Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mayıs 2006       Mesaj #14
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Demokratik rejimleri, otoriter ve totaliter rejimlerden ayıran özelliklerden birisi de, siyasetin taşıyıcı aktörleri olan siyasi partilerle devlet aktörleri (sivil ve askeri bürokrasi) arasındaki alanın darlığı ya da genişliğidir.

Bu alan, ki siyaset yapma alanıdır, genişledikçe rejim demokratikleşir, daraldıkça otoriterleşir. Türkiye’de çok partili demokrasi deneyimi içinde bu alan, darbeler dışındaki dönemlerde bile her zaman dar bir nitelikteydi ve bu nedenle Türkiye’de demokrasi deneyimi hep bir “demokrasi eksiği” sorunu yaşadı, demokrasi derinleşemedi ve kurumsal ve kültürel olarak toplumsal yaşama yerleşik bir nitelik kazanamadı. 1990’lı yıllar Türkiye’de siyasi aktörlerle devlet aktörleri arasındaki alanın iyice daraldığı, demokratikleşme ve ekonomik sorunların istikrar ve güvenlik adına ikinci plana atıldığı yıllar oldu. Fakat ortaya çıkan, istikrar değil giderek artan ve toplumsal yaşamın her alanında hissedilen istikrarsızlıktı; toplumla bağ kurmak yerine devlet merkezci siyasetin sözcülüğünü yapmak isteyen siyasi partilerin giderek oy kaybetmeleri ve yok olma sürecine girmeleriydi. 2000’li yıllara girdiğimiz zamansa, istikrar yerine aksine ekonomik, siyasal ve kültürel düzeylerde istikrarsız bir Türkiye ortaya çıktı. Siyasi bir deprem niteliğinde olan 3 Kasım 2002 seçiminde de istikrar söylemi adına toplumsal sorunlara sırtlarını çevirmiş tüm siyasi partilerin parlamento dışına düşmesini gözledik.
3 Kasım seçimlerinin sonucu olarak ortaya çıkan AKP tek parti iktidarı ve CHP tek parti anamuhalefeti Türkiye’ye siyasal aktörlerin istikrarı demokratikleşme ve sürdürülebilir ekonomik kalkınmada arama olasılığını verdi. Türkiye’de uzun yıllar sonra siyasi aktörler ile devlet aktörleri arasındaki siyaset yapma alanının genişlemesi, dolayısıyla demokratikleşme yoluyla toplumsal sorunlara çözüm bulma olasılığı da doğdu. Aynı zamanda, Türkiye-AB ilişkilerinde ortaya çıkan tam üyeliğe dönük olumlu gelişmeler ve diğer taraftan Irak Savaşı ve Türkiye-ABD ilişkileri, Türkiye’nin gücünün güvenlikle demokratikleşme ve ekonomik kalkınmayı beraber gerçekleştirmesine bağlı olduğunu gösterdi. Türkiye’nin geleceğinin devlet-merkezci siyaset anlayışında değil, demokratikleşmede aranması gerekliliği, hem 3 Kasım seçimlerinde, hem de 2000’li yıllarda Türkiye’nin yüzleştiği uluslararası ilişkiler sorunları içinde, AKP ve CHP’ye tarih ve değişim tarafından söylenmiş oldu.
CHP ile muhalefet yürümüyor; çünkü...
Türkiye’de 3 Kasım seçimlerinden bugüne kadar olan gelişmelere, değişimlere, dönüşümlere, sorunlara ve bu süreç içinde siyasi alanın gösterdiği performansa, hem iktidar hem de muhalefet temelinde baktığımız zaman, bir ikilem ile karşılaşıyoruz. Objektif bir gözle AKP iktidarının bu süreç içindeki performansına baktığımız zaman, Türkiye’nin içinden geçtiği değişim ve dönüşümün içinde taşıdığı siyasal, ekonomik, kültürel ve uluslararası ilişkiler sorunlarına yanıt vermede belli alanlarda başarılı, belli alanlarda eksikleri ve başarısızlıkları olan bir iktidar yapısı görüyoruz. Bu süreç içinde başarıların ve sorunların beraberliği bugün kamuoyu yoklamalarında iktidara olan desteğin hâlâ çok yüksek seviyelerde olmasından çıkartabiliyoruz. AKP’nin iktidar olduğu bu dönem içindeki performansının daha derin ve kapsamlı tartışılması ve çözümlenmesi gerekir, ama bu başka bir yazının konusu. Yalnız şunu söyleyebiliriz ki, bugünkü Türkiye, yaşadığı sorunları göz ardı edemeyiz ama kabul etmemiz gerekir ki 1995-2001 arası ekonomik, siyasi ve kültürel istikrarsızlar, krizler ve çatışmaların olduğu Türkiye’den daha iyi bir yerde.
