Arama

Medya Haber - Tek Mesaj #82

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Nisan 2006       Mesaj #82
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bütün zihniyetsel yaklaşımlar dış gerçekliğin insan zihni tarafından nasıl algılandığı, bu algılanmanın nasıl olup da işlevsel sonuçlar verdiği sorusuna yanıt getirmek zorundadır.

Çünkü kendimizle, çevremizle ve genelde dünyanın haliyle ilgili önermelerimiz nihayette zihni çerçevemizin içinde oluşur. Demokratlık da belirli bir epistemolojik varsayıma dayanır... Buna göre insan zihni dış gerçekliği kendi işleme sistematiğine uygun olarak algılar. Örneğin ‘nedensellik’ bizim zihnimizin çalışma ve anlama biçimidir ve gerçekliğe ait bir olgu olup olmadığı kesin olarak bilinemez. Aynı şekilde yeterlilik, zorunluluk, öz, töz gibi kategoriler dış gerçeklikle değil, zihnimizin niteliğiyle ilişkili kavramlardır. Bizim düşündüğümüz bağlantı ve tespitlerin aynen gerçek olup olmadıklarını hiçbir zaman bilemeyiz, çünkü hepimiz insan olduğumuz için zihnimizin ürünlerini farklı bir zihinle mukayese edemeyiz.
Öte yandan birçok bilimsel önermenin gerçeklik karşısında işlevsel olması, zihnimizin bir biçimde dış gerçekliği algılayabildiğini de ortaya koymakta. Dolayısıyla insan zihni ile gerçeklik arasında bir ‘tekabüliyet’ olduğu açık. Ama bu ancak ‘göreceli’ bir tekabüliyettir. Yani önermelerimizin işlevsel olması, dış gerçekliği ‘aynen’ algılayabildiğimizi değil, onu kullanabilecek bir biçimde algıladığımızı gösterir. Bu felsefi arkaplanın bize söylediği şudur: İnsanoğlu herhangi bir fikre ne denli inanırsa inansın, o fikir ona ne denli apaçık gelirse gelsin; söz konusu fikrin mutlak anlamda doğru olduğunu öne süremez. Bu nedenle insanoğlu düşünce ve inanç sistemleri karşısında mütevazı ve kuşkucu kalmak durumundadır...
Diğer bir deyişle demokratlık da bütün diğer zihniyetler gibi kendine özgü bir ‘insanlık durumu’ndan hareket eder. Bu insanlık durumu, hiçbir insanın kendi başına gerçekliğin bir bölümüne bile ulaşamaması bir yana; tüm insanlar bir konuda anlaşsalar bile, savundukları tezin doğru olmayabileceğini ima eder. Dolayısıyla oy sayımından hareketle çoğunluğun taleplerinin egemen olması fikri gerçek bir meşruiyete sahip değildir. Diğer taraftan herhangi bir kişi, grup, zümre veya odağa ait fikirlerin tüm toplum için ‘doğru’ olduğunu savunan otoriter bir yaklaşımın; ya da ‘doğru’nun kaynağının ilahi olduğunu ve bunu en iyi belirli bir bakışın yorumladığını söyleyen ataerkil zihniyetin de demokratlık açısından makbul olamayacağı açıktır. Çünkü bütün bu yaklaşımlar insan olarak ‘haddimizi aştığımız’ önermelere dayanırlar.
Bu durumda demokratlık kendi öznelliğini bilen, kabullenen ve bu öznellik içinde çözüm arayan bir bakışı ifade eder. Kendine yetmeyen bireyin, kendine yetmeyen başka bireylerle birlikte ortak kaderlerini belirleme arayışıdır bu... Bu nedenle de demokratlık ‘öteki’ne muhtaçtır. Bunu iyi niyetinden ya da hoşgörüsünden yapmaz... Öteki ile ilişkiye geçmek, onun fikrini almak, demokrat zihniyetteki biri için ‘doğal’ durum olmakla kalmaz; herhangi bir önermenin meşruiyeti açısından da gerekli zemini oluşturur. Çünkü kendi öznelliğini bilen insanın önündeki tek yol bu öznelliği mümkün olduğunca genişletmek ve toplumsallaştırmaktır. Katılımcılık bu nedenle demokratlığın temel dinamiğidir. Aynı nedenle çoğunluk ölçümlerine değil, ikna mekanizmalarına yaslanır; bir karardan etkilenebilecek herkesin o karara katılmasını olanaklı kılacak bir ademi merkeziyetçiliği vurgular; katılımı anlamlı ve işlevsel hale getirecek bir şeffaflığı savunur... Bu ilkeler ‘karşı olmadığımız’ iyi önermeler değil; vazgeçilmez gördüğümüz, aksi halde hiçbir kararın meşruiyet kazanamadığı temel dayanaklardır. Demokratlık diğer zihniyetlere eklemlenerek sahip olunacak bir nitelik değil, gerçeklik karşısında alınan felsefi bir tutumdur...