Arama


Tigin - avatarı
Tigin
Ziyaretçi
1 Mayıs 2006       Mesaj #8
Tigin - avatarı
Ziyaretçi

ABD’nin dünya gücü haline gelmesi.


Wilson’m asıl ilgi alanı iç politikaydı, ama görev süresi içinde daha çok dış sorunlarla ilgilenmek zorunda kaldı. Başkanlık süresi dolmadan usta bir diplomat ve dünya politikasının ünlü adlarından biri oldu. Dış politikanın yürütülmesinde, diplomatik yazışmaların çoğunu kendisi yapan, önemli kararları kendisi alan “güçlü” bir başkandı.
Genellikle dışişleri bakanları Bryan ve Lansing’le çalıştı; yakın danışmanı Albay Edward M. House’ın düşüncelerinden yararlandı.

Meksika’da Victoriano Huerta, liberal Devlet Başkanı Francisco Madero’yu öldürerek Şubat 1913’te iktidarı ele geçirmişti. ABD’nin bu duruma kayıtsız kalması güçtü, çünkü Meksika’da büyük yatırımları ve 40 bin yurttaşı bulunuyordu. Wilson, Huerta’ nın kanlı darbesini hoş karşılamadı; Huerta’nın yönetimini tanımadı ve ondan iktidarı serbest seçimlerle yeni bir demokratik hükümete devretmesini istedi. Huerta, Wilson’ın bu isteğini reddetti. Wilson, Venusti- ano Carranza’nın önderliğindeki “anayasacılar”ı açıkça destekliyordu. Ama “anayasacılar”ın Huerta’yı deviremeyecekleri anlaşılınca Amerikan ordusu Nisan 1914’te Veracruz’u işgal ederek Huerta’nm gelir ve ikmal yolunu kesti. Bu taktik başarılı oldu. Ağustos ayında Mexico kentini işgal eden Carranza, rakibi General Pancho Villa’yla yaptığı mücadeleyi de 1915 yazında kazandı. Ekim ayında Wilson, Carranza yönetimini fiilen tanıdı. Bu arada Pancho Villa, New Mexico eyaletine girip Columbia kentini yaktı ve geri çekildi. Wilson, General Pershing komutasında bir birliği Villa’nm peşinden yolladı. Amerikan güçleri Meksika’nın içlerine kadar inince burada Carranza’nın askerleriyle çatıştı. ABD ile Meksika arasında savaşın çıkması Wilson’ın askerlerini geri çekmesiyle önlendi. Başkan Wilson Nisan 1917’de Carranza’nm yeni anayasal rejimini resmen tanıyınca ABD-Meksika ilişkileri düzeldi.

Ad:  Thomas Woodrow Wilson.jpg
Gösterim: 1308
Boyut:  35.7 KB
Ağustos 1914’te Avrupa’da I. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla Başkan Woodrow Wilson’ın dış politikadaki ustalığı ve önderliği için ciddi bir sınama dönemi başladı. Amerikalıların büyük çoğunluğu tarafsızlıktan yanaydı. Amerika’nın hak ve çıkarlarına dokunulmadığı sürece savaşa müdahale edilmesini istemiyorlardı. Wilson da aynı görüşteydi. Ağustos ayında resmî bir tarafsızlık bildirisi yayınladı. Bundan iki hafta sonra da, Amerikalıların “düşüncede ve eylemde tarafsız” kalmalarını istedi.

Ama kısa bir süre sonra ABD, İngiltere’yle arasındaki üstü kapalı bir anlaşmanın sonucu olarak İngiliz ve Fransız ordularına yiyecek, hammadde ve askeri malzeme sağlayan en önemli dış kaynak haline geldi. Ayrıca Wilson yönetimi, İtilaf Devletleri’ nin savaş giderlerini karşılayabilmeleri için ABD’den 2 milyar dolardan fazla borç almalarına izin verdi. Alman asıllı Amerikalıların silah ambargosu konusundaki isteklerini ise, tarafsızlığa aykırı olacağım ileri sürerek kabul etmedi.

