İngilizlerin Nisan 1775’te şiddete başvurmalarına karşın hiç kimse imparatorluktan ayrılmayı ciddi bir biçimde savunmuyordu. Ama aralık ayında Thomas Paine, Common Sense (Sağduyu) adlı yapıtıyla krala bağlılık yolunda ileri sürülen her türlü iddiayı çürüttü. 1776’da direniş savaşa dönüşmek üzereyken bağımsızlıktan yana olanların sayısı da hızla artıyordu. Ancak Orta Koloniler’de ve Güney’de halkın çoğunluğu sonuna kadar bağımsızlığa karşı çıktı. Çünkü imparatorluk onlar için iyiydi ve ayaklanma, Yerlilerle, kölelerle ve sınırlarda yaşayan öğelerle yeni sorunlara yol açabilirdi, imparatorluğun meyvelerinden daha az yararlanan New England ve Virginia riskleri göze almaya hazırdı. Kongre 2 Temmuz 1776’da bağımsızlıktan yana bir oylama yaptı. İki gün sonra ise Jefferson tarafından kaleme alınmış olan ve “insanlığın düşüncelerine” seslenen Bağımsızlık Bildirgesi’ni ilan etti.

Bağımsızlık Savaşı.


Amerikan Devrimi diye de bilinen Bağımsızlık Savaşı, 1778 başına değin İngiliz imparatorluğu içinde bir iç savaş olarak sürdü. 1778’de Fransa’nın, 1779’da İspanya’nın ve 1780’de Hollanda’nın kolonilerin yanında yer almasıyla uluslararası bir savaşa dönüştü. Başlangıçtan itibaren deniz gücü savaşın gelişimini belirleyen önemli bir etken oldu. Deniz gücü sayesinde, İngiltere askerlerinin sayısının daha az olmasının doğurduğu açığı kapattı, Fransa da İngiltere’yi Yorktown’da kesin teslime zorladı.
Amerikalılar karadaki savaşları temel olarak iki ayrı örgütlenmeyle sürdürdüler: Kıta (ulusal) ordusu ve eyalet milisleri. Savaş boyunca ordunun toplam sayısı 231.771’e, milislerin sayısı ise 164.087’ye ulaştı. Ama herhangi bir belirli dönemde Amerikan güçleri genellikle 20 binin üzerine çıkmadı. Yeterli düzeyde kıta gücünün toplanamamış olmasının nedeni, kolonilerde düzenli ordulara karşı duyulan güvensizlik ve hoşnutsuzluktu. Buna karşılık, İngiltere profesyonellerden oluşmuş, güvenilir ve kararlı bir orduya sahipti. Asker sayısı 42 bini ancak bulduğundan yaygın askere alma programlarına başvuruldu. Asker sayısı gene yetersiz kalınca İngiltere Alman prenslerinden parayla 30 bin asker kiraladı.

Savaş Massachusetts’te, General Thomas Gage’in, koloni askerlerinin Boston yakınında Concord’da bulunan depolarını imha etmek için asker yollamasıyla 19 Nisan 1775’te başladı. General George Washington Kıta Kongresi tarafından Amerikan kuvvetlerinin başkomutanlığına getirildi. Washington hem Ingilizleri Boston’da durdurmak, hem de ulusal bir ordu toplamak zorundaydı.
Amerikalılar Kanada’daki Montreal’i alma girişimlerinde başarılı olamadılar. İngiliz hükümeti ayaklanmayı bastırmak için General Howe ve kardeşini 34 bin kişilik bir donanmayla New York’a yolladı. Howe kardeşlere ayrıca Kongre’yle uzlaşma görevi de verildi. Howe’lar barış elde edemeyince kuvvete başvurdular. General Howe 27 Ağustos 1776’da Long Island’a çıktı. Delaware Irmağının batı kıyısına kadar geri çekilmek zorunda kalan Washington, aralık sonunda karşı saldırıya geçti. Ocaktaki ’Trenton-Princeton çarpışmaları bağımsızlık mücadelesinin seyrini değiştirdi.

1777’de İngiltere’nin stratejisi, New England’la öbür koloniler arasında bir boşluk meydana getirmekti. Ama bunda başarılı olamadılar. Amerikalılara 1776’dan beri gizlice mali ve askeri yardımda bulunan Fransa, Haziran 1778’de resmen savaşa girdi. Amerikalılarla Fransızların ortak harekâtı savaşın sonucunu belirledi. İngiliz ordusu 19 Ekim 1781’de Yorktown’da teslim oldu. Bundan sonra kara savaşı durdu, ama açık denizde çarpışmalar sürdü. Son İngiliz askerlerinin 25 Kasım 1783’te New York’tan ayrılmasından sonra Washington kente girdi.
Ad:  abd2.JPG
Gösterim: 1716
Boyut:  66.1 KB

Koloni güçleri, çatışmaların başından itibaren İngiltere donanmasına birçok kez meydan okudu, ama deniz savaşları asıl İngiltere ile Amerika’nın Avrupalı müttefikleri arasında oldu. Amerikalıların rolü korsanlıkla sınırlı kaldı. Denizin önemi baştan anlaşılmıştı. Kıta Kongresi Ekim 1775’te bir Kıta Donanması, kasım ayında da Deniz Piyadeleri Birliği kurulmasını kararlaştırdı. Ama donanmanın etkisi sınırlıydı. Amerikalılar 1776’da İngiltere’nin 270 gemisine karşılık 27 gemiye sahipti. Savaşın sonunda da İngilizlerin gemi sayısı 500, Amerikalılarınki 20’ydi. Denizcilerin en iyileri korsanlığa yöneldiklerinden Kıta Donanması bir eğitim ve disiplin eksikliği sorunuyla karşı karşıyaydı.

Fransa’nın, Ispanya’nın ve Hollanda’nın savaşa girişi denizdeki çatışmanın yönünü değiştirdi. Ispanyollarla HollandalIlar etkin bir rol oynamadılar, ama İngiliz donanmasını Avrupa’ya bağlamakta başarılı oldular. İngiliz donanması hem Amerika kıyılarını, hem de düşman limanlarını aynı anda abluka altında tutamazdı. Ayrıca İngiltere’ nin gemileri, yılların ihmali ve tasarruf politikaları sonucunda günün koşullarının gerisinde kalmıştı, sayıları yetersizdi. Bu yüzden Fransa’nın Toulon filosu kolaylıkla Amerika’ya ulaşabildi. Fransızlar bazı deniz çatışmalarında Amerikalılara yardım ettiler.

1783 Paris Antlaşmasıyla İngiltere, batıda Mississippi Irmağını da içine alan geniş sınırlarla, Amerika’nın bağımsızlığını tanıdı. Kanada İngiltere’nin elinde kaldı, ama Doğu ve Batı Florida İspanya’ya verildi. Amerikalıların İngiliz yurttaşlarına olan özel borçlarını ödemeleri ve Newfoundland’m balık alanlarından yararlanmalan kararlaştırıldı. Kongre, eyaletlerden krala bağlı olanlara adil bir şekilde davranılmasını istedi.

KONFEDERASYON VE FEDERAL CUMHURİYETİN İLK DÖNEMİ.


Konfederasyon ve Anayasa Kurultayı.


