Arama


Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
30 Nisan 2006       Mesaj #5
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Sanatçının “Annesinin Kızı Olarak” Portresi

Yapı Kredi Feminizm Üstüne Konuşmalar Dizisi:

Kadınlar, Kimlikler, Hafızalar,

Psikanaliz ve Feminizm Paneli, 25 Mart 2005.
Nilüfer Güngörmüş Erdem

Ben kadın ve psikanaliz konusunu, edebiyat dünyasından bir örnek üzerinden ele almak istiyorum. Sevim Burak’ın edebiyatina psikanalitik açıdan bakmaya ve onun bir portresini çizmeye çalışacağım. Buna sanatçının “annesinin kızı olarak” portresi dedim.
Sevim Burak için kısa bir hatırlatma yapayım: 1983 sonunda , 52 yaşında öldü. Ağırlıklı olarak hikâye ve oyun yazdı. Türkiye’nin avangard yazarları kimlerdir denirse herhalde birinci sırada onun ismini anmak gerekir. Sonra da zaten pek fazla isim söyleyemeyiz. Adının şairlerle birlikte anılması daha yerinde olur aslında. Şair olmayıp da dille böylesine uğraşmış ve bu kadar büyük yenilikler getirmiş başka bir yazar yok edebiyatımızda.
**
Psikanalizin edebiyatla ilgilenmesi Freud’un zamanına kadar uzanıyor. Biliyorsunuz Freud’un Shakespeare, Dostoyevski gibi yazarlar ve başka sanatçılar üzerine pek çok metni var. Freud edebiyatın, bilinçdışıyla yakın ilişkisinden dolayı psikanalizden önce psikanalizin bulgularına ulaştığını düşünüyordu. Ve kuramını oluştururken edebiyat metinlerden zaman zaman esinlendi, zaman zaman kendine kanıtlar çıkardı. Psikanalistlerin edebiyata ilgisi sonra da devam etti. Tam anlamıyla bir psikanalitik eleştiriden söz etmek doğru olmasa da edebiyat metinlerinin psikanalitik yaklaşımla okunduğu pek çok örnek var. Bu alanda özellikle J. Kristeva’nın adını anmak gerekir.
Psikanalistler edebiyat metinleriyle ilgilendiklerinde bu metinlerle kendi psikanaliz deneyimleri ve kuramsal yaklaşımları doğrultusunda bir ilişki kuruyorlar. Doğal olarak okuma biçimleri, analistlerin sayısı kadar çok çeşitlilik gösteriyor. Bunlar bazı psikanalitik kavramların veya kuramsal önermelerin etrafında oluşturulan ayrıntılı okumalar.
Ben Sevim Burak’ı bu tartışma ortamına getirirken daha genel bir çerçeve içinde ele almayı düşündüm. Öncelikle, ötekine kulak veren bir insanın merkezinde olduğu psikanalitik dinleme biçimini öneren bir yaklaşımın altını çizmek istiyorum. Yani edebiyat metinleri için de sadece “ne diyor” diye veya sadece “nasıl diyor” diye yaklaşmayan, “ne diyor/nasıl diyor” sorularının ancak birbirine bağlı olarak bir anlam ifade ettiğini varsayan bir dinleme biçiminden bahsediyorum.
Bu genel çerçevenin ikinci boyutu olarak da Freud sonrası psikanalistlerin kadınla ilgili geliştirdikleri veya öne sürdükleri bazı temel noktaları hatırda tutmayı öneriyorum. Bunlardan bir tanesi kadının ve kadınlığın artık sadece erkek ve erkeksilik dolayımıyla anlaşılmayıp, küçük kızın psiko-seksüel gelişiminde erken dönem anne-kız ilişkisinin önemi üzerinde durulması. Burada küçük kızın anneden ayrılma sürecinde yaşadığı kayıp duygusu ve yas vurgulanıyor. Anneyle ilk ilişkinin izlerinin sonraki ilişkiler için de zemin teşkil ettiği üzerinde duruluyor. Aynı şekilde annenin de bebeğinden ayrılma sürecinde yaşadığı kayıp ve eksiklik hissi var. Kadınlar önce küçük kız olarak sonra kadınlığın çeşitli aşamalarında ve özellikle anne olma sürecinde bu kayıp, eksiklik ve yas çalışmasını tekrar tekrar ele almak zorunda kalıyorlar.