Almanya’nın savaşı Avrupa’da sınırlı tuttuğu sürece ABD ile çatışması söz konusu değildi. Ama Alman askeri yetkilileri, İngilizlerin denizlerdeki üstünlüğüne son vermek için yeni bir silah olan denizaltıları kullanmaya karar verdiler. Alman Deniz Kuvvetleri Şubat 1915’te, İtilaf Devletleri’ ne ait gemilerin geniş bir alanda uyarısız torpilleneceğini ve bu arada tarafsız devletlerin gemilerinin güvenliklerinin garanti edilemeyeceğini açıkladı. Başkan Wilson buna yanıt olarak, Alman denizaltılarının Amerikan gemilerine ya da Amerikan yurttaşlarının canına uyarısız zarar vermesi durumunda bundan kesinlikle Almanya’yı sorumlu tutacaklarını bildirdi. Almanlar bunun üzerine Amerikan gemileri için geniş güvence verdiler.
Bir başka sorun İtilaf Devletleri’ne ait gemilerde yolculuk eden ya da çalışan Amerikalıların durumuydu. Nitekim bir Alman denizaltısı İngiliz yolcu gemisi “Lusitania”yı 7 Mayıs 1915’te batırınca 128 Amerikalı öldü. Wilson önce Almanya’ya denizaltı savaşından vazgeçmesi çağrısında bulundu, ama sonraki görüşmelerde yalnızca silahsız yolcu gemilerinin denizaltı saldırılarına karşı güvence altına alınması üzerinde duruldu. Almanya ile ilişkilerin gittikçe bozulması karşısında Başkan Wilson, Aralık 1915’te ABD Silahlı Kuvvetlerinin önemli ölçüde genişletilmesini istedi. Kongre’de ve bütün ülkede savaş hazırlığı konusunda şiddetli bir tartışma baş gösterdi. 1916 tarihli, orduya ilişkin yasama kararı bir uzlaşmayı temsil ediyordu. Wilson ancak asker sayısında küçük bir artış ve Ulusal Muhafız Birliğinin güçlendirilmesiyle yetinmek zorunda kaldı. Donanma Ödenekleri Yasası ise yönetimin istediğinden daha çok sayıda gemi yapılmasını karara bağladı.

Savaş dışı kalmak istemesinin ötesinde Wilson’ın en büyük isteği savaşı kendi arabuluculuğuyla sona erdirmekti. Barış için önce İngiltere’nin işbirliğini sağlamaya çalıştıysa da İngilizler bunu reddettiler. Denizaltılar konusunda Almanya ile bir nihai çatışmadan çekinen Wilson, arabuluculuk çabalarını kendi başına sürdürmeye karar verdi. 18 Aralık 1916’da, savaşan devletlerden barış koşullarını açıklamalarını istedi. Daha sonra, üst düzeydeki gizli görüşmelerde Almanya ve İngiltere’ye kendi başkanlığında bir barış konferansı düzenlemeleri çağrısında bulundu.

Almanya’nın Ocak 1917’de tarafsız ülkelerin ticaret gemileri de aralarında olmak üzere bütün gemilere karşı sınırsız denizaltı savaşını başlatması barış fırsatını ortadan kaldırdı. Bu durumda Wilson’ın Almanya ile diplomatik ilişkileri kesmekten başka yapacak şeyi kalmadı. ABD 3 Şubat 1917’de Almanya ile diplomatik ilişkileri kesti. Amerikan gemileri martta denizaltı saldırılarını caydırması umuduyla silahlandırıldı. Almanlar mart ortasında Amerikan gemilerini ayrım gözetmeden batırmaya başladılar. Başkan Wilson 2 Nisan’da Kongre’den ABD ile Almanya arasında bir savaş durumunun bulunduğunu kabul etmesini istedi. Kongre savaş kararını hemen onayladı, Wilson da 6 Nisan’da imzaladı.

Seferberlik genel olarak iki aşamada gerçekleştirildi. 1917’nin Nisan ve Aralık ayları arasındaki ilk aşamada hükümet daha çok gönüllü ve kolektif çabalara dayanıyordu. Aralık 1917’den sonraki ikinci aşamada ise hükümet ekonomik yaşamın önem taşıyan her kesiminde tam bir denetim kurmak için hızla harekete geçti. Demiryolları millileştirildi, yiyecek ve akaryakıt karneye bağlandı, sanayi üzerinde kesin denetim yetkisine sahip bir savaş sanayileri kurulu oluşturuldu, geniş bir ticaret filosunun yapımına başlandı ve grevleri önlemek için zorlayıcı önlemlere başvuruldu. 1917 tarihli Casusluk Yasası ülke içindeki savaş karşıtlığını sert bir biçimde bastırdı.

Amerika’nın savaştaki askeri katkısı oldukça küçük olmakla birlikte iki açıdan sonucu belirledi. Savaşa daha en başından hazır olan Amerikan donanması, Ingiliz donanmasının 1917 sonbaharında denizaltı tehdidini ortadan kaldırmasına yardımcı oldu. General Pershing komutasında 1.200.000 Amerikan askeri Eylül 1918’de Fransa’ya çıktı ve Batı Cephesi’ndeki dengeyi değiştirerek savaşın umulandan bir yıl önce bitmesini sağladı.

