Arama


c0lin - avatarı
c0lin
Ziyaretçi
24 Haziran 2008       Mesaj #36
c0lin - avatarı
Ziyaretçi
Kalbin Sesi - Esmâu'l-Husnâ
MsXLabs.org

Menfaatları ve mazarratları yaratan, ancak Allahu teâlâ'dır. Bütün vukuat sebeplerle meydana geliyorsa da, sebepler yoğu var etmez. Onlar ancak insanların elinde birer tutamak ve Hak'tan bir isteme vesikası olmak üzere yaratılmıştır. İnsanın menfaat ve mazarratında hâkim ve rakipsiz müessir ancak O'dur. Allahu teâlâ gerçi mazarrat verici şeyler yaratmıştır. Fakat onlardan zararlanmamızı değil, bilâkis maddî, mânevî bütün zararlardan sakınıp, korunmamızı emretmiştir. Allahu teâlâ, insanlara menfaat ve mazarratı ayırt edecek kuvvet verdiği gibi ki bu kuvvet, akıl ve ilimdir - bunlardan herhangi birinin sebeplerini tutabilmek üzere kendilerine tam bir serbestlik de vermiştir. Bu serbestliğe binâen, bir insan hangi tarafın sebeplerini tutarsa âkıbeti oraya çıkar ve bu âkıbeti bile bile, kendi arzusuyla hazırlamış olur. Allah isterse bu serbestliği kaldırabilir, buna muktedirdir ve o zamân insanlar kendi arzulariyle iyiden, kötüden bir şey kazanamazlar. Fakat insanlardan hangilerinin iyiliğe, hangilerinin kötülüğe daha istekli bulunduğunu ortaya koymak için bu serbestliği devâm ettirir.

HAYIR DA ŞER DE İNSANLAR İÇİN BİRER İMTİHANDIR:
İnsan dünyâya gelir, rüşt çağına ulaşınca fazileti de anlar, rezîleti de. İki tarafın isteyicisi de çıkar. Allahu teâlâ, imtihan için herkesin hareketine meydan verir, İstediği tarafın sebeplerini yaratır. Her iki tarafın da tellâlı, teşvikçisi, vâsıtaları bulunur. Derken insanlar ikiye bölünür, iki muvâzi ırmak gibi iyiler iyiliğe, kötülür kötülüğe akar, koyulur gider. Allahu teâlâ Halimdir, Sabûrdur, kötüleri hemen kahredivermez; mühlet verir, rızklarını da kesmez. Bu arada yol değiştirenler de görülür. Kötülükten iyiliğe dönenler olduğu gibi, iyilikten kötülüğe doğru kayanlar da bulunur, İmtihanın neticesi de hâtimede, yâni son nefeste belli olur. Maddî bir temsil:
Mâlumdur ki, bir duvar ne tarafa eğilmiş se çok defa o tarafa yıkılır. Sağ tarafa meyleden bir duvar günler geçtikçe o tarafa meyli artar ve nihÂyet o tarafa göçer. Bunun aksi de böyledir, amma bâzan tam duvarın yıkılacağı anda fevkalâde bir hâl, bir hâdise oluverir. Meselâ, müthiş bir bora ve fırtına kopmak gibi... Bu hâdise yüzünden, sağa yıkılacakken sola veyâ sola yıkılacakken sağa yıkılabilir. Bu da her zamân mümkündür.
Kötü yollarda giderken kalbinde Allah korkusu bulunan ve günün birinde Allah'ın rızâsına uygun herhangi bir iş becerenler, çok defa doğru yola döndürüldüğü gibi, iyi yollarda bulunuyorum diye kendini beğenip, kendine kıymet veren ve Allah'ın kullarını hor, hakir tutan kimselerden de - Allah'a sığındık - bulunduğu mertebeden kovulanlar bulunur. Onun için âkıbet endişesini hiç unutmamak ve hayâtımızın hayırla ve imânla bitmesini daima Allah'tan dilemek lâzımdır.

KAHIR YÜZÜNDEN LÛTUF:
Allahu teâlâ iyilik yollarında yaşayan kullarından bâzı sevdiklerini ağyardan örtmek için onların üstüne darlıktan ve ıztıraptan bir tül gerer. Bu makbûliyet işâretidir. Onun için buna, kahır yüzünden lütuf denir. Bir de, bunun aksine olarak bâzı kötülerin de tuttuklarını kolaylaştırır, her işini âsan eder. Onlar da işleri rastgeldikçe şımanr, şımardıkça azar, Allah'tan büsbütün gaflet eder. İyi yola dönmek aklına bile gelmez, İrşat sözü kulağına bile girmez. Derken, bu delâlet yollarında hora teperken hayat perdesini hüsranla kapatır gider. Bu da lütuf yüzünden kahır olur. Çünkü görünüş i'tibâriyle işlerinin arzusuna göre zuhûr etmesi bir lütuf ise de, elde fırsat varken aklını başına aldırmayıp, mukadder olan âkıbetine, Allah'ın ebedî kahır ve gadabına çekip götürmesi i'tibâriyle kahrolmuştur.