1776’ya doğru bağımsızlık konusu gündeme gelince çeşitli kolonilerde bu konu üzerindeki iç siyasal kutuplaşmalar sertleşti. Bağımsızlıktan yana olanlar kısa sürede iki ana gruba ayrıldılar. Orta Koloni- ler’in ve Güney’in isteksiz olarak ayaklanan halkı, bağımsızlığın kazanılacağı anlaşıldığında, önceden güçlü bir hükümet kurulmasında ısrarlıydı. New England’ın ve Virginia’ nın ateşli bağımsızlıkçıları ise cumhuriyeti savunuyorlar, monarşiye, merkezî hükümete, yürütme gücüne ve yerel grupların iktidarı üzerinde her türlü sınırlamaya karşı çıkıyorlardı. Cumhuriyet yanlıları 1776’dan 1780’e değin ağır bastılar ve Konfederasyon Maddeleri’nin kabul edilmesini sağladılar. Bu sözleşme Dickinson’un önerdiği güçlü ulusal hükümet formülü yerine bir tür “dostluk birliği” kuruyordu.

Ne var ki cumhuriyet yanlılarının bu üstünlüğü pek az iç reform sağlayabildi. Rhode Island ve Connecticut dışındaki koloni yönetimleri yeni anayasalar kabul etmişti, ama Pennsylvania ve Georgia anayasaları dışında, bunların hiçbiri radikal sayılmazdı. Pennsylvania ve Georgia’da, yürütme ve yargı organlarının denetiminde olmayan tek meclisli birer yasama organı kurulmuştu. Öbür 9 koloni, siyasal iktidarı 1776 yazındaki haliyle dondurmak istiyordu. Hepsinde yürütmenin gücü azaltıldı ve yasama yetkisi genişletildi.

1783 Paris Antlaşmasından sonra Amerikalılar kendilerini dost olmayan bir dünyada buldular. İngiltere Batı Hint Adalarını Amerikan gemilerine kapamıştı. İspanya da kolonilerini ve bu arada New Orleans’ı da kapayarak Batı’nın gelişmesini engellemişti. Fransa bile New England’ın balığıyla Virginia’nın tütününü almaktan vazgeçti. Kısacası, bağımsızlıktan elde edilmesi beklenen sonuçlar gerçekleşmemişti.

İç gerginlikler de yeni cumhuriyetin içinde bulunduğu güçlükleri artırıyordu. Konfederasyon Maddeleri çerçevesinde hemen hemen hiçbir güce sahip olmayan Kongre, ulusal ve yerel sorunlarla başa çıkacak durumda değildi. Savaş sırasında biriken ulusal ve eyalet düzeyindeki kamu borçları 60 milyon doları buluyordu. Ulusal düzeyde bir şey yapılamaz hale gelince eyaletler kamu borçları sorununu kendi başlarına çözmeye çalıştılar. Savaş borçlarını ödeyebilmek için ağır yük altına giren ve bu nedenle ekonomik bunalım içinde bulunan Massachusetts’te 1786’da bir iç savaş bile çıktı (Shays Ayaklanması). New York eyalet meclisi, Kongre’ye ithalat vergilerinden bağımsız bir gelir kaynağı bulunması için Konfederasyon Maddeleri’nde değişiklik yapılmasını isteyen bir öneriyi reddetti. Çaresizlik içindeki Kongre ve Rhode Island dışındaki bütün eyaletler “Birliğin gereklerini gözden geçirmek” üzere Mayıs 1787’de Philadelphia’da bir genel kurultay toplanması için çağrıda bulundular.

Mayıs 1787’de toplanan Philadelphia Kurultayı, birçok değerli devlet adamını bir araya getiren bir toplantı olarak tanımlanır. Oysa Thomas Jefferson, Sam ve John Adams, Richard Henry Lee, John Hancock ve Patrick Henry gibi 1776 kahramanları toplantıda yoktu. Delegeler siyaset kuramından iyi anlıyorlardı, ama temelde iş ve kamu yönetimiyle ilgilenen pratik insanlardı. Amerika’nın ne tür bir ulusal hükümete sahip olması gerektiği sorusuyla değil, “ABD ulusal bir hükümete sahip olmalı mı?” sorusuyla ilgileniyorlardı. Elli beş delege bu sorun üzerinde dört gruba ayrılmıştı. Delegelerin çoğu koyu milliyetçiydi. Washington ve Franklin’in önderliğindeki 8-10 kişilik milliyetçiler grubu, güçler ayrılığı ilkesine dayanan sınırlı bir ulusal otoriteden yanaydı, ama öbür delegelerin onaylayabilecekleri bir hükümet biçimini kabule de hazırlardı. İki monarşi yanlısı, Dickinson ve Hamilton; Pennsylvania valisi Morris ve Güney Carolina’dan John Rutledge’in başını çektiği 7-8 aristokrat her türlü ulusal hükümeti kabul edebilecek durumdaydı. Pennsylvania’ dan James Wilson ve Virginia’dan James Madison’ın 7-8 kişilik “demokratik” milliyetçileri ise geniş bir halk tabanına dayanan güçlü bir ulusal hükümet istiyordu. Bunların dışında iki ayrı “koşullu” miliyetçiler grubu bulunuyordu. Bunlardan birincisi, ulusal hükümeti dar bir biçimde tanımlanmış cumhuriyetçi ilkeler üzerine kurulmuş haliyle kabul ediyordu. Öbür grup ise, toprakların bütün eyaletlerin ortak malı olması koşuluyla çok güçlü bir merkezî otoriteyi destekliyordu. Son olarak, birkaç delege, özellikle New York’tan bazı delegeler, ulusal yetkinin artırılmasına kesinlikle karşıydı.

Madison ve Wilson ideolojik ayrılıkları, Rutledge, Roger Sherman ve Oliver Ells- worth ise siyasal ve ekonomik görüş ayrılıklarını gidermeye çalıştılar. Kurultayda yürütme, yasama ve yargı güçlerine bölünmüş bir ulusal hükümetin kurulması görüşü hemen kabul edildi. En sert tartışmalar, yasama organında temsil sorunu üzerinde oldu. Nüfusla orantılı bir temsil mekanizmasını savunan eyaletlerin karşısında, küçük eyaletler eşit temsil istiyordu. Uzlaşma formülü olarak iki bölümlü bir meclis kabul edildi: Meclisin bir bölümünün üyeleri eyaletlerin nüfusların a göre seçilecek, öbüründe ise her eyalet eşit sayıda temsilci bulunduracaktı. Bu ikinci bölüm kamu arazileri üzerinde denetime de sahip olacaktı. Komitelerde son şeklini alan anayasa 17 Eylül 1787’de 42 delegeden 39’unun oyuyla kabul edildi. Anayasanın 9 eyalet tarafından onaylanarak yürürlüğe girmesi ise Mayıs 1790’da gerçekleşti.

Siyasal gelişmeler, 1789-1816.


Yeni anayasaya göre ilk seçimler 1789 başında yapıldı. Çoğunluğunu eski milliyetçilerin oluşturduğu Federalistler iktidara geldiler. Washing- ton bütün oyları alarak başkan, John Adams da başkan yardımcısı oldu. Kongre’ye bir avuç Antifederalist seçildi. Yeni hükümet 1789’da yoğun bir biçimde çalışmaya başladı.

