Arama


ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
2 Mayıs 2006       Mesaj #16
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Dünyanın üstündeki hayalet.. Küresel Terörizm

Dünyada gittikçe yükselen şiddet dalgası sonunda Türkiye’yi de vurdu. İstanbul’da yaşanan terör olayları hakkında yapılan yorumlarda, “Türkiye’nin kendi 11 Eylül’ünü yaşadığı” görüşü sıkça dile getirildi.

Olup bitenleri bir parça anlayabilmek için, küresel terörizmin ve ona karşı yürütüldüğü söylenen savaşın buluştuğu bu şiddet zemini üzerinden yapılacak bir okuma zorunlu görünüyor.


ŞİDDETİN EVİ

İNSANA ÖZGÜ olan bir durumun, şiddet için de geçerli olduğu söylenebilir: Sevildiği yerde yaşamaktan hoşlanır. Tabii burada sevginin daha çok marazî bir biçiminden söz ediyoruz. Şiddet sevilebilir. Çünkü şiddet, üzerinde uygulanan kişi, grup ve toplum üzerinde yıkıcı bir etkiye yol açarken, onu uygulayan üzerinde “kurucu” bir işlev görür. Şöyle de denebilir: Özne, şiddet aracılığıyla kendini kurar, inşa eder. Ve bunu gerçekleştirirken, varoluşunu besleyen o marazî sevgiyi kendinde “kurumlaştırır”. O, şiddet aracılığıyla kendini görünür kılarken bir şey daha yapmaktadır: Kendini tarihe dayatıyordur. İster yerleşik düzene karşı yıkıcı bir güç olarak, ister yerleşik düzeni muhafaza etmek adına bir yöntem olarak kullanılsın, şiddet, tarih karşısında bir savunma anlamına gelir. Çünkü tarih, canlı yürüyüşünü, bir ağırlık olarak attığı, dışarıda bıraktıklarıyla sürdürür; ezilenlerin, mağlupların, yok edilenlerin “sessizliği” altında...

Biliyoruz ki egemen tarih hâlâ egemenlerin tarihidir ve bir miras gibi galipten galibe titizlikle devredilir. Bu basit bir tarih anlayışından ibaret değildir: Dünyanın görünümü ve işleyişidir. Kesintisiz bir mücadele olarak koyutlanan tarih, galip gelenin ödülüdür. Sadece yaşamayı hak etmemiştir, hükmederek yaşamayı hak etmiştir.

Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine” adlı ünlü denemesinde, “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hâl’ istisna değil kuraldır” der ve ekler: “Yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızın “hâlâ” nasıl mümkün olduğuna şaşmak, felsefî bir bakış değildir. Bu şaşkınlık bizi herhangi bir bilgiye de götürmez, tek bir bilgi hariç tabii: Kaynağındaki tarih anlayışının iler tutar tarafı olmadığı.” (1)

Günümüzde yaşadıklarımız hiçbir şeyin değişmediğini ispatlıyor: Şiddet, onu ısrarla rasyonel kılan tarihin içinde kendini evinde hissetmektedir.


BİR İLETİŞİM BİÇİMİ OLARAK ŞİDDET

Şiddetin bir iletişim biçimi de olabileceği iddiasının yadırganacak bir yön taşıdığı söylenebilir. Çünkü şiddet, tam da iletişimin imkânsızlaştığına, kendini ifade etmenin, anlamanın ve anlaşmanın boş bir çabaya dönüştüğüne inanıldığı, sözün “düştüğü” anlarda ya da zaten böyle bir iletişim ortamının hiç de arzu edilmediği baskıcı alanlarda, otoriter rejimlerde yükselir ve emirler-yasaklar içeren tek yönlü bir iletinin sürekliliğinin şiddet aracılığıyla garanti altına alınacağı düşünülür. Şiddet ve baskı uygulayanlar, uygulamalara maruz bıraktıklarından bir “cevap” beklemiyor, olsa olsa itaat anlamında bir suskunluğu umuyor gibidirler. Ama eninde sonunda bir cevabın geleceğini de bilirler. Bu anlamda her şiddet aynı zamanda bir sorudur da: “Şimdi ne yapacaksın?” Egemenler için önemli olan, bu cevabın hangi formda ve düzeyde olacağının kendileri tarafından belirlenmesi ve böylece ortaya çıkacak yeni iletişim biçiminin yönetilmesidir. Zorba, baskıcı ve şiddet dolu yöntemlerle hazırlanan ve belirli bir topluma, ülkeye veya coğrafyaya dayatılan “sorular”, cevabın da aynı zarf içinde geri dönmesinin beklendiğini gösterir. Hükmedenler, hükmedilmeye razı olmayanlarla ilişki ve iletişimlerini şiddet dili aracılığıyla yöneteceklerdir.