AKP ve iktidarın performansına karşı bu dönem içinde muhalefetin performansına baktığımız zaman farklı bir tablo ile karşılaşıyoruz. “Türkiye’de ciddi bir muhalefet sorunu var” saptamasını doğru kılan ve bu saptamanın farklı siyasi görüşler arasında kabul bulmasını sağlayan bir başarısızlık performansı, 2002’den bugüne CHP’nin anamuhalefet partisi olarak konumunu belirliyor. Son günlerde çok ciddi ve toplumsal tedirginlik yaratan Kürt sorununa yaklaşımında, Şemdinli davası içinde aldığı konumda, başka ülkelerin cumhurbaşkanlarını kendi iç siyasi söyleminde kullanırken diplomatik olarak Türkiye’yi zor durumda bıraktığını anlamamasında, laiklik tartışmalarına yaklaşımında demokratik ve sosyal çözüm önerilerinin çok uzağında bir muhalefet yapma anlayışını güden bir parti konumunda bugün CHP. Ama bu konum çok uzun zamandan beri sergileniyor. 2002’den bugüne AKP’ye toplumsal sorunlara çözüm önerileri temelinde muhalefet etmeyen bir CHP var. Dolayısıyla da, alternatif bir kamu yönetimi yasası, alternatif bir yerel yönetim yasası, alternatif bir YÖK yasası, alternatif bir Irak politikası, alternatif bir Kıbrıs politikası, alternatif bir sürdürülebilir ekonomik kalkınma anlayışı, son dönemde çok ciddi bir soruna dönüşmüş işsizlik, yoksulluk ve eşitsizlik sorunlarına sosyal adalet temelli çözüm üretme, AB sürecinde itici güç olma, demokratikleşmeyi derinleştirme vb. politikalarla güçlü bir muhalefet üretmek tercihinde olmayan bir CHP yönetimiyle Türkiye’de anamuhalefet partisi işlevi sürdürülüyor. Karşımızda hâlâ 1990’lı yılların siyaset anlayışını sürdürerek ve toplumdan kopuk bir söylemle, devlet-merkezci siyaset anlayışının güvenlik söyleminin sözcülüğünü yapmayı tercih eden bir parti var. AKP ile devlet aktörlerini karşı karşıya bırakıp, bu süreçten AKP’nin yıpranacağını uman dar bir siyaset anlayışıyla hareket eden CHP, hem kendisine oy veren seçmen kitlesi temelinde, hem de Türkiye’yi ciddi bir değişim geçiren dünya içinde güçlü bir aktör yapmak bağlamında ciddi bir sorun olarak ortaya çıkıyor, akademik ve kamusal söylem içinde tartışılıyor.
CHP’nin yaptığı bu hatalı tercih kendisini toplumdan uzaklaştırırken, diğer taraftan da, ironik olarak, AKP iktidarının katılımcı demokrasi, sosyal adaletli bir Türkiye yaratmak, kültürel çeşitliliğe sahip olma ve etkili devlet yönetimi için kadrolaşmadan uzaklaşma temelinde yaşadığı sorunlara rağmen hâlâ gücünü korumasına, hatta bazı kamuoyu araştırmalarına göre giderek toplumsal desteğini güçlendirmesine yol açıyor. Fakat, bununla birlikte, bir taraftan Türkiye’nin iyi ve demokratik yönetilmesi için, diğer taraftan da savaşa indirgenen 11 Eylül-sonrası dünya politikasının demokratik bir dünya yönetimine dönüştürülmesi olasılığına Türkiye’nin vereceği katkının artması için, Türkiye’nin modernleşme ve demokratikleşme sürecinin itici gücü olacak bir sosyal demokratik partiye ya da CHP’nin bu temelde dönüştürülmesine gereksinimimiz var. En azından, kısa dönemde de, giderek güçlenen AKP iktidarını dengeleyecek, bu iktidarın Türkiye’yi yönetiminde ortaya çıkacak olası sorunların demokratik bir temelde çözülmesini sağlayacak ve devlet-toplum/birey ilişkilerinin bireysel hak ve özgürlüklerin korunması ekseninde düzenlenmesini sağlayacak bir sosyal demokratik muhalefete Türkiye’nin gereksinimi var. Diğer bir deyişle, “güçlü ve demokratik bir Türkiye” yaratmak için, hem bugün etkin bir muhalefet partisi işlevini görecek, hem de uzun dönemde sosyal demokrasiyi bir ideoloji olarak toplumsal ilişkiler içinde yaygınlaştıracak sosyal demokratik bir partiye gereksinimimiz var.