Antifederalistler, anayasaya bir haklar bildirisi eklenmesi için ikinci bir kurultay toplanmasını istediler. Sonunda Kongre 12 Ek Madde’yi kabul ederek eyaletlerin onayına sundu. Bunlardan 10’u Aralık 1791’de Haklar Bildirisi olarak onaylandı. Bu ek maddeler, eyaletler ve bireyler karşısında ulusal hükümetin gücünü sınırlıyor, bir dizi hak konusunda güvence getiriyordu. Söz konusu sınırlamalar, eyalet yönetimleri için geçerli değildi. Kongre 1789’da vergi ve adalet mekanizmalarını düzenlemeye başladı. Yeni bakanlıklar kurmak yerine Konfederasyonun yönetim mekanizmasını değiştirerek kabul etti.
Ad:  abd3.JPG
Gösterim: 1690
Boyut:  88.8 KB

Kongre, Hazine Bakanı Hamilton’dan kamu borçları üzerine bir rapor hazırlamasını istedi. Hamilton, Ocak 1790’da sunduğu “Kamu Kredileri Hakkında İlk Rapor”da, İngiltere’de 1690-1730 arasında geliştirilmiş olan sisteme dayalı ayrıntılı bir plan önerdi. Hamilton, genç Amerikan ekonomisi üzerinde ağır bir yük olan borçları ödemek yerine, borçları paraya çevirmeyi düşünüyordu. Bu amaçla eski Konfederasyon’un bütün borçları ve eyaletlerin savaş borçları yeni ulusal hükümetin tahvilleriyle değiştirilecekti. Yeni tahviller, Hazine Bakanlığı tarafından desteklenecek ve düzenli faiz getirecekti. İngiltere Merkez Bankası’na benzer yan resmî bir ulusal bankada, kamu borçlarına dayanan kâğıt para çıkarabilecekti. Tütün yetiştiren eyaletlerin temsilcileri Hamilton’un plamna karşı çıktılar. Kongre plam 1790’da kabul etti. ABD Bankasfnı kuran yasa da Şubat 1791’de çıkarıldı. Jefferson, bankanın, dar anlamda yorumuyla anayasaya aykırı olduğunu iddia ederken Hamilton tersini savunuyordu. Hamilton planının yeni Amerikan sanayisini geliştirmeye yönelik koruyucu gümrük düzenlemeleri ise reddedildi. Büyük ölçüde bu tartışmaların sonucunda, siyasal partilere benzer gruplaşmalar 1792’de biçimlenmeye başladı. Madison ve Jefferson’un önderliğindeki Cumhuriyetçiler, yönetim karşıtı bir gazete çıkardılar, Demokratik-Cumhuriyetçi dernekler adı altında yerel düzeyde örgütlenmeyi gerçekleştirdiler ve seçim etkinliklerine giriştiler. Güney’in üst bölümlerinde, Batı sınırında ve Orta eyaletlerin eski Antifederalistleri arasında destek sağladılar. Hamilton’un önderliğindeki Federalistler de bir gazete çıkardılar, ama siyasal örgütleri temelde Hazine Bakanlığı memurlarından oluşuyordu. Federalistleri destekleyenler hızla arttı, ama “parti” özellikle New England, Güney Carolina, New York ve Philadelphia çevresinde yandaş buldu.

1793’te Amerikan siyasetini 22 yıl uğraştıracak yeni bir sorun ortaya çıktı: Napoleon Savaşları. Fransız elçisi Edmond Genet, Amerika’ya gelip 1778 Fransız-Amerikan İttifakı gereğince ABD’nin Fransa’nın yanında savaşa girmesi gerektiğini ileri sürdü. İngiltere ile savaşmanın gümrük gelirlerini azaltacağını ve ulusun birliğini sağlayan mali sistemin çökmesine yol açacağını savunan Hamilton, tarafsızlığın korunmasını istiyordu. Washington, Hamilton’un tavsiyelerine uyarak bir tarafsızlık bildirisi yayımladı. Bunun ardından Fransa’ya yakınlık duyan Jefferson Dışişleri Bakanlığından istifa etti.

İngiliz donanması 1793-94 kışında birçok Amerikan ticaret gemisine el koydu. Bu olaylar Amerika’da Cumhuriyetçilerin durumunu güçlendirdi. İngiltere ile ilişkileri koparmayı göze alamayan Washington, John Jay’i Londra’ya yolladı. Jay’in İngiltere ile imzaladığı antlaşma, İngiliz-Amerikan ilişkilerinin bozulmasını önledi. Bu antlaşmayla İngiltere, Amerika’nın kuzeybatısında elinde tuttuğu bazı noktaları bırakıyordu. Ayrıca antlaşma, tarafsız Amerika gemilerine savaşan devletlerin mallarını taşıma olanağı getirdi. Jay Londra’dayken Pennsylvania’nm batısında, içki üzerindeki federal vergiye karşı Viski Ayaklanması çıktı. Demokratik-Cumhuriyetçi dernekler bu ayaklanmayla ilişkili görüldüğü için büyük ölçüde gözden düştü. Cumhuriyetçiler buna karşın, Jay Antlaşması’na karşı canlı bir muhalefet örgütleyebildiler. Yalnız Fransa’daki Terör Dönemi (1793-94) bu muhalefeti zayıflattı ve antlaşma Senato’nun üçte iki onayını almayı başardı.

Washington, ikinci döneminin sonunda (3 Mart 1797) yeniden başkan seçilmek istemediğini açıklamıştı. Seçimlerde Federalist başkan yardımcısı John Adams başkanlığa, Cumhuriyetçi Jefferson da başkan yardımcılığına getirildi. Adams’m başkanlığı sırasında Jay Antlaşması yüzünden Fransa ile ilişkiler bozuldu. Fransa, Amerikan diplomatlarını tanımak için rüşvet ve haraç istedi. ABD savaşa hazırdı; 1798 ve 1799’da Fransa ile bazı deniz çatışmaları oldu. 1 Ekim 1800’de Napoleon, gizli San Ildefonso Antlaşmasıyla Ispanya’dan Louisiana’yı aldı. Ama Adams savaşa girmekten kaçındı. 1800 seçimlerinde Jefferson ve Aaron Burr eşit sayıda, oy aldı. Jefferson, Kongre kararıyla başkan oldu.

Jefferson’un sonradan “1800 Devrimi” diye adlandırdığı bu seçim aslında halk iradesini tam olarak yansıtmıyordu. İkinci seçmenlerin çoğu eyalet meclislerince seçilmişti. Bu yönetim değişikliği federal sistemde önemli değişiklikler de getirmedi. Jefferson ve hükümeti, Cumhuriyetçi ideologların düş kırıklığı pahasına ne hükümeti Federalist- lerden temizledi, ne de Hamilton’un kurduğu sistemi değiştirdi. Ayrıca anayasanın dar yorumu, zayıf yürütme gibi ilkeleri de bıraktı. Başkan ve çevresindekiler yargı gücü karşısında kuşku duymaktaydılar. Başkan Adams tarafından göreve getirilmiş olan Yüksek Mahkeme başyargıcı John Marshall, Kongre’nin kabul ettiği bir yasayı anayasaya aykırı bularak hukuki denetleme ilkesini ortaya atınca Jefferson öfkelendi ve 1805’e değin Yüksek Mahkeme’yi kendi görüşleri doğrultusunda değiştirmeye çalıştı, ama başarılı olamadı.

Jefferson’un asıl ilgilendiği, dış ilişkiler ve ülkenin genişletilmesiydi. 1803’te Fransa’dan 15 milyon dolar karşılığında Louisiana arazisi satın alındı. Jefferson, güneye denizden bir çıkış elde etmek için Ispanya’dan da Florida’yı almaya çalışıyordu. Öte yandan ABD, Avrupa savaşlarına karışmaya başlamıştı. İngiltere 1805’te, ABD’ye savaşan devletlerin mallarını taşıma izni veren kararını geri aldı. Ertesi yıl İngiltere ve Fransa, Amerika’nın Avrupa’yla ticaretini engellemeye yönelik önlemler aldılar ve yeni kuralları çiğnedikleri gerekçesiyle yüzlerce Amerikan gemisine el koydular. Buna karşılık Kongre, Jefferson’un isteği üzerine bütün Amerikan ihraç mallarına ambargo koydu. Bu, Jefferson’un başkanlığının en karanlık dönemi oldu. Çünkü ambargonun uygulanabilmesi için yurttaşlık hakları acımasızca çiğnendi. Jefferson başkanlığının ikinci dönemini tamamladıktan sonra bir daha devlet işlerinde görev almadı.