Daha savaş sürerken, Başkan Wilson çağdaş tarihin gördüğü en tutkulu ikna çabalarından birine girişerek, bütün dünya halklarını, gelecekteki savaşların nedenlerini ortadan kaldıracak ve barışın sürmesini sağlayacak bir mekanizma kurmaya çağırdı. 22 Ocak 1917’de Senato’da yaptığı konuşmada, kurulacak bir “Milletler Cemiyeti”nin uygulayacağı ve ABD’nin hararetle destekleyeceği “zafersiz bir barış” çağrısında bulundu. Wilson, İngiliz ve Fransız önderlerini ortak bir savaş hedefleri bildirisi yayınlamaya ikna edemeyince 8 Ocak 1918’de Kongre’de ünlü On Dört Maddelik Konuşma’sını yaptı.

Bu konuşmasının genel maddelerinde Wilson, geçmişte savaşlara yol açan eski usul diplomasiye son verilmesi isteminde bulundu. Karmakarışık ittifaklar yerine açık diplomasi uygulanmasını, denizlerin serbestliği ilkesinin kabul edilmesini, sömürgeler üzerindeki hak iddialarının tarafsız bir biçimde çözüme bağlanmasını, yapay ticaret engellerinin kaldırılmasını ve hepsinden önemlisi barışı geliştirip üyelerinin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü koruyacak bir Milletler Cemiyeti’nin kurulmasını istedi. Özgül sorunlarla ilgili bölümde ise Başkan Wilson, Almanlar tarafından yağmalanan Belçika’ nın yeniden imarını, o sıralar iç savaş içinde ki Rusya'ya yakınlık gösterilmesini, bağımsız bir Polonya devletinin kurulmasını, Alsace-Lorraine bölgesinin Fransa’ya geri verilmesini, Avusturya-Macaristan ve OsmanlI imparatorluklarından ayrılacak uluslara özerklik ve kendi kaderlerini tayin hakkı tanınmasını istiyordu. On Dört Madde, barış ve adalete dayalı yeni bir uluslararası düzen için mücadele eden liberaller ve ılımlı sosyalistler için yeni bir umut kaynağı oldu.

Ekim 1918’de Almanya, Başkan Wilson’a On Dört Madde ve öbür başkanlık bildirilerini temel alarak ateşkes imzalamaya hazır olduğunu bildirdi. İtilaf Devletleri de On Dört Madde temelinde barış imzalamayı kabul ettiler. Yalnız İngiltere denizlerin serbestliği ilkesine çekince koydu.
Paris’te Ocak 1919’da başlayan barış konferansına Wilson başkanlığında bir Amerikan heyeti katıldı. Wilson, İtilaf önderleri (İngiltere’den David Lloyd George, Fransa’dan Georges Clemenceau ve İtalya’dan Vittorio Orlando) karşısında On Dört Madde’yi kahramanca savundu. Ama Almanya’ya ağır bir tazminat yüklenmesi konusunda Avrupalı önderlerin isteklerini kabul ederek bir ödün verdi.

Ayrıca İtilaf Devletleri Rusya’daki iç savaşa da müdahale ettiler. Buna karşın Wilson On Dört Madde’den yitirdiğinden fazlasını kazandı. Almanya’nın parçalanmasını ve Rusya’ya daha fazla müdahale edilmesini önledi ve Milletler Cemiyeti Sözleşmesinin Versailles Antlaşması’nın içine alınmasını sağladı. Wilson Milletler Cemiyeti’nin Amerika’nın önderliğinde, Versailles Antlaşması’nın içerdiği adaletsizlikleri kısa sürede düzelteceğine inanıyordu.

Başkan Temmuz 1919’da Versailles Antlaşması’m Senato’ya sunduğunda Amerikan kamuoyu antlaşmanın hemen onaylanmasından yanaydı. Ama yalıtılmış bir ABD yanlısı geleneksel akım yeniden etkili olmaya başladı. Massachusetts senatörü Henry Cabot Lodge’un önderliğindeki Cumhuriyetçi senatörlerin çoğunluğuyla Wilson arasında çatışma çıktı. Lodge antlaşmaya 14 çekince konmasını istiyordu. Bu çekincelerden İkincisi, Milletler Cemiyeti Sözleşmesi’nin üyelerin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığını garanti altına alan X. maddesi çerçevesinde ABD’nin hiçbir yükümlülük üstlenmemesini öngörüyordu. Ayrıca başkan, Kongre’nin açık onayını almadıkça sözleşmenin uygulanması için Silahlı Kuvvetler’den yararlanamayacaktı.