Günümüzün önemli düşünürlerinden Slavoj Zizek, soru sorma eyleminin temelinde yatan müstehcenliğe işaret etmişti: “Soru, ötekindeki, muhatabındaki hangi kerteyi hedeflemektedir? Cevap vermenin mümkün olmadığı, sözlerin kifayet etmediği, öznenin iktidarsızlığı içinde teşhir edildiği noktayı... Bir soru, sadece verili bir duruma göndermede bulunsa bile, her zaman özneyi bu durumdan resmen sorumlu tutar, ama sadece olumsuz bir açıdan-yani bu olgu karşısındaki iktidarsızlığından sorumlu tutar.” (2)

Soğuk Savaş döneminin, kapitalizmin tartışmasız zaferiyle kapanmasından sonra karşımıza çıkarılan Yeni Dünya Düzeni projesi, projenin plânlayıcısı ve yürütücüsü olan hegemonik güçlerin dünyaya ve özelde İslâm dünyasına yönelttikleri, tam da muhatabının ortaya sürülen olgu karşısındaki iktidarsızlığını teşhir eden türde ve bir anlamda başlarının belâda olduğunu açıkça hissettiren bir soruydu. Eşitlik temeline dayanan bir diyalog imkânını ve zeminini hazırlama anlamına gelmeyen, daha çok muhatabını mahk°m eden, Zizek’in teşhis ettiği biçimde müstehcenliğini gizlemeyen bir soru.

Yeni Dünya Düzeni projesinin entelektüel ayağını oluşturan, dünyanın halihazırdaki politik ve ekonomik haritası ve gelecekte bu haritanın nasıl şekilleneceği hakkındaki okumalara (Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” ve Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezleri) yönelik eleştirilerin ve karşı-okumaların yeterince etkili olamamaları önemli bir handikap olsa da zaten bu siyasî-ekonomik ve askerî projeyi yürütenlerin böylesi bir cevabı hiç de arzulamadıklarını biliyoruz; en azından şimdi... O halde şu yargı yanlış olmayacaktır: 11 Eylül, tam da Amerika’nın beklediği cevaptı.