Vurgulanan bir başka nokta da küçük kızın annesinden ayrışıp toplumsal bir varlık haline gelirken geçirdiği süreçle ilgili. Yani anneden babaya dönmesiyle, ve dile ve sembolizme doğmasıyla ilgili. Onu dile ve sembolizme çeken baba ise de, burada annenin de ayrışma sürecini nasıl yaşadığına bağlı olarak, kızını, ruhsal alanın oluşmasına imkân veren bu sembolik, dilsel düzene itmesi üzerinde duruluyor. Bu noktada doğumdan ergenliğe kadar olan süreç içinde annenin kıza ilettiği kadınsılığın gizli dilinden bahsediliyor.
Dediğim gibi bunları bir çerçeve olarak akılda tutmayı öneriyorum.
Sevim Burak’ın annesinin kızı olarak portresini hayal ederken, ben özellikle “dil” üzerinde odaklanmak istedim. Çünkü Sevim Burak bir yazar, dille uğraşıyor. Üstelik herhangi bir yazar da değil, dille hakikaten çok uğraşmış, meselesi olan bir yazar. Ayrıca konuşma içinde bahsedeceğim gibi annesiyle dil düzeyinde çok özel bir ilişki yaşamış olan bir yazar. Dolayısıyla ben meseleyi psikanaliz kuramcılarının kadınsılığın gizli dilinden, ya da anneden kıza aktarılanlardan bahsederken ima ettiklerinin belki biraz kenarına, bildiğimiz konuşulan, okunan, yazılan dil alanına çektim. Bir de annenin örtülü kimliği etrafında kurdum.
**
Dil konusunun kadınlar için ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. Kadınların toplumsal düzeyde varlığının niteliğini, derecesini, biçimlerini ifade ediyor dilsel uygulamalar. Kadın yazarlar için dil konusu daha da önemli. Anadilimiz dediğimiz bir şey var ama bu aslında baba dili. Bunun edebiyattaki en çarpıcı yansıması erkekler yazdığı zaman buna “edebiyat” denirken, kadınlar yazdığı zaman “kadın edebiyatı” denmesi.
O zaman şöyle de düşünebiliriz: Demek ki kadınlar, anadilimiz dediğimiz baba dilinin terkibine , bilerek ya da bilmeyerek öyle gizli birşeyler katıyorlar ki o dil erkeklerin dilinden farklı bir dil oluyor. Ve o dille ifade edilen içerik de farklı bir içerik oluyor.
Biliyorsunuz James Joyce’un Ulyssess ’i önceleyen eserinin adı Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi ‘dir. Bu romanda Stephen Dedalus’un hikâyesi üzerinden, kendisinin bir yazar olarak doğuşunu anlatır. Çocukluğu ve ilkgençliğiyle hesaplaşır ve kendi tarihini, yazar olduğunun bilinciyle yeniden yazmaya başlar. Yazarın çocukluğu ve ilkgençliğini irdelemesi, edebiyata “çıraklık romanı” diye bir tür olarak bile girmiş. Ama aslına bakılırsa her yazarın bütün hayatı boyunca, bütün eserlerinde büyük ölçüde yaptığı iş budur zaten. Yani her yazar dünya hakkında kendinden, kendi geçmişinden, sürekli yeniden yazdığı kendi tarihinden hareketle birşeyler söyler. Edebiyatı edebiyat yapan da bu öznellik boyutudur. Bu öznellik boyutu olmasa ortadaki şey edebiyat olmaz; gazete yazısı olur, iddianame olur, reklam metni olur, kullanma kılavuzu olur...
Yazarın kendi bireyselliğinden yola çıkarak yazdıkları toplumsal düzeyde insanlık söyleminin oluşmasına katkıda bulunur. Böyle diyoruz ama bunları söylerken hep erkek yazarı düşünüyoruz. Kadın yazarlar için durum farklı. Kadınlar kendilerinden hareketle yazdıklarında buna edebiyat değil de “kadın edebiyatı” deniyor. Onların yazdıkları insanlık söylemini değil kadın söylemini oluşturmaya katkıda bulunuyor. Feminist hareketin de etkisiyle bu ayrışma iyice keskinleşip yerleşti.