ZARARLI ŞEYLER NEDEN CÂZİP GÖRÜNÜR?
Allahu teâlâ, yasak ettiği şeylerle kullarını birçok mazarratlardan ve korkunç âkıbetlerden korumuşken, insanların çoğu yine bunlara atılır durur, İnsan oğlu men olunduğu şeyin üstüne düşer. Çünkü yasak edilen şeye riâyet edenlerle etmeyenler, seçilmek ve neticede riâyet edenler takdîr, etmeyenler tekdîr edilmek hikmetinden ötürü, yasak edilen şeyler tatlı görünün Meselâ nice insanlar hesnâ, müstesnâ helâli varken, haram olan çirkin ve murdar kadınlara can ve gönülden bağlanır. Eğer o kadın helâli olsaydı, şüphesiz yüzüne bile bakmazdı. Hele içkinin, kumarın, fuhşun nâmûsa, vücûda, servete dokunduğunu çocuklar bile bilip dururken, nice yaşlı başlı insanların bunlara harîsâne düşkünlüğü hep bu câzibenin te'sîri-dir. Eğer içki, kumar ve emsâli fenâlıklar yasak olmayıp da, bilfarz bunların yapılması din tarafından emredilmiş olsaydı, insanlar din nasıl emrediyor diye, dini de inkâra kalkışırdı, İşte bunlar gibi dînen yapılması yasak edilmiş ne kadar ma'sıyet varsa, hepsinin ilk ucu insanı mest edecek kadar parlak ve yaldızlı olduğu halde, alt ucu maddî, mânevi birçok mazarratlara, acı nedâmetlere bağlıdır.

BUGÜNKÜ ZARARLAR, DÜNKÜ HATÂLARIN NETİCELERİDİR:
Kederlerimiz hep kendi hatâlarımızdan doğar. Bir mazarrat gelince, onun sebebini kendimizde aramalıyız. Meselâ bir hasta güzelce düşünür ve hastalığının sebeplerini araştırırsa, bunun vaktiyle kendi ihmâli ve dikkatsizliği yüzünden hâsıl olduğunu anlar. Ticâret veyâ başka herhangi bir teşebbüste muvaffakıyetsizliğe uğrayan, bunun neden ileri geldiğini dikkatle incelemiş olsa, evvelce bu işe lâyıkıyla hazırlanmadığı, hesaplarda kusûr ettiği veyâ işinde sebat gösteremediği anlaşılır. Vaktiyle göz göre göre kaçırılmış fırsatlar, sonra insana ilelebet iç sızısı olur. Taçlı hükümdarlar bile, tahtının üzerinde hatâlarının cezâsını çeker. Akıllı müşâvirleri dinlemez ve ihtiyatlı reyleri reddederse, kendini istinat noktalarından mahrûm etmiş olur, hatâlara düşer, zararını çeker. Bâzı ahmaklar da vardır ki, bir mahlûkun gözüne girmek, teveccühünü kazanmak için, Hâlık'ın gadabını mucip işlere atılır. Bunlar da çok defa, ilk silleyi, teveccühünü beklediği adamdan yer. İbret verici bir hikmettir.
Velhâsıl, her insan felâketini, yaptığı fenâlıklardan bulur, bunun için (etme-bulma) dünyâsı denmiştir, İnsan oğlu bahtiyarlığını da, yapacağı iyiliklerden bulur.