Wilson, antlaşmanın çekincesiz onaylanmasını kabul ettirmek için ülkenin batısında geziye çıktı. Lodge uzlaşmaya yanaşmadı. Senato’daki iki oylamada da antlaşmanın onaylanması için gerekli üçte iki çoğunluk sağlanamadı.
1920 seçimlerinde Cumhuriyetçilerin adayı Warren G. Harding başkan seçildi. Harding göreve başlarken yaptığı konuşmada ABD’ nin Avrupa’nın işlerine karışmayacağını açıkladı ve Almanya ile 1921’de ayrı bir barış imzalayarak kararlılığını vurguladı.

1920-45 ARASINDA ABD.


Savaştan sonraki Cumhuriyetçi yönetimler.

Ad:  Warren G. Harding.jpg
Gösterim: 1317
Boyut:  14.4 KB

Başkanlığı devralan Warren G. Harding ulusu savaş sonrasının kargaşa ve bunalımından normal yaşama döndürmeyi vaat etti. Seçim sloganı olan “işte daha az devlet, devlette daha çok iş”i uygulamaya koydu. Cumhuriyetçi iktidar, savaş döneminin ekonomiye giderek artan müdahale eğilimini tersine çevirdi, ama büyük ve küçük iş çevrelerini güçlendirmek için de bir dizi önlem aldı. Harding kabinesi, Cumhuriyetçi Kongre üyelerinin yardımıyla iş çevrelerinden yana politikaları uygulamaya koydu.
Hükümetin kendisi de giderek bir şirkete benzer biçimde yöneltilmeye başladı. 1921’de Bütçe ve Muhasebe Yasası birleşik tek bir bütçeyi hazırlayacak bir Bütçe Dairesi ve bir denetleme kuruluşu olan Genel Muhasebe Dairesi’ni kurdu.

Amerika’ya göçü sınırlayan yasalar, Amerika’nın geleneksel göçmen politikasını değiştirerek Avrupa’dan göç akınmın önüne set çekti. Yasanın çıkarılmasından bir yıl önce, 1920’de, ABD’ye 800 bin göçmen gelmişti. Sendikaların protestolarına göçmenlerden bazılarının radikal eğilimler taşıyabileceğinden korkan işveren önderleri ve milliyetçi kuruluşlar da katıldı. 1924 yasası yıllık göçmen kotasını 164 bin olarak belirledi; Kuzeybatı Avrupa’dan gelecek göçmenleri gözetirken Asya’dan göçü bütünüyle yasaklayarak Japonların öfkesine yol açtı. Batı yarıküresinden göç ise sürüyordu.

Harding 1923’te kalp krizinden öldü. Onun yerine 1924 seçimlerini kazanan Coolidge geçti. Coolidge, Harding’den daha tutucuydu. Veto yetkisini ve atama gücünü kullanarak iş dünyası üzerindeki sınırlamaları engelledi. Ulusal ekonomi 1920’lerde gelişmesinin doruğuna ulaştı. Makinelerde ve işletmecilikte meydana gelen gelişmeler sanayi üretimini yüzde 50 oranında artırmış, işgücü maliyetlerini yüzde 9,5 oranında düşürmüştü. Otomobil ve dayanıklı tüketim malları üretimi büyük ölçüde arttı. Zenginler bu gelişmelerden en büyük yararı sağlamakla birlikte, orta sınıfla işçi sınıfının da yaşam düzeyi yükseldi. 1922-29 arasında maaşlar yüzde 42, ücretler yüzde 33, tüketici harcamaları yüzde 23, şirketlerin net kârları yüzde 76, hisse senedi sahiplerine dağıtılan kâr payları yüzde 108 arttı.
Ad:  Calvin Coolidge.jpg
Gösterim: 1324
Boyut:  20.4 KB

Milyonlarca Amerikalıya göre, ağırbaşlı Başkan Calvin Coolidge bu döneme gazetecilerin yakıştırdıkları “caz çağı” deyiminden daha iyi bir simgeydi. Borsa spekülasyonları ve Florida’daki gayrimenkul fiyatlarının olağanüstü yükselmesine, caz orkestraları eşliğinde çarliston dansı yapan, yasadışı içkinin rahatça satıldığı barlarda oynayan kısa etekli, bobstil saçlı, serbest genç kadınların ortalığa dökülmesine karşın halkın çoğunluğu bu coşkuyu ancak dolaylı olarak, o yıllar x ortaya çıkan bazı yenilikler dolayısıyla paylaşabiliyordu. Bu yenilikler arasında bol resimli gazeteler, radyo ve haftada 50 milyon seyirci toplayan sessiz filmler vardı. Amerikalılar ayrıca, Sinclair Lewis’in o dönemi eleştiren romanlarını, F. Scott Fitzgerald’ın gene aynı dönemi yücelten yapıtlarını okuyordu.