Muhalefet ve kriz Fakat, toplumla organik bağ kuracak politikalar üretmek yerine, devlet-merkezci, milliyetçi ve sadece iktidar-karşıtlığı ve iktidarı devlete şikayet etme temelinde dar bir siyaset yapma anlayışını bugüne kadar tercih eden CHP’nin, ne etkin bir muhalefet partisi işlevini görmede, ne de kendisini güçlü ve demokratik bir Türkiye vizyonunu kurabilecek sosyal demokratik bir partiye dönüştürmede başarılı olması zor gözüküyor. Bu nedenle de, bugün Türkiye’nin temel sorunlarından birisi de CHP’nin etkin ve Türkiye’nin sorunlarına çözüm bulmaya yönelik muhalefet yapma eksikliğidir. Bu nedenle de, CHP’nin bugün yaşadığı sorunun eleştirel ve çok-boyutlu bir çözümlemesini yapmak zorundayız. Türkiye’de genelde sosyal demokrasinin krizi, somutta CHP’nin krizi üzerine çalışmaları taradığımız zaman, sorunun sadece bugünle ilişkili olmadığını, aksine son 25 yılda, dolayısıyla da 1980’lerden bugüne, özellikle 1990’larda ve 2000’li yıllarda, giderek ivme ve derinlik kazanan bir sorun olduğu saptamasını yapabiliriz. Türkiye’de sosyal demokrasinin, (i) siyasi bir aktör olarak, (ii) toplumsal bir hareket olarak ve (iii) toplum içinde güvenilirliği ve inandırıcılığı olan bir ideoloji olarak son çeyrek asırda giderek küçüldüğünü, iktidar olmaktan uzaklaştığını, hatta marjinalleştiğini görüyoruz. Bu anlamda, “bugün Türkiye’de sosyal demokrasi ciddi bir sorun ya da kriz yaşıyor” saptaması, sadece siyasi parti düzeyinde, dolayısıyla sadece CHP ya da ondan önceki sosyal demokratik partilere endeksli düşünülmemeli, tartışılmamalı. Böyle bir tartışma, içinde önemli bir doğruluk payı ve açıklama gücü taşısa da, sınırlı ve indirgemeci bir nitelik taşımaktadır. Düşünme ve tartışma alanını sadece sosyal demokrasinin siyasi bir aktör olarak yaşadığı sorunlara indirgemeden, sosyal demokrasinin toplumsal bir hareket ve bir ideoloji olarak yaşadığı sorunları da içerecek bir tarzda genişlettiğimiz zaman, hem “bugün Türkiye’de sosyal demokrasi ciddi bir sorun ya da kriz yaşıyor” saptaması, hem de “bugün Türkiye’de siyasi alan ciddi bir muhalefet sorunu yaşıyor” saptaması ciddi bir anlam kazanacaktır. Türkiye’de sosyal demokrasinin yaşadığı sorunlu durumu, “siyasi aktör, toplumsal hareket ve ideoloji” düzlemlerinde üç-boyutlu görmeliyiz, ki bu boyutlar birbirleriyle ilişkili ve bağlantılıdır. Böyle bir yaklaşım bize bugünü çok-nedenli, tarihsel ve analitik bir temelde çözümleme ve anlama olasılığını verir. Daha da önemlisi, ancak bu temelde yapılan bir çözümlemeyle, sosyal demokrasinin AKP’ye ciddi, etkin ve yapıcı bir muhalefet göstermesi, aynı zamanda da iktidar olarak Türkiye’yi yönetmek olanağını yakalaması olasılık için kazanabilir. Diğer bir deyişle, sadece parti içi iktidar mücadelelerine, lider değiştirmeye ve delege seçimi ya da parti yönetimi düzenlemelerine indirgenmiş bir yeniden-yapılanma girişimi, bugün sosyal demokrasinin yaşadığı çok-boyutlu sorunlu durumu doğru okuyamadığı sürece, başarılı olma şansına sahip değildir. Aksine yapılması gereken bugünü doğru okumak ve bu okumanın içinden yarını kurmaktır.