MAZARRATLAR BİRER TERBİYE VE TEKÂMÜL UNSURUDUR:
Görünüşte mazarrat olan şeyler, hakikatta kulun terbiyesini ve adam olmasını mucip olduğundan, ayn-ı hayr olur. Gerçi mazarratları yaratan Allah'tır; fakat onu kazanan, isteyen ve işleyen de kuldur, İsteyen cezâsını çekerken başkalarına ibret ve intibah vesilesi olur ki, bu da bir çeşit hayır ve ihsandır. Bir zarara uğrayan, o zararın meydana gelmesine kendisi sebebiyet verdiğinden, bu sebepleri bulup geri dönmesi ne kadar lâtif bir terbiyedir. Uğradığı zararlardan ders alabilmek, ne kadar büyük kazançtır. Ayağı kaymıyan, aldanmıyan insan hemen yok gibidir. Fakat aynı hatâya iki kere düşmemek hünerdir. Hatâlar ders yerine geçmelidir. Hatâsını hatırda tutup da tekrarından sakınmak, insanı adam eder, kıymetini arttırır. Meselâ, denizin fırtınalı havalarında birçok kazâlar, mâceralar atlatarak ustalaşan kaptanın kıymeti elbette fazladır, İflâsa uğrar gibi olup da aklını başına alıp, işini, gücünü ona göre yürüten tüccar da öyle değil mi? Velhâsıl dünyâda aksilik ve daha bir takım can sıkıcı hâdiseler, felâketler, musibetler olmasaydı ve insanın başına gelmeseydi, sabr, metânet, cesâret, soğukkanlılık gibi - ancak türlü hâdiselerle uğraştıktan sonra - kazanılacak meziyetleri insanlar nasıl bulacaktı?

KULA GEREKEN ŞEY:
Allah bir kuluna elem, tasa, korku, hastalık, fakirlik gibi bir sıkıntı verirse, onu yine Allah'tan başka açacak yoktur ve eğer bilâkis, lezzet, sevinç, sıhhat, gınâ, muvaffakiyet gibi bir menfaat verirse, onları devâm ettirecek olan da ancak O'dur. O hâlde ferahlık zamânında olsun, ıztırap zamânında olsun, yalnız Allahu teâlâ'ya müteveccih olmak, onun hükmüne, emr ü fermânına râzı ve teslim olmak lâzımdır. Çünkü ikisi de bir membâdan çıkıyor. Haktan geliyor. Öyleyse haktır, gerçektir, yerindedir ve her birinde bizim aklımızın ermediği, eremiyeceği birçok sırlar, birçok hikmetler vardır.
Ni'metler içindeyken, o ni'metleri kötüye kullanmaktan sakınarak, Allah'ın hesabından korkmak icâbettiği gibi, felâketler içine düşünce de ye'se kapılmayıp, o felâketlerin açılması için yalnız Allah'a yalvarmak iktizâ eder. Ancak burada dikkat edilecek nokta şudur:
Bir felâkete uğrayınca sâde diliyle değil, bütün vücûdiyle, varlığiyle Allah'a yalvarmak gerektir. Yâni, Allah'ın bize ilham buyurduğu bir takım lâfızlar, kelimeler vâsıtasiyle kendisine yalvarıp, derdimize derman istediğimiz gibi, yine O'nun yaratarak bize ilham buyurduğu bir takım çârelere yapışmak sûretiyle de isteyeceğiz. Çünkü bunların her ikisi de duâdır. Şu kadar ki, kavlen duâ, lâfızlar ve kelimelerle vücûda geldiği halde, fiilen duâ da bizce bilinen çâreler ve tedbirleri yapmakla hâsıl olur. Bunların her ikisi de mümkün olduğu takdirde taksir ve ihmâl edilmemelidir. Çünkü bir insanın mâlik olduğu bütün kuvvet ve vesâit ile Allahu teâlâ'ya teveccüh etmesi hiç şüphe yok ki, daha ciddî ve daha kıymetlidir. Meselâ bir hasta: (Yâ Rab, bana ve umum hastalara şifâlar ihsan buyur) diye yalvardığı gibi, o hastalığı giderecek veyâ ağırlığını azaltacak, ortada fen ve tecrübe ile ma'lûm ve muhakkak sebepler, tedbirler varsa, bir taraftan da onlara sarılır.
Zulme, hakarete, yoksulluk acılarına uğrayanlar da böyle. Yâni, bunların da meşrû yollardan korunma ve kurtulma sebeplerini araştırmak ve bu uğurda yerine göre akıl ve fikirleriyle, beden veyâ servetleriyle, velhâsıl ellerinde bulunan maddî, mâ'nevî bütün kuvvetleriyle çalışmak lâzımdır. Bir sıkıntının açılması için esbâbına sarılmak, Allah'ın hüküm ve fermâânına râzı olmamak ma'nâsına gelmez. Bilâkis esbâbını tutarak o yoldan Allahu teâlâ'ya, O müsebbibü'l - esbâba arz-ı hâl etmek demektir ki, bu da bir ibâdettir.

Ali Osman Tatlısu

Son düzenleyen _Yağmur_; 10 Haziran 2013 14:37 Sebep: sayfa düzeni.