Birçok yazar ve aydın dönemin kitle kültürünü eleştirmekteydi. Gene de 1920’ler daha iyi iletişim olanaklarını geliştirerek kentlerle kırsal kesim arasındaki farklan azalttı. Karayolları, parklar yapıldı; anaokullarından üniversitelere kadar bütün eğitim kademelerinde gözalıcı gelişmeler oldu. Öte yandan 1920’ler, yasaların toplu halde çiğnendiği ve örgütlü suçların artış gösterdiği karanlık bir dönemdi. Ocak 1920’de alkollü içkilerin yapılması, satılması ve taşınması yasaklandı. Ama yaptırım mekanizması öylesine zayıftı ki, gangsterler hemen geniş çaplı kaçak içki yapım ve satımına giriştiler. Milyonlarca dürüst yurttaş elaltından içki içmeye başlarken milyonlarca dindar Protestan yasağı hoşnutlukla karşıladı ve emekçilerin içki tüketimi düşüş gösterdi.

Herbert Hoover ve Büyük Bunalım.

Ad:  Herbert Hoover.jpg
Gösterim: 1427
Boyut:  20.2 KB

Cumhuriyetçi başkan adayı Herbert Hoover 1928 seçimlerinde ezici bir zafer kazandı. Bunun bir nedeni, rakibi New York valisi Alfred E. Smith’in içki yasağına karşı bir Katolik olması idiyse, öbürü Hoover’ın “Büyük Mühendis” olarak, 1920’lerin refahını sürdürmeye en uygun başkan olarak görülmesiydi. Ama Hoover’ın göreve başlamasından birkaç ay sonra 1929 Büyük Bunalımı baş gösterdi. Refahı sürdürmek üzere iktidara gelen Hoover bütün gücünü, kaybolan zenginliği geri getirmek için seferber etmek zorunda kaldı.

Ekim 1929’daki hisse senedi borsası çöküşünde hisseler birkaç hafta içinde yüzde 40 oranında değer yitirdi. Hisse senedi piyasalarındaki gerileme 1932’ye değin sürdü. Bunalım, sanayi üretimindeki, inşaat kesimindeki ve perakende eşya satışlarındaki düşüşün bir sonucuydu. İşadamları, etkinliklerini gittikçe azaltmak zorunda kaldıkları için ekonomik bunalım durdurulması güç, deflasyonist bir sarmal başlattı. Hoover bunalımı sona erdirmek için, hükümetin elindeki yetkileri, kendisinden önceki başkanlara oranla daha çok kullandı. Hoover yönetimi, daha sonraki birçok uygulamanın ilk biçimlerini gerçekleştirdi. Hoover kamuoyunun güvenini sağlamak için önce, üretimi, istihdamı ve var olan ücret düzeyini korumaya söz veren işadamlarının ve sendika önderlerinin gönüllü desteğini sağlamaya çalıştı. Federal Rezerv kredilerini serbest bıraktı, vergileri azalttı. Bayındırlık yatırımları için Kongre’den 423 milyon dolarlık ek bir ödenek elde etti. Kötüleşen koşullar Hoover’ı daha köklü önlemler almaya zorladı. Ama Hoover, her şeye karşın, kalkınma programının hâlâ gönüllü olarak uygulanmasını istiyordu. Kongre 1932’de Hoover’ın isteği üzerine bir federal borç kurumu oluşturdu. Yeniden İnşa Finans Kurumu bankalara, sigorta şirketlerine, tarım kuruluşlarına, demiryollarına ve başka sanayi kuruluşlarına borç verecekti.

Hoover’ın ve Kongre’nin çabalarına karşın bunalım etkisini sürdürdü. 1932’de yüzlerce banka iflas etti, fabrikalar, tezgâhlar durdu ya da yarım gün çalışmaya başladı. İşsiz sayısı 13 milyona ulaştı. Çiftçilerin dörtte biri topraklarını yitirdi. 1932 seçimlerinde seçmenler, kendilerine bir “New Deal” (Yeni Düzen) vaat eden New York valisi Franklin D. Roosevelt’i başkanlığa getirdiler. Demokratların adayı olan Franklin D. Roosevelt, Hoover karşısında büyük bir zafer kazandı.