Jefferson’un dışişleri bakanı olan Madison 1809’da başkanlığa seçildi. Madison usta bir siyasetçiydi, ama Jefferson’un başkanlık kurumuna kazandırdığı liderlik özelliklerinden yoksundu. Madison, İngiltere ile Fransa’nın denizlerin serbestliği ilkesine saygı göstermelerini sağlamaya çalıştı. İngiltere ise Amerikan donanmasını rahatsız etmeye devam etti. Amerikan donanması, düzenli ordu karşısında duyulan kuşku nedeniyle küçülmüştü. Federal hükümet de, Cumhuriyetçilerin Kongre’de ABD Bankası’nın sona eren beratını yenilemeyi reddetmeleri yüzünden büyük ölçüde zayıflamıştı. 1812’ye doğru Amerika’nın hem İngiltere, hem de Fransa’yla ilişkileri bozulmuş ve savaş gücü zayıflamış durumdaydı. Ama ABD’de savaş isteyen güçler ağır bastı. Sonunda, 18 Haziran 1812’de İngiltere’ye savaş ilan edildi. Ama Delaware Irmağının doğusu ve kuzeyi tamamen barıştan yanaydı.

1812 Savaşı’nda Amerika’nın stratejisi, denizde çarpışmadan denizlerin serbest olması için mücadele etmekti. İngiltere ise Amerikan donanmasını limanlarda sıkıştırmayı ve kıyılan abluka altına almayı amaçlıyordu. Savaş sırasında Amerika’nın mali durumu iyice bozuldu. Cumhuriyetçi yönetim ABD Bankası’m ortadan kaldırmış, Kuzeyli tüccarları karşısına almıştı. New Englandlılar savaşa karşıydı ve düşmanla ticaret yapmayı sürdürüyordu. İngiltere’nin tarafına geçmeyi düşünenler bile vardı.

1814 çarpışmalarında Amerikalılar şaşılacak ölçüde başarılı oldular. İngiliz temsilciler, Amerikalılarla görüşmelerin aylardır sürmekte olduğu Belçika’nın Gent kentinde 24 Aralık 1814’te barış antlaşması imzalamayı kabul ettiler. Barış antlaşmasıyla savaştan önceki duruma dönüldü. Görüntüdeki bu zafer ve barışın yeniden kurulmuş olması Madison’un durumunu güçlendirdi. Madison’un kendi seçtiği aday, eski dışişleri ve savaş bakanı James Monroe 1816 başkanlık seçimlerini kolayca kazandı.

1816-50 ARASINDA ABD.


James Monroe’ nun başkanlığa seçildiği 1816 ile John Quincy Adams’ın başkan olduğu 1824 arasındaki dönem Amerikan tarihinde “İyi Niyet Dönemi” diye bilinir.

ABD’nin savaştan sonraki dış politikası milliyetçilik duygularını canlandırdı. Florida 1819’da İspanya’dan alındı. “Amerika Amerikalılarındır” diye özetlenebilecek olan Monroe Doktrini (1823) aslında uzun bir mesajın içine sıkıştırılmış birkaç cümleden ibaretti. Ülkeyi saran milliyetçilik akımının bir yansıması olan doktrinin öbür devletler üzerindeki kısa dönemli etkisi az oldu. Başkan Monroe, 2 Aralık 1823’te Kongre’ye sunduğu yıllık mesajında AvrupalI devletlere uyarıda bulundu. Ona göre, Amerika kıtasının sömürgeleştirilmesi artık sona ermişti ve Arupalı devletler bu kıta üzerindeki isteklerinden vazgeçmek zorundaydı. Ayrıca AvrupalIlar, kendi monarşik sistemlerini de batı yarıküresinin dışında tutmalıydılar. Buna karşılık ABD de sürmekte olan Yunan Bağımsızlık Savaşı’na müdahale etmeyecekti.

Yargıç John Marshall’ın başkanlığındaki Yüksek Mahkeme, kararlarıyla Kongre’yi ve federal otoriteyi eyaletler aleyhine güçlendirerek milliyetçiliği körükledi. Kongre’nin ikinci kez bir ulusal banka kurulmasına karar vermesi (1816), bir ölçüde ülkenin 1812 Savaşı’ndan sonra içine düştüğü mali sıkıntıları gidermeye yönelikti. Ayrıca mali çevrelerin entrikaları da bu kararın alınmasını etkilemişti.

Ulusal birliğin güçlenmesi yolundaki tüm belirtilere karşın ters yönde de aynı derecede güçlü gelişmeler vardı. Yüksek Mahke- me’nin kararları güçlü federal hükümet yanlılarını sevindirirken buna karşı olanları da kızdırmıştı. Batı’nın gelişmesi de farklı duygulara yol açıyordu. Doğulu tutucular toprak fiyatlarını yüksek tutmaya çalışıyorlardı; spekülatif çıkarlar yoksulların yararı
na olabilecek politikalarla çatışıyordu. İşadamları, kendi çıkarlarının temsil edilmediği yeni bölgelerin gelişmesi karşısında tedirgindi. İyi Niyet Dönemi’nde bile Amerikan insanı, kendisiyle aynı konumda olmayanları küçük görme eğilimindeydi.
Siyasal partiler ulusal düzeyde uyum içinde görünüyordu, ama eyaletler içinde uyumsuzluk egemendi. 19. yüzyılın başında ABD’deki yerel ve eyalet düzeyindeki politikalar büyük sorunlarla değil, küçük çıkarlarla ilgiliydi. Ama bu durum, siyasal rekabetin yumuşak olduğu anlamına gelmiyordu.
Ad:  abd4.JPG
Gösterim: 1689
Boyut:  103.2 KB

Hemen her düzeyde, kurnaz politikacılar iktidara sahip olabilmek ya da iktidarlarını güçlendirebilmek için acımasız bir mücadele içindeydi. Ulusal bölünmenin en açık göstergesi, kölelik ve özellikle köleliğin yeni kazanılan topraklarda uygulanıp uygulanmayacağı konusu üzerindeki siyasal mücadeleydi. Missouri Toprakları 1819’da köleliğe izin veren bir eyalet olarak Birlik’e kabul edilmek için başvurdu. Temsilciler Meclisi Missouri’de köleliğin varlığına karşı çıktı. Uzun tartışmalar sonunda 1820’de bir uzlaşmaya varıldı: Missouri, köleliğe izin veren bir eyalet olarak Birlik’e kabul edildi, ama Maine de Massachusetts’ten ayrılıp, köleliğin bulunmadığı bir eyalet olarak Birlik’e katıldı. Böylece köleliğe izin veren ve vermeyen eyaletlerin sayısında 12’ye 12’lik bir denge korunmuş oldu. Buna ek olarak, Missouri’nin güney sınırını oluşturan 36° 30' enlemin kuzeyinde kölelik bundan böyle yasaklanıyordu. Missouri Uzlaşması ülkenin birliğini tehdit eden tehlikeleri en azından geçici olarak azalttı. Kölelik 36° 30' enlemin güneyiyle sınırlı tutuldu.

Ekonomi.