O tarihte ABD Başkanı’nın, başlattığını ilan ettiği “teröre karşı savaş” sürecinin hangi akla hizmet ettiğini, bugün daha iyi görebiliyoruz. İşgal edilen ülkeler, bombalanan şehirler, katledilen, sakat bırakılan binlerce masum insan, dehşetle birlikte yaşamaya zorlanan halklar, el konulan zenginlikler... ABD ve müttefiklerinin uyguladıkları politikalar, terörü üreten, azmanlaştıran ve küresel çapta daha da yayan şartları çoğaltmaya devam ediyor: Afganistan’daki belirsizlik, işgal edilen Irak’ta halkın onurunu ayaklar altına alacak derecede yapılan uygulamalar (gece baskınlarıyla çocuk-kadın ayırt etmeden sürdürülen tutuklamalar, aşağılamalar ve silahların kesintisiz tehdidi), Filistinlilerin katlanmak zorunda oldukları şartların daha da ağırlaşmasına yol açan İsrail’in insanlığa ve uluslar arası hukuka aykırı eylemlerine göz yumulması, Suriye’ye ve İran’a açıkça yöneltilen tehditler... Teröre karşı açıldığı söylenen bir savaşın, insanlık adına üretilen bütün ortak değerleri nasıl budadığına şahit olduk ve oluyoruz. Bugün, Başkan Bush’un ağzından çıkan “barış” gibi bir kelimenin bile bize soğuk terler döktürmesi boşuna değil: Bundan, yeni bir dehşet dalgasının üzerimize gelmekte olduğunu çıkarabiliyoruz çünkü. Bütün bu feci görüntülerden şu sonuca varmamız mümkün: Amerika’nın savaşı teröre karşı değil, terörle birlikte yürütülen bir savaş. Amerika’nın, dünyanın gelecekteki şekillenişini belirleyecek başat güç olma yönündeki küstahça dayatmalarının terör eylemlerine davetiye çıkarmak anlamı taşıdığı o kadar çok ağızdan söylendi ve yazıldı ki, hâlâ bu politikalardan vazgeçilmemiş olması ve kısa dönemde de farklı bir yönelime dair olumlu mesajların verilmemesi, terörün, Beyaz Saray’daki şahinlerin plânlarında başından beri yer almadığını düşünmeyi zorlaştırıyor. Bu, bütün terör eylemlerinin arkasında Amerikan parmağı olduğu şeklinde bir komplo teorisi olarak anlaşılmamalı. Vurgulamak istediğimiz, terör eylemlerini sona erdirme noktasında gösterilen samimiyetsizliğin sebebinin, herkes için daha âdil, daha yaşanılır bir dünyanın tahayyül edilebilirliğini imkânsızlaştıran, egemenlerin o tarihi mirası olan “olağanüstü hâl”in sürekliliğinin önemi göz ardı edilerek anlaşılamayacağıdır.

Yeni Dünya Düzeni’nin yol açtığı veya daha da katmerleştirdiği sorunlar, bu olağanüstü hali süreklileştiren koşulları hızla üretiyor. Gelişmiş ülkelerin ortaklaşa aldıkları ekonomik kararlar, dünyanın geri kalanı için daha da yoksullaşma ve çağa tutunamama anlamına geliyor. Neo-liberalizmin yoğun saldırısı, “sosyal devlet”in ölümünü çoktan ilan etti bile. Şimdi sayıları katlanarak çoğalan işsizler ve evsizler toplumsal hayatın ve hatta bir vatandaşlık hakkı olan siyasî katılımın dışına itilmekteler. Göçmenleri bekleyen gelecek, Avrupa’daki ırkçı partilerin gittikçe yükselen oy oranlarına bakılarak tahmin edilebilir. Yalnızca bu örnekler bile geniş çaplı sosyal çalkantıların ve bir “tasfiye” sürecinin uğursuz habercileridir. Yeni Dünya Düzeni’nin mimarları, projelerinin dünyanın büyük bir kesimi için hoşnutsuzluk ve umutsuzluk doğurduğu gerçeğine gözlerini kapalı tutmaya devam ediyorlar. Terörizm bahanesiyle ve bu olağanüstü halin “meşrulaştırdığı” bir yöntem olarak dünyaya sundukları tek öneri, güvenlik üzerine kurulu otoriter bir siyasal yönetim, toplumsal yaşam modeli ve küresel çapta bir savaş.

Ama bu kimse için sürpriz değildi zaten. 11 Eylül’deki saldırılardan sonra, terör eylemleri üzerinden yürütülen analizlere ve okumalara yönelik “teröristlerin yanında yer alma, terörizmi destekleme” gibi haksız suçlamalar ve Başkan Bush’un “ya bizden y*******z ya da teröristlerden” şeklindeki akıldışı dayatması, daha baştan hangi dilin konuşulacağını ortaya koymuştu. ABD ve müttefiklerinin, dünyanın geleceğini kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeleri için ihtiyaç duydukları düşman, “öteki” bulunmuştu ve onu kolay kolay kaybetmeye de niyetli değiller. Başkalarının zararı önkoşuluna dayalı menfaati esas tutan canavarca siyaset oyunu sürüyor ve bu oyunda ipleri ellerinde tutanlar açısından olup biteni belki de en iyi bir reklam spotu vurgulayabilir: “Dünya senin oyun alanın. Tadını çıkar!”