New Deal (Yeni Düzen).

Ad:  Franklin D. Roosevelt.jpg
Gösterim: 1417
Boyut:  18.8 KB

Roosevelt göreve başladığında ülkede bankacılık kesiminde ciddi bir bunalım hüküm sürmekteydi. Şubat 1933’ten başlayarak eyaletler birbiri ardına bankaların etkinliklerini sınırlayıcı önlemler almak zorunda kaldılar. Aynı yıl 4 Mart’ta başkan göreve başlama konuşmasını yaptı. Bu konuşmasında Roosevelt, yurttaşların kafalarındaki korkuları gidermeye çalıştı.
Roosevelt Beyaz Saray’daki ilk günlerinde iş dünyasının güvenini yeniden kazanmak için çaba harcadı. Mart ayında Kongre’ye Bankacılık Acil Yasa tasarısını sundu. Kongre’nin kabul ettiği bu tasarı, hükümete sağlam bankaları güçlendirme ve yeniden açma yetkisi veriyordu. Bankaların dörtte üçü üç gün içinde Federal Rezerv Sistemi çerçevesinde yeniden açıldı. Alkol oranı düşük biraların satışı serbest bırakıldı. Hisse senedi fiyatları yüzde 15 oranında yükseldi.

Bütün ülkenin desteğini kazanan Franklin D. Roosevelt, Kongre’yi özel oturumda tutarak kalkınma programının temelini oluşturan yasaları birer birer çıkarttı. Bundan sonra, Kongre’ye uzun dönemli yasa önerileri sundu. Kongre 1933 Mart ve Haziran ayları arasında başkanın bütün önerilerini kabul etti. Mayıs 1933’te kabul edilen Tarımsal Düzenleme Yasası, Amerikan çiftçisinin, ekonomik durumunu düzeltmek için ilk kez federal hükümetten borç almasını sağladı. Bu yasayla kurulan Tarımsal Kalkınma Kurumu’nun çiftçilere yardımı sınırlı oldu. 1933-36 arasındaki kuraklık tarım ürünleri fazlasını azalttı ve girdi fiyatlarını artırdı. Çiftçilerin nakit gelirleri 1932-36 arasında iki kat arttı, ama 1941’e değin 1929’daki düzeyine ulaşamadı.

New Deal programı çerçevesinde çıkarılan Ulusal Sanayiyi Canlandırma Yasası iş dünyasının düzenlenmesine yönelikti. Bu yasayı uygulamakla görevli olan Ulusal Kalkınma İdaresi (National Recovery Administration- NRA) işverenlere, üretimi istikrara kavuşturmaya ve fiyat kırmayı önlemeye yönelik anlaşmalarda hükümet desteği sağlıyordu. İşçi kesimi, ücretlerin ve iş sürelerinin korunmasını ve toplu pazarlık yapma hakkını elde etti. Tarım yatırımları için ayrılan geniş ödenekler, Bayındırlık İdaresi aracılığıyla ekonomiye para aktarılmasını ve böylelikle tüketicinin satın alma gücünün artırılmasını amaçlıyordu. NRA programının uygulaması çarpık sonuçlar verdi. Üreticiler yüksek fiyat ve yüksek talep beklentisiyle üretimi artırdı, ama satın alma gücü buna ayak uyduramadı.

Piyasada sağlanan küçük çaplı canlanma, 1933 sonbaharında sönmeye yüz tuttu. NRA karmaşık bir yapı edindi. Ücretleri ve çalışma sürelerini düzeltmede ve büyük sanayi dallarına çekidüzen vermede bazı başarılar elde edilmesine karşın, program çıkmaza girdi. İdare tekel koşulları yaratmaya yöneldi ve kamu harcamaları yavaş geliştiğinden fiyatlar satın alma gücünden daha hızlı arttı. 1935’te Yüksek Mahkeme, NRA ile ilgili yasaları iptal edince Kongre yeni yasalar çıkardı; ama bu deneyim temelde sona ermiş oldu.

İkinci New Deal ve Yüksek Mahkeme.


New Deal, solun baskıları ve sağın düşmanlığı karşısında 1935 ve 1936’da daha reformcu bir çizgiye yöneldi. Roosevelt’in yaptıklarından daha fazlasını vaat eden siyasetçiler, Roosevelt’e verdikleri desteği çekme tehdidinde bulundular. Bunun üzerine Roosevelt, yoksullara daha büyük yardım ve daha geniş reform planları önerdi. Kongre doğrudan yardımın yerine iş yardımını getiren Çalışma Projeleri İdaresi’ni (WPA) kurdu. Bu arada Yüksek Mahkeme de bazı önemli yasaları iptal ederek reform girişimlerini engellemeyi sürdürdü.

