Arama

Medya Haber - Tek Mesaj #77

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Nisan 2006       Mesaj #77
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Türkiye’nin gerek siyasetinde gerekse hukuk uygulamasında lâiklik ve onunla bağlantılı sorunlar her zaman hararetli tartışmalara konu olmuştur. Bunun temel nedeni, Cumhuriyet’in modernleşme projesinin ve onunla uyumlu anayasa geleneğinin kendine özgü niteliğidir. Çünkü, “lâiklik”, milliyetçilikle birlikte, bu geleneğin temel taşlarından biridir.

Lâiklik tartışması son günlerde yeniden gündemimize girmiş bulunuyor. Ve tabiî, her zaman olduğu gibi yanlış bir şekilde... “Yanlış” nitelemesini kavramın siyaset ve hukuk teorisindeki olağan anlamını esas alarak kullanıyorum. Yoksa, itiraf etmek gerekir ki, devlet seçkinlerinin ve onlarla aynı doğrultuda düşünen büyük medyanın lâiklikle ilgili kaygıları Cumhuriyet’in resmî geleneğiyle gayet uyumludur.
Söz konusu geleneğin önemli bir özelliği, lâikliği Cumhuriyet’in en karakteristik vasfı olarak görmesidir. Gerçi, bunun kendi başına Batı demokrasilerinin arkasında yatan temel düşünceyle çok da tutarsız olduğu söylenemez. Nitekim, oralarda da lâiklik siyasî örgütlenmenin temel ilkelerinden biridir. Ne var ki, Türkiye’deki resmî yorumun ayırt edici yanı, lâikliği bir özgürlük ve barış ilkesi olarak değil de devletin sivil hayatı kontrol etme aracı olarak görmesidir ki, özgürlükçü Batı demokrasilerinde böyle bir anlayışa yer yoktur.
Konunun farklı yönlerinin hepsini bu kısa yazıda ele almağa elbette imkân yok. Esasen bunu başka vesilelerle kısmen yaptım. Ama anlamlı bir örnekten hareketle, resmî lâiklik yorumunun hür ve medenî bir toplumun gerekleriyle bağdaşmadığını bir kere daha gösterebilirim sanıyorum. Bu örnek Anayasa’nın 24. maddesidir.
Önce bu maddeyle ilgili bir yaygın yanlışın düzeltilmesi gerek. Din ve vicdan özgürlüğüyle ilgili bu hükümde resmî lâiklik yorumunun etkisi bariz olmakla beraber, teknik açıdan bunu -iddia edildiği gibi- “lâikliğin tanımı” olarak nitelendirmek doğru değildir. Bir kere, 24. madde hükmü Anayasa’nın temel haklarla ilgili bir bölümünde yer almaktadır ve dolayısıyla “laiklik”i değil, başlığında da belirtildiği gibi, “din ve vicdan hürriyeti”ni düzenleme amacıyla sevk edilmiştir. İkincisi, lâiklikle ilgili bir tanım olsa olsa “Cumhuriyetin nitelikleri”ni belirten Anayasa hükmünde yer almak gerekirdi. Normalde amacı bir temel hakkı güvence altına almak olması gereken bir hükümden, o hakkı kategorik olarak kısıtlayacak bir genel ilkeyi türetmeye çalışmak anayasa tekniğiyle bağdaşmaz.
24. madde, laikliği tanımlamıyor...
Şimdi, 24. maddeye daha yakından bakalım. Bu maddenin lâiklik tartışmalarıyla doğrudan doğruya ilgili olan son fıkrası şöyledir: “Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”
Bu hükmün en fazla dikkati çeken özelliği, din özgürlüğünü başlı başına korunması gereken bir değer olarak görmemesi, fakat ona resmî lâiklik doktrinine hizmet etmesi ölçüsünde araçsal bir değer biçmesidir. Bununla tutarlı olarak, söz konusu hüküm, din özgürlüğüne ve dolayısıyla dindarların sivil ve siyasî özgürlüklerine alışılmadık ölçüde ön yargıyla yaklaşmaktadır. O kadar ki, Anayasa koyucunun aklına, başka hiçbir temel hak için değil de sadece din ve vicdan özgürlüğü için “hakkın kötüye kullanılması” gelmektedir. Oysa, zaten Anayasa’nın 14. maddesi temel hakların “kötüye kullanılması”nı genel olarak yasaklamıştır. Üstelik orada da “lâik Cumhuriyet” özel olarak vurgulanmıştır.
Dikkatle incelendiğinde Anayasa’nın 24. maddesinin son fıkrası gerçekte dindarların kamu alanında dine herhangi bir biçimde atıf yapmalarını ve bu sıfatla kamu hayatına ilişkin olarak herhangi bir iddiada bulunmalarını, kategorik olarak din özgürlüğünün “kötüye kullanılması” veya “din istismarı” saymakta ve bu suretle bir demokraside makul olmayacak genişlikte genel bir yasak getirmektedir.
Ayrıca, söz konusu fıkranın formülasyonu başka bir açıdan da çoğulcu-demokratik anlayışla apaçık bir karşıtlık içindedir. Nitekim, fıkra devletin sadece siyasî ve hukukî düzenini değil, fakat aynı zamanda “sosyal ve ekonomik düzenini” de, üstelik “kısmen de olsa”, din kurallarına dayandırmayı yasaklamaktadır. Bu noktaya sanırım daha önce Kürşat Bumin de dikkat çekmişti. Kimsenin -özellikle de 24. maddeyi “lâikliğin tanımı” olarak görenlerin- aklına, “sosyal ve ekonomik düzen”in devletleştirildiği bir sisteme nasıl demokrasi denebileceğini sormak gelmiyor. Sahi, insanî varoluşun -sosyal ve ekonomik olanı dahil- bütün yönlerini devletin kuşattığı sistemlere totaliter sistemler demiyor muyduk?.. Hem sonra, “hür dünya”da sosyal ve ekonomik hayatın din kurallarından etkilenmediği bir ülke var mıdır?.. Kendi iktisadî iş ve ilişkilerini dinî inancına göre yürütmek isteyenlere hür bir toplumda yer yok mudur?.. Eğer -”kamusal alan”dan geçtik- soyal düzen de devletin ise, o zaman dinî bayramları, din kurallarına göre icra edilen resmî cenaze törenlerini de yasaklamamız gerekmez mi?.. Sonuç olarak, Anayasa’nın 24. maddesinin amacı, ne din ve vicdan özgürlüğünü doğru-dürüst bir güvenceye kavuşturmak ne de doğru-dürüst bir lâiklik tanımı yapmaktır. Bu maddenin işlevi, yabancı bir gözlemcinin de belirttiği gibi, din özgürlüğünü hiçbir çağdaş demokraside örneği görülmeyecek şekilde “dar bir kişisel alana sıkıştırmak”tır. Onun için, lâiklik tartışmalarında ikide bir bu hükme atıf yapanlar, böyle yapmakla tartışmanın biteceğini sanıyorlarsa, sadece kendilerini kandırmış olurlar. Bu tartışmada 24. maddenin nihaî bir hakem değeri olması şöyle dursun, bunun devreye sokulması halinde tartışmanın daha da içinden çıkılmaz hale geleceği kesindir. Nitekim öyle de oluyor.