Arama


KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
2 Mayıs 2006       Mesaj #20
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Terörizm Nedir?

Son zamanlarda popülerleşmesinin de etkisiyle neredeyse sayısız denebilecek kadar çok terörizm tanımı yapılmıştır. Hepsinin ortak noktası terörü yasadışı ve istenmeyen bir olgu olarak tanımlamasıdır. Kural tanımaz oluşu, acımadan, suçlu-suçsuz, sivil-silahlı ayırımı gözetmeksizin saldırması da bir diğer özellik olarak sayılır. Vahşet ve kan dökücülük... dehşet verici eylemler... Liste daha da uzatılabilir.

Neredeyse tüm kötülükler ve olumsuzluklar teröre ve teröristlere yüklenir.

Bu açıdan bakıldığında sanki terör bizim dünyamızın bir parçası değildir. Terör, bu dünyadan uzaklardan, adeta bir tür ‘karanlıklar dünyası'ndan gelmiştir. Bu nedenle teröristler resmedilirken karanlık ve çirkin yüzler tercih edilir. Hatta çoğu kez teröristin yüzü veya gözü dahi gösterilmez. Teröristin de insan olduğu, terörün de bir insan faaliyeti olduğu görmezden gelinmek istenircesine, terör ‘karanlık', ‘canavar', ‘şeytan', ‘kötülüklerin kaynağı' gibi son derece soyut ve varlığı tartışmalı tanımlamalarla anlatılmaya çalışılır:

Örnek verecek olur isek terörü bir tür ‘canavar' olarak nitelendiren, ‘terör canavarı' konuşmalarına sıkça rastlanır. Her şeyin ‘canavarı'nı bulan ülkemizde bu durum alışıldık olsa bile tüm dünyada insanların ortak eğilimlerinden biridir, terörü bir canavar olarak lanse etmek.[1] Bir sorunu ‘canavar' olarak sunmak sadece teröre özgü de değildir. İlk çağlarda olduğu gibi bugün de insanlar açıklayamadıkları, çözemedikleri sorunlar karşısında ‘canavar' üretmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir ve denebilir ki en az ilk çağlardaki kadar modern zamanda da canavarlar bulunmaktadır: Örneğin enflasyonun, uyuşturucunun ve trafik kazalarının ‘canavar' sıfatıyla adlandırılması Türkiye'de sıkça başvurulan bir yoldur. Dikkat edilirse ‘canavar' aslında var olmayan bir yaratıktır ve insan aklı sıkça çözemediği, tanımlayabildiği sınırları aşan sorunları bu şekilde açıklamaya çalışır. Terörden uyuşturucuya kadar sorunları ‘canavar' sıfatı altına almak ilk aşamada bizleri sorundan uzaklaştırır, adeta yabancılaştırır. Baş edemeyeceğimiz, çözemeyeceğimiz bir sorun ile karşı karşıya olduğumuzu düşündürür. Sorunun nedeni biz değilizdir. Sorunun kaynağında bir ‘canavar' vardır. Yani bir bilinmeyen, yani ‘bizden olmayan bir şey' vardır. Bu sayede kendi dünyamıza ait olmasını istemediğimiz şeyleri ‘canavar'lar sınıfına alarak, sorundan yabancılaşırız, toplumun ve bireylerin sorumluluklarından kaçarız, ya da kaçmak isteriz. Trafik canavarı örneğine bakacak olur isek sanki kazaları yapanlar, alt yapıyı gerektiği gibi oluşturmayanlar bizler değilmişiz gibi ‘trafik canavarı' oluşturur, tüm suçu ona yükleriz. Böylece arkadaşlarımızı, ailemizi, kendimizi vs. temize çıkarırız.

Terör tanımlarında en çok karşılaşılan diğer kavramlar ise ‘karanlık', ‘şeytanilik' ve ‘kötülük kaynağı'dır. Terörist örgütler hep karanlık içinde tanımlanır, (dark side of terror), terörist liderler ise (Terörün karanlık ustaları / Dark Master of Terror) olarak tanımlanır. Terörü şeytani bir iş (evil) olarak tanımlamak ise belki de en yaygın olanıdır.[2] Hatta başta ABD Başkanı George W. Bush olmak üzere siyasiler, diplomatlar ve medya, teröristlerin ‘şeytani bir iş' yaptıklarından ve liderlerinin ‘şeytani kişiler' olduklarından son derece emindirler. Hatta George W. Bush bunu bir adım daha ileri götürerek, ‘şeytani ülkeler ittifakı'ndan (axis of evil) dahi bahsetmiştir.

Yani terör kötülüklerin kaynağıdır. O doğası itibarıyla kötüdür. İyi olamaz. Çünkü iyi olur ise kendisi olamaz. İyi-kötü ayrımı böylesine keskin ve kesin olunca, bu durumda geriye çok fazla seçenek kalmamaktadır. Kötü, hiçbir tartışma ve anlamaya gerek olmaksızın yok edilmelidir. Terörün nedenleri, kaynakları, yöntemleri vb. önemli olmakla birlikte aslolan onu yok etmektir ve bu da ancak onun anladığı dille, yani şiddet kullanılarak gerçekleştirilebilir.