Roosevelt 1936 seçimlerini kazanırken oyların yüzde 60’ını aldı ve seçim zaferinin verdiği güvenle Yüksek Mahkeme engelini ortadan kaldırmaya karar verdi. Şubat 1937’de Kongre’ye, mahkemenin kuruluş yapısının yeniden düzenlenmesini önerdi. Kendisine, sayıları 6’yı aşmamak üzere yaşı 70’i geçmiş her yargıç için yeni bir yargıç atama yetkisi verilmesini istedi. Bu öneri tepkilere yol açtı. Kongre’deki bazı Demokratlar ve liberal Cumhuriyetçiler ise öneriyi desteklediler.

Bu arada Yüksek Mahkeme de bir dizi yeni kararla, federal ve eyalet düzeyindeki ekonomik düzenlemelerle ilgili önlemleri anayasaya uygun bularak desteklemeye başladı. Mahkemenin bu tavır değişikliği söz konusu planı gereksiz hale getirdi. Yasa teklifinin Senato’da reddedilmesiyle Roosevelt siyasal bir yenilgiye uğramış oldu. Ama mahkemenin yaşlı üyeleri emekliye ayrıldığından ya da öldüğünden, 1942’de Yüksek Mahkeme’de Başkan Roosevelt’in atadığı üyeler büyük bir ağırlık kazandı.

New Deal’in son aşaması.


1937 yazında ülkede ekonomik durgunluk baş gösterince, Roosevelt saygınlığını daha da yitirdi. Roosevelt’in ikinci başkanlık döneminde, daha önceki New Deal önlemlerini geliştirip güçlendiren yasalar çıkarıldı. Tarımda üretimi azaltmak, ürün fiyatlarını yükseltmek ve kırsal kesimdeki yoksulluğu hafifletmek amacıyla bazı düzenlemeler getirildi. 1938’de Adil Çalışma Koşulları Yasası ile asgari ücretin ve haftalık çalışma sürelerinin üst sınırı belirlendi. 1937’de ABD Konut İdaresi’nin kurulmasıyla yoğun bir biçimde konut yapımına girişildi. Bütün bunlar geniş bir mevzuat dizisi yarattı. Kongre’de Cumhuriyetçilerle işbirliği yapan tutucu Demokratlar bu düzenlemelere karşı çıktılar.

Roosevelt 1938 önseçimlerinde, tutucu Demokrat Kongre önderlerinin seçilmesini engellemeye çalıştıysa da genellikle başarısız oldu. Bu sırada New Deal ülke çapında desteğini yitirmeye başladı. Sendikaların gittikçe artan oranda şiddete başvurması, orta sınıf Amerikalıların New Deal’den soğumasına yol açtı. Sendikalar New Deal döneminin başında Wagner Yasası çerçevesinde örgütlenmeye başlamıştı. Bu yasanın ardından büyük ölçekli sanayi kuruluşlarındaki işçileri örgütlemek üzere Sanayi Örgütleri Kon7 gresi’nin (CIO) kurulmasıyla, işverenler ile sendikalar ve çeşitli rakip sendikalar arasında yoğun bir çekişme baş gösterdi. Yaygınlaşan grevler sonunda birçok büyük şirket CIO ile sözleşme imzalamak zorunda kaldı.

Roosevelt’in tarafsız kalmaya özen gösterdiği bu mücadele sonunda 1932’de 3 milyon olan sendikalı sayısı 1941’de 9,5 milyona çıktı. New Deal’in en önemli sonucu, federal yönetimin ekonomi ve halkın refahı alanında, sorumluluk üstlenmesi oldu. İlk başlarda ilericilik döneminin bıraktığı yerden başlayarak, Başkan Hoover’ın ekonomik bunalımla mücadele programını devam ettiren New Deal, Roosevelt ile birlikte, bu noktanın ilerisine giderek zorlayıcı bir nitelik kazandı. Federal hükümet, ilk kez, yurttaşların sosyal güvenliği için sorumluluk yüklendi. Wagner Yasası sendikacılığı güçlendirdi. Örgütlü işçi kesimi, oy ve para katkılarıyla Demokrat koalisyonun temel bir öğesi haline geldi. New Deal’in refah dönemini geri getirme çabaları, ekonomik düzenlemelerde bir deneme-yanılma yaklaşımına yol açtı. Ulusal planlama, NRA denemesi sonunda başarısızlığa uğramakla birlikte, sonraki yıllarda tarımsal üretimin düşürülmesinde bir araç olarak kullanıldı. 1933’ten sonra para ve kredi yönetimi giderek gelişti ve hükümetin enflasyonu denetlemek ve deflasyonu önlemek için başvurduğu temel bir araç haline geldi. Önceleri yardım amacıyla başlatılan kamu harcamaları, ekonominin canlandırılmasına önemli katkıda bulundu.
Roosevelt’in kendisi, bazı görüşlerinden yararlandığı J.M. Keynes’in sadık bir izleyicisi olmamakla birlikte, dönemin birçok iktisatçısı Keynesçi bir düşünce yapısına sahipti. New Deal tam bir ekonomik kalkınma sağlamadı, ama savaşla başlayan asıl gelişmenin yolunu açmış oldu.