Amerikan ekonomisi, 1812 Savaşı’ndan sonraki yıllarda dikkate değer bir hızla genişleyerek olgunlaştı. Batı’nın hızla gelişmesi, tahıl ve domuz eti bakımından yeni bir merkez yaratırken, ülkenin öbür bölgelerinin başka ürünler üzerinde uzmanlaşmasına olanak verdi. Özellikle dokumacılık alanındaki yeni imalat teknikleri yalnızca kuzeydoğudaki “sanayi devrimi”ni hızlandırmakla kalmadı, Kuzey’in hammaddeye olan gereksinimini artırarak Güney’deki pamuk üretimi patlamasına katkıda bulundu. Sanayi işçileri ülkede ilk sendikaları, hatta ilk işçi partilerini örgütlediler. Sermayenin gereksinimlerinin dev boyutlara ulaştığı bu dönemde şirketler de biçim değiştirdi. Ticaret giderek uzmanlaştı, bankaların sayısı arttı, kâğıt para kullanımı yaygınlaştı. Ülkedeki en önemli değişiklik, insan ve yük taşıma sisteminde meydana geldi. Kara, su ve demir yollarında bu dönemde büyük atılımlar gerçekleştirildi. “Ulaşım devrimi” dönemin hemen bütün değişikliklerinde belirleyici rolü oynadı.

Bir etkinlik dalı olarak tarım, öbür kesimler karşısındaki önemini korudu. Kuzeydoğuda New York, Pennsylvania, güneyde Kentucky ve Tennessee, 1840’larda bile önemli ölçüde mısır ve buğday üreten, hayvan yetiştiren eyaletler olarak kaldı. Ama asıl eğilim üretimde uzmanlaşma yönündeydi. Pamuk yalnızca Güney’de değil bütün ülkede baş tacı edildi. Pamuk ihracatı, bütün öteki ihraç ürünlerinin sağladığı toplam gelirden daha fazla gelir getiriyordu. Köle fiyatlarının hızla yükselmesine karşın kölelik kurumu, pamuğun öneminin artmasına koşut olarak yerini sağlamlaştırdı.

Yüzyılın ortasına gelindiğinde fabrikalar daha çok kuzeydoğu eyaletlerindeki dokuma sektöründe etkinlik göstermekteydi. Ama fabrika sistemi, Ohio Vadisinde bulunan eyaletlere doğru da yayılıyordu. İşçi örgütlerinde nitelikli işçiler toplanmıştı. İşçi hareketi 1837 ve 1839 mali paniklerini izleyen bunahm döneminde ezildi. Bu panikler, 1819’daki bunahm gibi, Amerikan ekonomisinin söz konusu dönemdeki gelişmesinin eksikliklerini ve yanlışlarını gösterir. Büyüme kesintisiz değildi. Aşın spekülasyon, enflasyon, hükümetin bazı durumlarda yetersiz kalması, dönemin özelliği olan istikrarsızlık ortamını yaratmıştı. Yüzlerce fabrika ve işyeri iflas etti. İşsizlik geniş boyutlara ulaştı. Ekonominin yeniden canlandığı 1840’lara değin sıkıntılı günler devam etti.

Toplumsal Gelişmeler.


İç Savaş’tan (1861- 65) önceki yıllarda Avrupa’dan ABD’ye yüzlerce ziyaretçi geldi. Bunlar, geri döndüklerinde “dillere destan cumhuriyet”i bütün yanlarıyla anlattılar. Ziyaretçileri en çok şaşırtan, Amerika’nın kendine özgülüğüydü. Eskidünya’nın göreli olarak durgun ve düzenli uygarlığının tersine, Amerika hareketli, dinamik ve sürekli bir akış içindeydi. Amerikan halkı kaba ama canlı, hırslı, iyimser ve bağımsızdı.

Amerikan toplumu hızla değişiyordu. Savaş öncesinde nüfus, AvrupalIları şaşırtan bir hızla artmaktaydı. On yıllık artış oranları üçte bir dolayındaydı. 1820’den sonra nüfus artış hızı ülkenin her yanında aynı olmadı. New England’da ve Atlas Okyanusu kıyısındaki Güney eyaletlerinde nüfus azalırken, Batı’da artıyordu.
1830’larda ve 1840’lardaki nüfus artışında göçmenlerin önemli payı oldu. 19. yüzyılın ilk 30 yılında Amerika’ya gelen Avrupalı sayısı 250 bin iken, 1830-50 arasında bu sayı 10 katına ulaştı. Yeni gelenlerin çoğunluğunu İrlandalIlar ve Almanlar oluşturuyordu.

Kuzeyde yaşayan Siyahlar kâğıt üzerinde özgürlüğe sahipti. Bunlar daha çok kol emeğine dayalı işlerde çalışıyorlardı. Kuzeydoğu kentlerindeki konumlarını yeni gelen İrlandalIlara karşı koruma kaygısın- daydılar. Bu iki grup arasındaki mücadele zaman zaman sokak çatışmalarına dönüşüyordu. Genel olarak özgür Siyahlara karşı duyulan nefret şiddete pek dönüşmüyordu, ama etkiliydi. Siyaset, çalışma, eğitim, yerleşme ve din alanlarında, hatta mezarlıklarda ırk ayrımı acımasızca baskıcı bir sistem doğurmuştu.

Kuzeyli özgür Siyah, bir köleden farklı olarak, içinde bulunduğu durumu eleştirebilir, bu konuda dilekçe verebilirdi. Ama bu, durumunun giderek kötüleşmesine engel değildi. Amerikalıların çoğu kırsal alanda yaşamayı sürdürüyordu. Makineleşme tarım üretimini artırmış, tarımın ticarileşmesini hızlandırmıştı. Bununla birlikte bağımsız çiftçilerin durumu, yüzyılın ortasına gelindiğinde pek az değişmişti.

Bu dönemde kentler büyüdü; kentsel nüfustaki artış, toplumun genel büyüme hızını geride bıraktı. Kentlerdeki gelişme yalnızca New York, Philadelphia, Charleston ya da New Orleans gibi örneklerle sınırlı kalmadı. Syracuse, Natchez, St. Louis, Lexington, Pittsburgh, Chicago ve Cincinnati gibi daha küçük kentler de gelişti. Bunların önemleri ve etkileri, buralarda yaşayan küçük yurttaş topluluklarıyla oranlı değildi. Savaş öncesinde kurulmuş olan kentler, hinterlandlarının zenginliğini ve siyasal etkisini yansıtan merkezlerdi. New York yüzyılın ortalarında 500 bine yaklaşan nüfusuyla küçük kentlere göre çok daha değişik sorunlarla karşı karşıya geldi. Gene de doğu ve batıdaki, eski ve yeni, küçük ve büyük bütün kentlerde değişme biçimleri şaşılacak ölçüde benzer özellikler gösterdi. Hepsinde de yaşamsal güç ticaretti. Yeni sorunların altından kalkabilmek ve kent insanlarının yeni fırsatları değerlendirebilmelerini sağlamak için vergiler artırıldı. Limanlar, yollar düzeltildi, polis gücü profesyonelleştirildi, hizmetler yaygınlaştırıldı, çöplerin toplanması bir düzene bağlandı, yardım etkinlikleri genişletildi.
Amerika hakkında yazan Alexis de Tocqueville ve öteki gözlemciler Amerikan toplumunun eşitlikçi özelliğine dikkat çekmişlerdi. Görünüşte ülkede tam bir fırsat eşitliği vardı. Zenginlerin birçoğu servetlerini kendi çabalarıyla kazanmışlardı. Gelir dağılımında büyük dengesizlikler yoktu. Az sayıda zengin ve yoksulun dışında toplumun geniş kesimleri arasında mülkiyet oldukça eşit bir biçimde dağılmıştı.