HAYALETE İNANMAK

Gerçeküstü olayları konu alan hikaye ve filmlerden hoşlananlar bilir: Hayaletlere inanmak, onları çağırmaktır da... Hayalete inanıyorsanız, bir gece, karanlık yeryüzünü örttüğünde, odanızın açık penceresinden içeri giren ve solgun perdeleri havalandıran soğuk rüzgarın parmakları, ürperten dokunuşlarla sırtınızda dolaşır, her şey tuhaf bir sessizliğe sığınır, eşyalar bile sanki korkuyla içlerine çekilmişlerdir ve onu görürsünüz: Hayalet, odanıza gelmiştir. Ama bir şey daha vardır ki çok geç (hikâyenin sonunda), belki fark edersiniz. O da, odanın hep hayalete ait olduğudur. Hayalet sizin dünyanıza gelmiş değildir. Siz hayalete inandığınızdan beri onun dünyasındaydınız zaten. Gerçek olarak algıladığınız şeyler, hayaleti mümkün kılan bir dünyanın gerçekliğine aittiler.

Bu tür hikâyelerde rastlanan paradoksal bir öğe de, hayaletlerin hışmına uğrayan ilk kurbanların hayaletlere inanmayanlardan seçilmesidir. Hayaletler, kendi dünyalarındaki inançsızların bu küstahlıklarını ve zayıflıklarını cezalandırıyorlardır sanki. Onların inançsızlığını bir zaaf kılan şey, hangi dünyada bulunduklarının farkında olamamalarıdır.
Çoğunluğun hayaletlere inandığı bir dünyada, dünya hayaletlerindir ve onlara inanmayanlar farkında değilseler de ilk kurbanlar olmayı seçmişlerdir.


•••


Biz uzun zamandır hayaletlere inanıyoruz aslında. Modern-Postmodern bir sürü hayalete ve onları çoğaltan dünyaya... İlerleme’nin tarihi zorunluluk olduğuna, savaşların (acı ama) kaçınılmazlığına, sefaletin ve açlığın (yine üzücü ama) önlenemez olduğuna, üretimin sürekliliğine, kapitalizme, teknolojik mucizelerin hayatı ne kadar da kolaylaştırdığına, dinin bizi geri bıraktığına, silahlanmanın lüzumuna, devlet tümüyle elini çekerse ekonomimizin düzeleceğine... Bütün bunlara, “hayalet-şey”, görünürlük kazandıran onların bölgesinde bulunmamızdır.

Dünyanın üstünde bir hayalet daha dolaşıyor: Küresel terörizm...

Terör, yaşadığımız dünyanın gerçekliğinin bir parçası; ama onu tam da “bu dünya”dan kılan şey, gerçeküstü dokusunun bu dünyayla uyuşmasıdır. Terörün yaşandığı “an”, olaya şahit olanların bakışlarındaki dehşet gerçeküstü bir dünyaya aittir ve o dünya, bu dünyadır. Atom bombasını atanların, kurbanlarının kaçını tanıdığını sormak çok mu provakatif olur? Benzer türden travmatik deneyimlerin yol açtığı kırılma, tam da hayaletin göründüğü ana eşlik eder.

İstanbul’da beş gün arayla peşpeşe patlayan bombalar, hayaletin bizim odamıza girmeyeceği yönündeki boş umudu parçaladı. Onca can kaybının ve yüzlerce yaralının verdiği acıyla, harabeye dönmüş sokakların ortasında bu “çığırından çıkmış zaman”ın dışında kalamayacağımız hatırlatıldı. Küresel terörün niçin Türkiye’yi hedef seçtiği, saldırılan mekanların taşıdığı sembollere bakılarak aslında Türkiye’nin değil İngiltere ve İsrail’in hedef alındığı üzerine çok konuşuldu, tartışıldı. Öte yandan bu terör saldırılarından hemen her kesim işine gelen anlamı çıkarmakta fazla zorlanmadı: Amerika-İngiltere ittifakı, yürüttükleri teröre karşı savaşın ne kadar haklı gerekçelere dayandığının bir kere daha ispatlandığını dillendirdiler. İsrail, yeryüzünde eleştirilemeyecek tek devlet olma ayrıcalığına erişme niyetinde son derece ısrarlı: Sinagogların bombalanmasından, özellikle Avrupa’da yükselen antisemitizm dalgasının İsrail’in politikalarına yapılan eleştirilerden kaynaklandığı gibi bir sonuç çıkarabildi*