Sevim Burak işte bu noktada tuhaf bir örnek olarak ortada kalıyor. Çünkü ne erkekler onu büyük, merkezi edebiyat dünyası içine almaya yanaşıyorlar, ne de kadınlar onu “kadın edebiyatı” dünyasına almaya hevesli görünüyorlar. Sevim Burak kadınlar tarafından da edebiyat dünyasına ve dolayısıyla toplumsal hafıza alınmayan bir yazarsa eğer, bunda onun alıştığımız, beklediğimiz klişelerle kadın meselesinden bahsetmemesinin büyük payı olduğunu düşünüyorum ben. Aslına bakılırsa Sevim Burak’ın metinlerinde kadınlar ve azınlıklar merkezde yer alır. Onlar üzerinden kurar metinlerini. Fakat her zaman hikâye edileni, resmedileni gölgede bırakan bir tarafı vardır onun metinlerinin. Hatta son dönem yapıtlarında hikâyeyi ve temel dilsel yapıları o kadar bozar ki, değil gölgede kalmak artık bu ögeleri tam olarak seçip teşhis etmemiz bile zorlaşır. Dolayısıyla biz istesek de istemesek de Sevim Burak kalemi eline alıp yazmaya oturduğu zaman, görünüşe göre, kadınların ya da azınlıkların toplumsal durumunu irdelemek için yazmış değildir. Başka bir niyeti veya çabası vardır sanki. Başka bir meselesi vardır.
Kendisine yazarlığıyla ilgili ne zaman soru sorulsa üç kaynaktan bahseder: Dostoyevski, Kafka ve Tevrat. Öyle görünüyor ki, yazmaya oturduğunda, her zaman için onun asıl meselesi, “Dostoyevski ve Kafka’nın eserlerinden ve Tevrat’tan daha iyisini nasıl yazarım!” olmuştur. Yani, kendini kadın olarak değil, yazar olarak konumlandırmış ve bir yazar olarak, öncülerin dilini kendi dilimle nasıl aşarım diye düşünmüştür. Yani onun birinci meselesi edebiyattır.
Öncüleri erkek olduğuna göre, açıkça bir baba dilinden söz ediyoruz . Sevim Burak’ın baba diliyle boy ölçüştürmeye çalıştığı bir kendi dili varsa eğer, bu dil nasıl bir dildir acaba?
Ya da şöyle sorabiliriz: Edebiyat dili erkek diliyse, kendini edebiyat geleneği ve kurallarına göre konumlandırmaya çalışan bir kadın yazar , mutlaka erkek dilinin sınırları içinde hapis mi olur?
Her yazar için olduğu gibi, Sevim Burak’ın yapıtlarının bütününe de başka pekçok şeyin yanı sıra onun kendi dilsel portresi olarak bakabiliriz.
Bu dilsel portre onun aynı zamanda annesinin kızı olarak da portresidir. Çünkü anneden kıza geçeni, hatta kendisine rağmen geçeni, kendi özgün dilinin en önemli bileşeni olarak, yapıtında açığa çıkarmıştır Sevim Burak.
Şimdi biraz biyografik bilgi vermek istiyorum. Sevim Burak’ın yazılı bir biyografisi yok. Onun biyografisini yazmak üzere ben yakınlarıyla görüşmeler yapıyorum. Annesiyle ilgili bilgileri hâlâ hayatta olan kendinden 10 yaş büyük ablası Nezahat Çelik’ten aldım.
Sevim Burak’ın babası geçmişinde çok sayıda kaptan paşaların olduğu bir Osmanlı ailesinden geliyor. İsmi Seyfi Bey. O da baba mesleğini seçmiş ve hayatı boyunca İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nda kılavuz kaptan olarak çalışmış. Aile Kuzguncuk’ta yerleşmiş.