Oysa gerçek durum farklıydı. Çok sayıda zengin yoktu, ama 1850’de Amerika’daki milyonerlerin sayısı bütün Avrupa’dakin- den daha çoktu. Kuzeydoğudaki kentsel nüfusun büyük çoğunluğunun hemen hiçbir varlığı yokken, yüzde l’i toplam servetin yarısına sahipti. 1830’dan sonra Batı’da da sınıf ayrımları keskinleşmeye başladı.

Jackson demokrasisi.


1820’lerde ve 1830’ larda Amerikan siyaset sahnesi giderek demokratikleşti. Önceleri atamaya bağlı olan yerel düzeydeki ve eyaletlerdeki resmî görevler için seçim esası getirildi. Mülkiyetin yaygınlaşmasıyla birlikte oy hakkı da genişletildi. Birçok eyalette oy hakkı üzerindeki sınırlamalar azaltıldı ya da bütünüyle kaldırıldı. Birçok eyalette de sözlü oylamanın yerini oy pusulası aldı. Gizli oylama yönündeki eğilim de giderek güçlendi. Başkanı seçmekle görevli ikinci seçmenler 1800’de yalnızca iki eyalette halk oyuyla belirleniyordu. 1832’de ise ikinci seçmenlerin yasama meclisince belirlendiği tek eyalet Güney Carolina idi. Parti adaylarının belirlenmesinde de parti kurullarının yerini seçilmiş delegelerden oluşan meclisler aldı. Adaylar, demokratik yoldan seçilmiş organlar tarafından açık bir sistemle belirlenmeye başladı. Bu demokratik değişmeler, bir zamanlar düşünüldüğü gibi Andrevv Jackson ve yandaşları tarafından tasarlanıp gerçekleştirilmiş değildi. Değişikliklerin çoğu Jackson’un Demokrat Parti’sinin kurulmasından önce oluşmuştu. Hatta New York, Mississippi ve daha başka yerlerde bazı reformlar Jacksoncuların muhalefetine karşın gerçekleştirildi. Siyasal demokrasinin yaygınlaşmasından korkanlar her iki kesimde de vardı, ama 1830’larda tutucu görüşlerini açıkça dile getirmeye cesaret edenlerin sayısı iyice azalmıştı. 19. yüzyıl başında gerçekleştirilen büyük siyasal reformlar aslında bir tek siyasal grup ya da partinin ürünü değildi.

Andrew Jackson, kendi yandaşları için halk demokrasisinin bir simgesiydi. Kendi kendisini yetiştirmiş, kararlı ve cesur biri olan Jackson, birçok Amerikalının gözünde bir yanda doğanın ve Tanrı’nın sonsuz gücünün, öte yanda halkın büyüklüğünün kişileşmiş simgesiydi. Zayıflıkları, örneğin duygularını denetleyememesi, siyasal yaşamında işine yaradı. Onu mülkiyetin ve düzenin düşmanı olarak suçlayanlar, zenginlere karşı yoksulların, özel çıkarlara karşı sade yurttaşın yanında yer aldığı yolundaki savları güçlendirmişlerdi. Jackson da rakiplerinin çoğu gibi aslında tutucu toplumsal inançlara sahip, zengin biriydi. Ciltler tutan mektuplarında emekten pek az söz etmiştir. Başkan seçilmeden önce Tennessee’de avukat ve işadamıydı. O zaman yoksulun değil güçlünün, borçlunun değil alacaklının hakkını savunuyordu. Jackson’a ün sağlayan, partisinin halkın partisi olduğuna ve politikalarının halkın çıkarlarına hizmet ettiğine ilişkin görüşlerini yayan becerikli propagandacılardı. Bazı zengin çevrelerin şiddetli eleştirileri, Jacksoncu hareketin hem radikal, hem de demokratik olduğu yolundaki inancı daha da güçlendirdi.

Jacksoncu ya da Demokrat Parti 1820’ lerin ortasında kurulduğunda pratik bir amaçla bir araya gelmiş çeşitli insanların ve görüşlerin oluşturduğu gevşek bir koalisyon niteliğindeydi. Partiyi oluşturan öğeler, Jackson’un kusursuz bir aday olduğuna ve başkan seçilmesinin kendi işlerine yarayacağına inanıyordu. O dönemde ulusal düzeyde belirli partiler yoktu. Başkanlığın önde gelen adaylarından J.Q. Adams, Henry Clay, John C. Calhoun, William H. Crawford ve Jackson kendilerini Cumhuriyetçi, yani Jefferson’un partisinin izleyicisi olarak tanıtıyorlardı. Ulusal Cumhuriyetçiler Adams ve Clay’in izleyicileriydiler. 1834’te ortaya çıkan Whig’ler ise her şeyden önce Jackson’un yenilgiye uğratılmasmı amaçlıyorlardı.
Dönemin büyük partileri belirli politikaların değil, belli kişilerin zaferini gerçekleştirmek amacıyla kurulmuştu. Partiler bir kez kurulduktan sonra ise önderler, seçmenleri ilkelerin önceliğine inandırmaya çalışıyordu. Zamanla partiler daha belirgin ve birbiriyle çatışan siyasal çizgiler üzerine oturdu.

1840’larda Whig ve Demokrat Kongre üyeleri rakip bloklar halinde oy kullandılar. Whig’ler zayıf bir yürütmeden, yeni bir ABD [Merkez] Bankası’ndan, yüksek gümrük oranlarından, toprak gelirlerinin eyaletler arasında paylaşılmasından, ekonomik bunalımın etkilerinin azaltılması için yasalar çıkarılmasından ve Temsilciler Meclisi’ndeki üye oranlarının yeniden belirlenmesinden yanaydılar. Demokratlar ise bütün bunlara karşıydı. Onlar bağımsız bir hazine, saldırgan bir dış politika ve yayılmacılık yanlışıydılar.

İlkelere dayalı siyaset bu dönemde büyük partiler kadar küçük partiler tarafından da temsil ediliyordu. Masonluk aleyhtan parti sözde bir aristokrat komplosunu bastırmayı amaçlamıştı. İşçilerin Partisi sosyal adalet istiyordu. Locofocos (adlarını ilk toplantıları sırasında rakipleri tarafından karanlıkta bırakılan salonu aydınlatmak için kullandıkları kibritlerin markasından almışlardı), Demokrat Parti içindeki ve dışındaki tekelcileri suçluyordu. Çeşitli adlar altında yerel kültürü savunan partiler, her türlü kötülükten Katolik Kilisesi’ni sorumlu tutmaktaydı. Liberal Parti ise köleliğin yayılmasına karşıydı. Geniş seçmen kitlelerine seslenebilme olanağından yoksun olan bütün bu partiler gelip geçiciydi.

“Reform Çağı”.


Tarihçiler 1830-50 arasını bir “reform çağı” olarak nitelemektedirler. Dolar peşinde koşmanın çılgınca bir tutku halini aldığı, hatta bazılarına göre ülkenin gerçek dini olduğu bu dönemde on binlerce Amerikalı ruhsal ve dünyevi yücelmeyi amaçlayan çeşitli hareketlere katılmaktaydı. Iç Savaş’tan önceki yıllarda böylesine bir reform tutkusunun ortalığı sarmış olmasının nedenleri üzerinde bir düşünce birliği sağlanmış değildir.