Gözlerimizi Türkiye’ye çevirdiğimizde özellikle öne çıkan-buna şaşırmalı mıyız?-terörün bizatihi bir hesaplaşma alanına dönüşmesiydi. Terörün adının konulması konusunda siyasî iktidarın gösterdiği hassasiyet ya da çekince (artık hangisini seçerseniz) üzerinden başlatılan tartışma, küresel terörizm adlandırmasında “küresel”in taşıdığı alt-anlam olarak “İslamî” vurgusuna yönelikti. Açıkça şöyle denilmesi isteniyordu: “Bu, İslamî (veya İslamcı) terördür.” Böyle bir adlandırmanın, içerdiği problemli yanı göz ardı etsek bile, nasıl teröre karşı yeni ve farklı bir çözüm sunduğu son derece şüpheli. Zaten vurgunun giderek “terör”den “İslamî” kelimesi üzerine kayması ve “bu kadar demokrasi bize fazla” komikliğine varan otoriterci söylemler, işin hangi noktaya varabileceğini göstermesi bakımından yeterli ipucunu veriyor.

Terörün bir insanlık suçu olduğu hususunda kimsenin tereddütü yok. Yine de, nedenlerin terörü asla meşrulaştıramayacağının baştan kab°l edilmesi ve söylenmesi gerekiyor. Çünkü nedenlerin bir tür meşrulaştırma işlevi görmeleri her zaman mümkündür ve bu noktadaki açık tehlike, fikri bir uyanıklığı korumayı zorunlu kılar. Radikal gazetesinden Turgut Tarhanlı’nın söyledikleri bu açıdan önemliydi: “Terör eylemi, bir yöntem olarak belli bir siyasetin aracı veya bir fikrin ifadesi olarak kullanılmaya çalışılsa bile, onu tanımlama konusundaki tutumumuz berrak olmak zorunda. Ve bu tutum, nedenler üzerine değil, sonuçlar üzerine inşa edilmek zorunda. O sonuçlar, zihin, beden ve çevrenin tahribatından başka bir anlam taşımıyor.” (25.11.2003) Tarhanlı’nın bu görüşüne katılmakla birlikte, terörün nedenleri üzerinden yapılan her eleştirel analizi de terörü meşrulaştıracak bir girişime indirgeyerek suçlayamayız. Çünkü bu, bir akıl tutulmasına teslim olmayı beraberinde getirir. Dikkat edilmesi gereken, baştan bir yöntem olarak terörün reddedilmesidir.

Terörün, insanlar üzerinde korku ve dehşet duygusu uyandırıp, bu duyguyu canlı tutarak toplumların hayat tarzlarını değiştirmeyi amaçladığını biliyoruz. Bu çerçevede hemen her terör eylemi bir zihniyete, bir ideolojiye yaslansa da, giderek kaçınılmaz biçimde bu ideolojiyi “kendisi için” araçsallaştırır. “Eşitlik”, “Özgürlük”, “Bağımsızlık” gibi kavramlar terörizmin yapılanmasında ideolojik birer referans noktası olarak hizmete koşulabilirler. Ama buna bakılarak Eşitlik, Özgürlük, Bağımsızlık gibi evrensel kavramların kör bir şiddeti önkoşul olarak içerdiği iddia edilemez.

Küresel terörizm denen “şey”in , söylem düzeyinde İslamî kavramları (“Şehitlik”, “Cihad”...) öne çıkarışına bu açıdan bakılmazsa, İslam’ın terörü meşrulaştırdığı gibi son derece sakat bir yargıya varmak mümkündür ve böyle bir yargı, yalanı hakikat düzeyine yükseltmek olacağı gibi, terörizmin, “kendisi için” olan yapılanmasını gözden kaçırmak anlamına gelecektir. Ne yazık ki süregiden tartışmalarda bunları gözeten bir mutabakat noktası şekillendirilemedi. Bunun yerine basit çıkar hesapları ve kemikleşmiş önyargılar tartışmaların odağına yerleşiverdi. İslam’ı, kendi hayat tarzlarını tehdit eden, gerekirse şiddete başvurmaktan kaçınmayacak siyasî bir proje zannedenler, teröristlerin, eylemlerini İslam adına yaptıklarını ileri sürmelerinden, görüşlerini haklı çıkaran bir ispat olarak faydalanmayı tercih ettiler. Bu tavrın, onları teröristlerin istediği zemine kaydıracağını görmediler ya da görmek istemediler.