Annesi 1910’lu yıllarda savaş dalgalarıyla Bulgaristan’dan veya Romanya’dan –tam bilinmiyor- İstanbul’a sürüklenen Yahudi bir ailenin kızı. İsmi Anne-Marie Mandil. İstanbul’da Kuzguncuk’a yerleşmişler. Orada karşılaştıkları eski memleketlerinden bir gençle sözlemişler
Anne-Marie’yi. Fakat onu hiç sevmemiş. Birinci Dünya Savaşı sırasında bir ara aile tamamen dağılmış. Anne-Marie Mandil Kuzguncuk’ta yapayalnız kalmış. O sırada Seyfi Kaptan’la tanışmış. Aşık olup çabucak evlenmişler. Sonradan Mandil ailesi tekrar bir araya gelince kıyamet kopmuş. Bu evliliği kabul etmemişler ama yapacak bir şey de yokmuş. Bu arada Seyfi Kaptan’ın ailesi de Yahudi gelin istememiş. O tarafta da kıyametler kopmuş. Bu nedenle karı-koca ilk bir sene Zonguldak-Bartın arasında gemide yaşamışlar. İlk kızları doğunca Seyfi Kaptan’ın annesi haber göndermiş torunumuzu görmek istiyoruz diye. Kuzguncuk’a dönmüşler. Seyfi Kaptan ve bebek Kuzguncuk’un tepesindeki aile köşküne yerleşmiş. Anne Kuzguncuk’un aşağı tarafındaki yoksul Yahudi mahallesinde kendi annesinden kalma küçük eve yerleşmiş. O sırada artık Mandil ailesinin diğer üyeleri Bulgaristan’a dönmüş.
Bebeği her gün 5 posta annesine götürüyorlarmış emzirsin diye. Sonra geri götürüyorlarmış. Bir süre böyle gidip geldikten sonra babaanne “Bu böyle olmayacak çocuk çok sık acıkıyor, çok fazla ağlıyor. Annesi de buraya gelsin demiş”. Ve böylece gelinini evine kabul etmiş. Fakat bu ilk çocuğu açıkça kendisi sahiplenmiş. Nezahat Hanım babaannesini anne diye çağırdığını söylüyor.
Anne-Marie Hanım ikinci kızı Sevim’i kendisi için doğurmuş. İlk yıllarda kızını yanında tutmuş ama zaten kendisi de daha çok kayınvalidesi ile kayınpederinin evinde oturuyormuş. Amcalar, halalar, onların eşleriyle birlikte geniş aile halinde.
Sevim’in doğumundan 4-5 yıl sonra (yani evlendikten 15 yıl sonra) annesi müslüman olup resmen Aysel Kudret adını almış. Zaman zaman kocasıyla geçici olarak başka semtlerde ev tutsalar da dönüp dolaşıp hep Kuzguncuk’taki köşkte oturmuşlar.
Nezahat Hanım’la görüşürken annesiyle ilişkili bu bilgiler bizim bugünkü konumuzu yakından ilgilendiren, ilginç bir biçimde ortaya çıktı. Nezahat Hanım annelerini anlatırken bir süre benden onun Yahudi olduğunu gizledi. Aslında ayan beyan ortada olanı gizliyordu. Öyle ki , komşularına göstermek için sakladığı bir dergide bir Sevim Burak foto-biyografisi vardı, bunu bana da gösterdi, içinde annelerinin bir fotoğrafı vardı ve altında geçen “Annesi Anne-Marie Mandil” yazısını tipeksle silmişti. Ben bu foto-biyografiyi daha önce görmüştüm. Annesi hakkında bu bir cümlelik bilgiye sahiptim. Fakat o kadar ustalıkla silmişti ki, sildiğini anlamadım ve kendi bildiğimden şüphe ettim. Sonraki görüşmemizde konuşmasına “Ben size işin doğrusunu söylemeye karar verdim” diye başladı. Ve annelerinin bu kısaca özetlediğim hikâyesini anlattı uzun uzun.
Bir de şunları anlattı.Tıpkı bizim aramızdaki görüşmede yaşandığı gibi, annelerinin Yahudiliği açıkça ortada olduğu ve herkes tarafından bilindiği halde, onlar kardeşiyle ikisi, bütün çocuklukları boyunca, annelerinin bu kimliğini gizlemek zorunda kalmışlardı. Ama nasıl diyelim, herşey ortada olduğu için, kalplerinde gizlemek zorunda kalmışlardı. Yani kendilerinden gizlemek zorunda kalmışlardı. Bu gizlemenin kaçınılmaz olan bir başka boyutu daha vardı: Hiç ona çekmediklerine, ondan hiçbir şey almadıklarına kendilerini inandırmışlardı. Yani annelerinin kendilerindeki parçalarını görünmez kılmışlardı. En azından kendi bilinçleri için. Ona çok benzedikleri ve ondan çok şey aldıkları halde....