Getirilen açıklamalar, Protestan misyoner ruhunun (Evanjelik inancın) güçlü bir biçimde ortaya çıkması, reform ruhunun bütün Angloamerikan toplumunu sarması, Aydmlanma’mn kusursuzluk öğretilerine gecikmiş bir tepkinin doğması ve 19. yüzyıl kapitalizminin bir özelliği olan iletişim devrimi gibi etkenleri vurgulamaktadır.
Çeşitli reform hareketleri kuzey eyaletlerinde aynı sıralarda ortaya çıktı. Bunlar, kadın hakları, pasifizm, hapishane reformu, borç yüzünden hapis cezasına son verilmesi, ölüm cezasının kaldırılması, işçi sınıfının yaşam koşullarının düzeltilmesi, eğitimin genelleştirilmesi, özel mülkiyete karşı toplulukların örgütlenmesi gibi konuları gündeme getirdi.

Öte yandan kölelik aleyhtarı Köleliğin Kaldırılması Akımı benzeri görülmemiş bir reform hareketi oluşturdu. Bu harekette farklı öğeler yer aldı. Bir uçta William Lloyd Garrison gibi köleliğin hemen kaldırılmasını isteyen ve yalnız kölelik kurumunu değil, böyle bir kötülüğe izin verdiği için anayasayı da suçlayanlar vardı. Garrison’un gazetesi The Liberator köleliğe karşı mücadeleden geri dönmeyeceklerini ilan etmişti. Garrison’un bu radikal tavrı yalnız Güneylileri değil Kuzeylileri de kızdırdı. Öbür uçta Theodore Weld, James Birney, Gerrit Smith, Theodore Parker, Julia Ward Howe, Lewis Tappan, Salmon P. Chase ve Lydia Maria Child gibi adlar bulunuyordu. Farklı çizgileri temsil eden bu kişiler Garrison’dan daha ılımlı bir tutum içindeydiler.
Çok sayıda reform hareketinin varlığı, Amerikalıların bunları destekledikleri anlamına gelmiyordu. Köleliğe karşı olanlar seçimlerde başarı elde edemediler. Bazı reform hareketleri halkın daha çok ilgisini çekiyordu, ama hiçbiri büyük kitle desteğine sahip değildi.

Yüzyılın ortasındaki yayılmacılık ve siyasal bunalım. Doğulu göçmenler 19. yüzyıl boyunca sının batıya doğru iterek Mississippi Vadisine ve daha ötelere akın akm geldiler. (Tarihçi Frederick Jackson Turner 1893’te bu hareketli sınırın Amerikan uygarlığı ve değerleri üzerinde belirleyici bir etkisi olduğunu yazdı.) Louisiana Topraklarının satın alınması, öncülere ve arkadan gelenlere geniş bir alan sunmuş oldu. Ama Amerikalıların serüvenciliği bu alanla sınırlı kalmadı. Amerikalılar Louisiana Topraklan’mn güneyine, batısına ve kuzeyine yayıldılar. Meksika ve İngiltere bu topraklar üzerinde hak iddia ettiğinden ABD’nin bu devletlerle çatışması kaçınılmazdı.

Demokrat başkanlar Jackson ve James K. Polk (1845-49) ve yayılmacı Whig Başkan John Tyler (1841-45), “özgürlük imparatorluğumu genişletme amaçlarını gerçekleştirmek için Amerikan halkının yükselen milliyetçi duygularına öncülük ettiler. Her üç başkan da kurnazca davrandı. Jackson, Meksika’dan bir yıl önce ayrılmış olan bağımsız Texas Cumhuriyeti’yle resmî ilişki kurmak için görevdeki son gününe değin bekledi. Senato ilhak antlaşmasını büyük çoğunlukla reddedince Başkan Tyler ortak bir karar tasarısı hazırlattı. Kongre’nin her iki meclisinde de az farkla kabul edilen bu tasarıyla Texas, Birlik’e katıldı. Başkan Polk İngiltere ile, Oregon’un 49° enlemin güneyinde kalan bölümünü ABD’ye bırakan bir antlaşma yapmayı başardı (1846). New Mexico ve Yukarı California’daki Meksika topraklarını ele geçirmek için her türlü yola başvurmaya hazır olan Polk, bir sınır olayını bahane ederek Meksika’ya savaş açtı. Savaş geniş destek görmedi, ama pek az Kongre üyesi istenen ödeneklere karşı çıkabildi.

İÇ SAVAŞ.


ABD İç Savaş’tan önce uzun yıllar süren bir siyasal bunalım yaşadı. Bu bunalıma yol açan temel sorun, Amerika’da
19. yüzyılın başlarında henüz uluslaşma sürecinin tamamlanmamış olmasıydı. Hükümetin eğitim, ulaştırma, sağlık ve kamu düzeni gibi alanlardaki başlıca işlevleri eyalet düzeyinde ya da yerel düzeyde karşılanıyordu. Washington’daki federal hükümete duyulan zayıf bir bağlılık, kiliseler ve siyasal partiler gibi kurumlar ve kurucuların ortak anısı dışında ülkenin birliğini sağlayacak pek bir şey yoktu. Gevşek biçimde örgütlenmiş olan bu toplum içinde her kesim, her eyalet, her grup kendine göre bir yol izliyordu.

Ne var ki, teknolojideki ve ekonomideki gelişme ülkedeki çeşitli öğelerin zamanla birbiriyle yakın ilişkiye girmesine yol açtı. Ulaşım alanındaki gelişmeler (kanalların, paralı yolların, demiryollarının açılması) bölgeler arasındaki engelleri kaldırdı. Gazetecilikteki ve telgraf sistemindeki ilerleme düşünce yaşamındaki yerel sınırların aşılmasını sağladı. Herkes ülkede olan biteni izleyebilir duruma geldi. Demiryolu ağı geliştikçe, bu alandaki düzeni ve istikrarı sağlamak için ulusal demiryolu şirketleri kuruldu.

1800’lerin başındaki kırsal, ağır gelişen ve parçalanmış toplum düzeninden hareketli, bütünleşmiş ve ulusal bir toplumsal düzene geçiş birçok Amerikalı için sancılı bir süreç oldu. Bu geçişe genellikle karşı çıkıldı. Değişim karşısında duyulan öfke zaman zaman, değişimin sorumluları olarak görülen göçmenlere karşı sert saldırılara dönüştü.

Bölgecilik ve kölelik.


Uluslaşmaya yönelik eğilimlere duyulan düşmanlığın en kalıcı göstergesi, bölgesel bağlılıkların yeniden vurgulanması oldu. Örneğin New England’ lılar kendilerini Batı’nın tehdidi altında hissediyorlardı. Batı en yetenekli ve en güçlü işgücünü çekip almıştı. Demiryolları tamamlanınca da Batı’nın ucuz ürünleri, New England’ın ürünlerinin karşısına rakip olarak çıktı. Batıklarda da güçlü bir bölgecilik ruhu gelişmişti. Doğuluların onları küçümsediğini ve Doğulu işadamları tarafından sömürüldüklerini düşünüyorlardı.

Gene de belirgin bir biçimde farklılık gösteren bölge Güney’di. Burası iklimi, pamuk, tütün ve şeker üretiminin yapıldığı geniş tanm alanları, özellikle de ABD’nin başka yerlerinde kaldırılmış ya da sınırlanmış olan kölelik kurumuyla farklı bir bütün oluşturuyordu. Ama Güneyli beyazların çoğunun kölelik kurumuyla doğrudan bir ilişkisi yoktu. 1850’de köleci eyaletlerdeki 6 milyon beyazın yalnızca 347.525’i köle sahibiydi.