İslam’ın terörle uyuşup uyuşamayacağı konusunda tereddütleri bulunanlar için, İslam’ın bir din olarak gönderildiği ve yayıldığı ilk dönemlerde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ve Müslümanların, maruz kaldıkları çok ağır koşullarda bile teröre benzer, kör şiddet içeren hiçbir davranışa ve yönteme sarılmamaları aslında yeterince ikna edici olmalıdır. Onlar bunu herhangi bir çıkarcı stratejiye dayanarak benimsememiş değillerdi. Haksız yere bir insanı öldürmeyi, kâinatı öldürmekle eş tutan ve insanlara hakikati tatlılıkla, güzel sözle tebliğ etmeyi emreden Rab’lerine itaat ediyorlardı.

Uçakları ve bomba yüklü araçları binalara yönelten zihniyetin köklerini anlamak için bakışlarımızı zamanımıza, hayaletlere inanılan ve onları üreten bu dünyaya çevirmemiz gerekiyor. Nerede yaşadığımızı düşünmeye başlamamız az şey sayılmaz.
Bunca savaşın, terörün, ölümlerin yanı sıra müslümanlar açısından acı verici bir başka şey de, çok zengin ve geniş anlamlar ihtiva eden ve bizce mukaddes olan kavramların yoz bir dile terk edilmesine seyirci kalmak olacaktır. İngiliz entelektüel John Berger, zorbalığın ve yalanın tahakkümüne boyun eğmek istemeyen insanlara “Kelimelerinizi kurtarın!” diye haykırıyordu. Müslümanlar bu çağrının dışında değiller.


SONSÖZ

Türkiye’de terör olaylarının yaşandığı günlerde ABD Başkanı İngiltere’yi ziyaret ediyordu. Bush, Londra’da meydanları dolduran ve sayıları ikiyüzbini bulan savaş aleyhtarının yoğun protestosuyla karşılandı.

21 Kasım 2003 tarihli The Guardian gazetesinin başyazısında şu sözler yer alıyordu: “Terörizmle savaş meselesi, “Onlar bizi öldürmeden biz onları öldürelim”e indirgenemez. Bu söylem bir politika değil olsa olsa şiddete teslim olmaktır... Batı’nın başarısızlıklarının dürüstçe kab°l edilmesi barbarlığa boyun eğmeyi gerektirmiyor. Teslim olmamalıyız. Ancak yoğunlaşan küresel krize daha zekice, daha az çatışmacı, ortak bir Doğu-Batı yaklaşımı şart.”

Bu örnekler, ne olursa olsun insanların şiddet karşısındaki direnişlerinin kırılmayacağını göstermesi bakımından önemli.

Tarih, hâlâ şiddetin kendini evinde hissettiği bir dünyayı olumluyor olabilir. Ama “dışarıda” olanların ümitlerini koruyan şey de her zaman “bir başka ev”in mümkün olduğuna duydukları inançtır.



*İsrail’in Filistin’de uyguladığı devlet terörüne duyulan öfkenin, antisemitizm gibi bir ırkçılık belasına dönüşebilme tehlikesi mevcuttur elbette ve bu geçişkenliğin önlenmesi için çok hassas bir eleştirel dilin kullanılması gerekli görünüyor.
(1) Walter Benjamin,“Son Bakışta Aşk”, çev: Nurdan Gürbilek-Sabir Yücesoy, Metis, İstanbul, 2001, s.43
(2) Slavoj Zizek, “İdeolojinin Yüce Nesnesi”, çev: Tuncay Birkan, Metis, İstanbul, 2002, s.194
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