Tecrit politikası ve tarafsızlık.


ABD, New Deal döneminde, dünyanın başka yerlerindeki savaş tehlikesi karşısında, güvenliğini kabuğuna çekilerek koruma yoluna gitti. Kongre, ülkeyi savaşın dışında tutabilmek için, Roosevelt ve Dışişleri Bakanı Cordell Hull’un onayıyla bir dizi tarafsızlık yasası kabul etti. Bunlardan amaç, ABD’yi I. Dünya Savaşı’na sürüklemiş olan olayların tekrarlanmasını önlemekti. İtalya Habeşistan’ı (bugün Etiyopya) işgale hazırlanırken, Kongre 1935 Tarafsızlık Yasası’nı kabul etti. Bu yasa, hem saldırgan devletlere, hem de saldırıya uğrayan devletlere yapılacak silah sevkiyatına ambargo koyuyordu. 1936’da İspanya İç Savaşı’nm başlamasını daha etkili tarafsızlık yasaları izledi ve “savaş sırasında denizlerin serbestliği” ilkesi bile bir yana bırakıldı.

Amerika’nın güvenliğine yönelik tehditler. ABD için en büyük tehdit Japonya’dan geliyordu. Japonya’nın Asya kıtası üzerindeki iddialarını tanımamaya devam eden Roosevelt, 1934’te Amerikan donanmasını güçlendirmeye başladı. Japonya 1937’de Çin’in kuzeyinde geniş çaplı bir harekâta girişince, Roosevelt tarafsızlık ilan etmedi. Bu yolla her iki tarafa da askeri malzeme sevkedilebilecekti. Asya’daki savaş ilerledikçe Roosevelt bir ortak güvenlik politikası geliştirmeye çalıştı. Bu politikasını Batı Yarıküresindeki devletlerle sınırlı tuttuğu sürece fazla muhalefetle karşılaşmadı. Almanya’nın 1939’da Polonya’yı işgali üzerine II. Dünya Savaşı başlayınca, tarafsızlık yasasının görüşülmesi için Kongre’yi özel oturuma çağırdı. Amacı, savaşan devletlere (aslında yalnız İngiltere ve Fransa’ ya) “parayı ödemalı al” temelinde savaş malzemesi satmaktı.

Roosevelt, 1940’ta rakibi Cumhuriyetçi Wendell Wilkie’ye karşı oyların yüzde 54’ünden fazlasını aldı ve Amerika’nın bu konudaki geleneğini yıkarak üçüncü kez başkan oldu. Fransa’nın 1940’ta teslim olmasından Japonya’nın Aralık 1941’de ABD’nin Pearl Harbor limanını bombalamasına değin, ABD’deki tecrit politikası yanlıları başkanın ülkeyi savaşa sürüklediğini, müdahaleciler de yeterince çabuk hareket etmediğini ileri sürdüler. Bu tartışma sürerken ABD silahlanma çabalarını ve İngiltere’ye silah yardımını sürdürdü. 1940’ta çıkarılan Burke-Wadsworth Yasası, ilk kez, barış zamanında zorunlu askerlik hizmeti ilkesini getirdi. 1941 Ödünç Verme ve Kiralama Yasası, İngilizlere ve müttefiklerine, bedeli savaş bittikten sonra ödenmek üzere, askeri malzeme verilmesini sağladı. Roosevelt ve Churchill, Ağustos 1941’de Atlantik Sözleşmesi (Atlantic Charter) diye bilinen savaş amaçlarını ilan ettiler. Atlantik Sözleşmesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, daha geniş ekonomik fırsatları, korkusuz ve tok yaşama özgürlüğünü, denizlerin serbestliğini ve silahsızlanmayı içeriyordu.

kaynak: Ana Britannica
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 12 Ekim 2016 00:20