Gene de bütün Güney yaşamına belirgin özelliğini veren kölelikti. Toprak sahiplerinin sayısı azdı, ama bunlar zengin, saygın ve güçlüydü. Genellikle bölgelerinin siyasal ve ekonomik önderleri durumundaydılar. Benimsedikleri değerler tüm topluma egemen olmuştu. Küçük çiftçiler, köleliğe karşı çıkmak şöyle dursun, günün birinde büyük toprak sahipleri arasına girebilme düşüyle yaşıyorlardı. Kölelik kurumunun arkasındaki bu geniş desteğin temelinde, Siyahların doğuştan alt düzeyde insanlar oldukları ve uygar bir toplumda ancak köle olarak disiplin altına alınabilecekleri yolundaki genel inanç yatıyordu. 1860’ta Güney’de 250 bin kadar özgür Siyah vardı. Ama Güneyli beyazların çoğu, kölelerin özgürlüklerine kavuştuklarında eski efendileriyle barış içinde bir arada yaşayamayacakları görüşündeydi.

Cumhuriyetin ilk yıllarında da bölgesel farklılıklar vardı, ama o zamanlar bunları uzlaştırmak ya da görmezlikten gelmek olanaklıydı. Çünkü mesafeler uzun, iletişim güçtü. Zayıf ulusal hükümetin yapacak hiçbir şeyi yoktu. 1854’te Stephen A. Douglas’ın Kansas-Nebraska Yasası tasarısını Kongre’ye sunmasıyla kölelik kurumu çevresindeki çatışmanın gerçek boyutları belirginleşmeye başladı. Douglas köleliğin ahlaki yanıyla ilgilenmiyordu. Onun istediği, Batı’nın yerleşime açılması ve ülkeyi bir uçtan bir uca kat edecek bir demiryolunun yapılmasıydı. Douglas Missouri Uzlaşmasında öngörüldüğü biçimde köleci olmayan Kansas Toprakları’nm kurulmasına Güneyli senatörlerin karşı çıkacaklarını biliyordu. Çatışmadan kaçınmak için Meksika’dan alınan topraklarda uygulanan halk egemenliği ilkesi, Batı’da yeni kurulacak eyaletlerde köleliğe izin verilmesinin yasal dayanağı olarak kullanılabilirdi. Douglas’ın yasa tasarısı, Missouri Irmağıyla Kayalık Dağlar arasında geniş Kansas ve Nebraska topraklarının kurulmasını ve bu topraklarda kölelik sorunu dahil bütün iç sorunlarda kendi kendini yönetim ilkesinin uygulanmasını öngörüyordu. Böylece yeni yerel yasama meclisleri, Missouri Uzlaşması’yla bağlı olmadan kölelik kurumuna izin verilmesi yolunda karar alabilecekti. Başkan Franklin Pierce’in de (1853-57) yardımıyla Douglas, tasarısının kabul edilmesi için her türlü yola başvurdu.

Kölelik sorunu üzerinde kutuplaşma.


Kölelikten hoşlanmamalarına karşın Kuzeyliler, Birlik’in gevşek bir biçimde örgütlenmiş hali sürdükçe Güney’in bu kendine özgü kurumunu değiştirmek için çok çaba göstermediler. Ama bölgeler birbirine yaklaştıkça artık soruna ilgisiz kalamadılar. Kölelik konusundaki bölgesel ayrılıklar Amerika’nın bütün kurulularını etkiledi. Ülke çapındaki dinsel mezhepler de (Metodistler ve Presbiteryenler) 1840’larda kölelik yüzünden bölündü. Kuzeyli işadamlarıyla Güneyli toprak sahiplerinin koalisyonu olan Whig Partisi ikiye bölündü ve 1852 seçimlerinden sonra silindi. Douglas yasası Kansas ve Nebraska’yı köleliğe açınca Kuzeyliler köleliğe karşı olan bir siyasal parti kurdular. Bu partinin bazı eyaletlerde adı Anti-Nebraska Demokratik Parti, bazılarında Halk Partisi, çoğunda da Cumhuriyetçi Parti’ydi.
Ad:  abd5.JPG
Gösterim: 2029
Boyut:  86.0 KB

1855-56’daki olaylar bölgeler arası ilişkileri daha da bozdu ve yeni partiyi güçlendirdi. Birbirine rakip köleci ve özgür eyaletler karşılıklı olarak meşruluk iddialarında bulundular. Görünürde bir iç savaş başlamıştı. 1857’de Yüksek Mahkeme bölgesel çatışmaları gidermeye çalıştı. Sahibinin kendisini özgür bir eyalete götürdüğünü ileri sürerek özgürlük isteyen Missourili köle

Dred Scott’un davasında Yargıç Roger B. Taney’in başkanlığındaki Yüksek Mahkeme, Siyahların ABD yurttaşı olmadıklarına ve dolayısıyla Scott’un mahkemeye başvurma hakkı bulunmadığına karar verdi. Taney ayrıca köleliği yasaklayan yasaların anayasaya aykırı olduğunu ileri sürdü. Bu karar Güney’de coşkuyla karşılanırken Kuzey’de şiddetle eleştirildi.
Artık birçok Amerikalı, ABD’de özgürlükle köleliğin bir arada bulunamayacağı kanısına varmıştı. Güneyliler için çözüm, haklarını ve çıkarlarını koruyamayan Birlik’ten ayrılmaktı. Kuzeyliler ise çareyi Güney’in toplumsal kurumlarım değiştirmekte görüyorlardı. Kuzeylilerin pek azı kölelerin hemen özgürlüklerine kavuşturulmalarını istiyordu, ama hepsi Güney’in “kendine özgü kurumu”nun sınırlanmasından yanaydı. 1860 seçimleri gergin bir ortamda yapıldı. Güneyliler, köleliği korumaya kararlı Demokrat bir aday istiyorlardı. Cumhuriyetçiler, Illinois’lu, köleliğe karşı bir politikacı olan Abraham Lincoln’ı aday gösterdiler. Lincoln seçimi kazandı.

Ayrılık ve İç Savaş (1860-65).


Lincoln’ın başkan seçilmesi Güney’de Birlik’ten ayrılmak için bir işaret olarak kabul edildi. 20 Aralık 1860’ta Güney Carolina Birlik’ten ayrılan ilk eyalet oldu. Onu başka eyaletler izledi. Başkan Buchanan’ın zayıf yönetimi ayrılmaları önleyemedi ve Güney’deki federal kalelerin çoğu teker teker ayrılıkçıların eline geçti. Washington’da yeni bir uzlaşma sağlama çabaları sonuç getirmedi.

4 Şubat 1861’de, Lincoln göreve başlamadan bir ay önce altı Güney eyaleti (Güney Carolina, Georgia, Alabama, Florida, Missouri ve Louisiana) Alabama’daki Montgomery kentine temsilciler yollayarak burada bağımsız bir hükümet oluşturdular. Texas da bir süre sonra bunlara katıldı. Amerika Konfedere Devletleri adını alan yeni hükümet kendi parasını çıkardı, vergi topladı, bayrağını açtı. Mayıs 1861’de Virginia da Birlik’ten ayrıldı. Konfederasyon askerlerinin 12 Nisan 1861’de Charleşton’da Birlik gemilerine ateş açmalarıyla İç Savaş başladı.

İç Savaş Kuzey’in zaferiyle sonuçlandı. Kuzey’in zaferinde, deniz gücünün, sınai ve mali kaynaklarının üstünlüğünün yanı sıra Lincoln’ın başarılı önderliğinin büyük payı oldu. Öte yandan Konfederasyon’un ulaştırma güçlükleri, malzeme sıkıntısı ve siyasal önderlerin etkisiz kalması Kuzey’in zaferine katkıda bulundu.

kaynak: Ana Britannica
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 11 Ekim 2016 23:39