Onların ilişkisi çerçevesinde, anneden alınan-alınmayan şey özellikle dil konusunda ortaya çıkıyordu. Anlattığına göre annelerinin Yahudiliği en çok dilinden, bozuk Türkçe’sinden belli oluyordu. Anadilin baba dili olmasından bahsetmiştik. Sevim Burak ve ablası için sözün düz anlamıyla anadil babalarının diliydi, annelerinin dili ise gizli dildi. Nezahat Hanım bu gizli dili öğrendiğini söylüyor ve sadece annesi ve eve gizlice gelen dayısı ile konuşmakta kullanırmış. Sevim Burak ise öğrenmeyi kesinlikle reddetmiş.
Sevim Burak belki de yazar ve entelektüel olmanın verdiği bilinçle sonradan annesinin Yahudiliğini, ablası gibi saklamadı. Ama kendisiyle yapılmış bütün söyleşilerde içtenlikle, yazarlığının, yazar duyarlığının kaynağı olarak baba tarafını gösterdi. Babaannesinden, dedesinden dinlediği hikâyelerle nasıl bir edebiyat bilincinin onda oluştuğundan bahsetti. Biz de buradan hareketle, onun edebiyatta kendini “babasının kızı” olarak tanımladığını, edebiyatını babasının diliyle yaptığı edebiyat, “babasının edebiyatı” olarak tanımladığını söyleyebiliriz. Fakat metinlerine yakından bakacak olursak bunun doğru olmadığını, en azından eksik olduğunu ve onun ilk kitabında edebiyata annesinden doğduğunu görürüz.
Sevim Burak’ın 1964’te yayımladığı ilk hikâye kitabı Yanık Saraylar ’dır. Onun edebiyatının daha ilk başından itibaren en çarpıcı yanı dilidir. Bu kitaptaki dilin iki özelliği vardır. Birincisi paramparça bir dildir; ikincisi açıkça Tevrat diline öykünür. Zaten kitaba damgasını vuran “Ah Ya’Rab Yehova” hikâyesinde de Tevrat’tan alınmış gibi duran bir soy sop hikâyesi anlatılır. Sevim Burak bu hikâyeyi annesine adamıştır. Yahudi bir anneyle Müslüman babanın istenmeyen beraberliğinden ortaya çıkan bir çocuğun doğumu etrafında gelişir bu hikâye. Günce biçiminde yazılmıştır ve yazarın doğduğu yıl ve günlerde geçer. Hikâyeye yoğun bir öfke, insanların birbirine karşı ikircikli duyguları ve şüphe hakimdir.
Sevim Burak bu metinde Tevrat’taki bütün isimleri hikâyenin içinden geçirir. Leviler, Nahumlar, Aşerler, Rebekalar, Esterler Tevrat zamanından kalkıp, akın akın Kuzguncuk’taki evin etrafındaki sokaklara gelirler. Her yere, evin çevresine ve içine yerleşirler. Her yeri işgal ederler. Adlarıyla, sanlarıyla, o kadar gerçek ve kalabalıktırlar ki artık onları görmezden gelmek, gizlemek, çocuğun anne tarafından ****** inkâr etmek, aslında başka türlü olduğunu söylemek mümkün değildir.
Yazar bu ilk kitabıyla birlikte annesinin örtülü kimliğini ve gizli dilini avaz avaz bağırarak ifşa eder. Edebiyata, annesinden kendisine geçen tarih ve dil ile oluşturduğu, kendi özgün diliyle doğar. Yazar Ford Mach 1 romanında, yine gizlenen kimliklerin yarattığı sıkışmışlık ve öfkeyle bir canavara dönüşmeyi anlatırken “annede gizlenen kızda kendini gösterir” der. Onun edebiyatı annede gizlenenin kızda kendini göstermesiyle doğar.
İlk kitap Tevrat dilinin izlerini taşıyordu ve parçalanmış bir dili vardı.
Parçalanmış dil biraz da 20. yüzyılın alameti farikası sayılır. Sevim Burak’tan önce de bunu kullananlar, icat etmiş olanlar vardı: James Joyce, Virginia Woolf... Bu nedenle sonradan gelen yazarlar için, parçalanmış bir dil kullanmak tek başına bir yazarın dilini özgün kılmaya yetmez. Sevim Burak’ta bu parçalanmış dilin özgül tarafları nelerdir?
Bu sorunun cevabı onun ikinci hamlesinde daha iyi ortaya çıkar. Sevim Burak ikinci kitabını 17 yıl sessizlikten sonra yayımlar: Sahibinin Sesi (1982). Bu Yanık Saraylar ’ı, özellikle de “Ah Ya’Rab Yehova” hikâyesini devam ettiren bir oyundur. Hemen ardından Afrika Dansı ’nı (1982) çıkarır. Bu kitapta, başka meseleler, başka dünyalar da girmiştir edebiyatına ve yepyeni dil oyunları dener. Bunlardan biri de kitaptaki hikâyelerden bir kısmını Fransızca-Türkçe lügâtten bakarak, Fransızca imlâsına göre yazmasıdır. Yani Türkçe’yi “yabancı sesle” yazmıştır. Ben işte bu hikâyelerde baştan sona annesinin sesinin çınladığını düşünüyorum. Fakat artık tema, hikâye edilen şey, tarih veya Tevrat’a öykünme düzeyinde değil... Daha o minicik bir bebekken, konuşmayı bilmezken, annesinden gelen seslerle dünyayı anlamlandırmaya çalışırken bilinçdışına, hafızasına ses olarak, ritim olarak, melodi olarak yazılan sesler düzeyinde.
Dolayısıyla onun parçalanmış dili 20. yüzyılın edebiyat normları öyle gerektirdiği için parçalanmamıştır. Ya da kadınlarla veya erkeklerle ilgili iddiaları doğrulamak, yalanlamak, örneklemek için parçalanmamıştır. Kendi ruhsal gerçekliğinden çıkarıp aldığı birşeydir bu.
Daha sonra Everest My Lord ’da (yayımlanışı yazarın ölümünden sonra, 1984) yabancı sesiyle konuşulan dili, yazılan dil olarak irdeler. Bu sefer Türkçe bir İngiliz’e emanet edilmiştir. Metnin içine Dil Encümeni tarafından onaylanmış Türkçe alfabe koyar. Everest My Lord’un alfabesini bu alfabeyle karşılaştırır. Onun Türkçe ve genel “dil” bilgisini sınar. Sorar: Dilin kuralları nedir? Dille nasıl yazılır? Kelimeler neyi ifade eder? Kelimeler nerden gelir? Ve giderek buradan “Ben nerden geliyorum?” sorusuna geçer. Annesinin ve babasının ayrı ayrı dillerini tuhaf bir terkip içinde bir araya getirerek kurduğu kendi üslubunda başlattığı dil sorgulamasına, yazar olarak katettiği yoldaki kazanımlarını ekleyerek, tekrar tekrar kendi kimliğini, tarihi oluşturmaya devam eder.
Dolayısıyla, şimdi Sevim Burak kimin diliyle yazmıştır diyeceğiz? Erkek diliyle mi? Baba diliyle mi? Yoksa anne diliyle mi? Anne diliyle baba dili birbirinden ayrı düşünülebilir mi? Kadınsı olanla erkeksi olan keskin biçimde ve hiç buluşmayacak biçimde birbirinden ayrılmış mıdır?
Bu sorular çoğaltılabilir. Pek çoğumuzun sorduğu sorular bunlar ve bir çırpıda cevap vermek mümkün değil. Ben sürekli gözardı edilmeye çalışılan, oysa edebiyatımızda çok büyük bir çıkış yapmış olan bir kadın yazar örneği üzerinden, bu soruları gündeme getirmeye çalıştım. Onun “annesinin kızı olarak” dilsel bir portresini çizerek, anneden iletilenin kızda mutlaka bizim beklediğimiz, alıştığımız, arzu ettiğimiz ya da uygun gördüğümüz biçimde ortaya çıkmak zorunda olmadığını göstermeye çalıştım. Adına yaratıcılık da denen bu farklılığa açık olmak istiyorsak eğer, kadına ilişkin sorulara cevap ararken, psikanalizin sesine mutlaka kulak vermeliyiz diyorum. Çünkü o zaman, kadınların ta derinlerinden binbir güçlükle çıkartıp getirdikleri yaratıcı sözlere kendimizi daha fazla açabileceğimize inanıyorum.