Toplumsal Bir Belirti Olarak Terörizm

Nasıl ki terör tanımlarında klişe kelimeler kullanılır ise, bir terör saldırısının ardından gelen açıklamalar da klişeler ile doludur:

"Terör ile hiçbir yere ulaşamazlar", "terör ile mücadelemizi kazanacağız", "terörü amaç olarak seçenler çıkmaz bir yoldadırlar ve kaybetmeye mahkumdurlar".

Oysa ki gerçek sanıldığı ve söylendiği kadar yalın ve basit değildir.

Teröristin kaybedeceği önemli bir noktaya kadar doğru olabilir. Terörü yöntem olarak seçmiş olan kişi veya kişiler kaybedeceklerdir, çünkü kaybedenler arasında yer aldıklarını, kaybedecek başka bir şeyleri olmadığını düşündükleri için teröre başvurmuşlardır. Diğer bir ifadeyle terör örgütleri zaten başlangıçta bir tür ‘zayıflar klübü' gibidir. Eğer fikren ve fiziksel olarak güçlü olsalar ve sistem içinde barınabilseler idi terörü seçme ihtimalleri oldukça düşük olurdu. Fakat söz konusu olan terörizm ise kazanmak ya da kaybetmekten bahsedilemez. Çünkü terörizm ne kazanır, ne kaybeder. Terörizm sizin baş edebileceğiniz bir rakibiniz değildir. Terörizm belli şartların oluşması halinde ortaya çıkar, o şartlar kaybolunca da biter. Fakat bu bitiş sonsuza dek olmaz. Siz onu davet etmedikçe, onun için uygun şartları oluşturmadıkça gelmez. Dolayısıyla eğer terörizm toplum olarak yaşamınıza giriyor ise bilerek ya da bilmeyerek onu davet eden de sizlersiniz demektir.

Terörizm biraz önce özetlemeye çalıştığımız algılamaların ötesindedir. Bir canavar değildir, bir şeytan değildir. Yok edebileceğiniz, alt edebileceğiniz bir hasım da değildir. Terörizm aslında bir belirtidir, bir semptomdur. Bir şeylerin ters gittiğini sizlere haber veren bir ipucudur. Nasıl ki insan vücudunda ters giden gelişmeler ‘ağrı' yoluyla haber verilir, toplumsal sorunların ‘ağrı'larından bir tanesi de terörizmdir. Özellikle kitlesel düzeylere ulaşmış bir terör hareketi, o toplumda çok ciddi sorunların olduğunu gösterir. Tıpkı vücuttaki ağrılarda olduğu gibi sosyal sorunları gösteren ağrılarda da tek bir çeşit yoktur. Bu nedenle terör olayları tek bir kalıp ile ele alınamaz. Her terör olayı için değişmeyen, sabit nedenler sayılamaz. Baş ağrısı, karın ağrısı, diş ağrısı nasıl birbirinden çok farklı sorunlara işaret etmektedir, terörün çeşitleri de toplumdaki çeşitli sorunlara işaret eder. Bu noktadan bakıldığında terörün bizatihi kendisi ile mücadele anlamsızdır.

Nasıl ki bir başağrısı ile inatlaşmak, onu yenmenin yolu değildir ve aslında bu mümkün de değildir, salt terörizm ile mücadele de mümkün ve doğru değildir.

Bu demek değildir ki bırakalım terör olayları devam etsin...

Elbette hayır.

Nasıl ki başağrısı, mide ağrısı için ağrı kesici alınır, terörizm için de ağrı kesiciler vardır:

Terörizmin ağrı kesicisi güvenlik güçlerince yapılan erken müdahalelerdir. Salt polisiye ve askeri operasyonlar tamamen ağrı kesici niteliğinde müdahalelerdir. Fakat gözden kaçırılmaması gerekir, hiçbir ağrı kesici kalıcı hastalıkları gidermez. Sadece acının ve sorunların gizlenmesine yarar. Rahat geçirilen bir gecenin ardından daha şiddetli ağrılar vardır. Eğer bir mide rahatsızlığı var ise, veya beyinde bir tümör, ağrı kesiciler yarardan çok zarar verir ve sorunun giderilmesini engeller, gerçek nedenlerin tespitini geciktirir. Benzeri bir şekilde terör olaylarına yalnızca güvenlik güçleri ile gitmek sadece sorunu görmezden gelmemize yol açmaz, aynı zamanda sorunun derinleşmesine ve baş edilemez bir hale gelmesine de neden olur.

Vücut-toplum benzetmesinden hareket eder isek, terörizm toplumdaki sorunları anlamada güçlü bir belirtidir ve erken teşhis edilmesi halinde bu sorunlar çok daha kolay bir şekilde çözülebilir. Bu noktada unutulmaması gereken terörizmin toplum olarak bizlerin yaptığı hataların bir sonucu olduğudur. Suçu insanın doğasındaki kötülüğe veya bilinmez bir yaratığa yüklemek ve ardından sadece güvenlik güçleri ile şiddeti şiddet ile bastırmaya çalışmak sorunu çözemez. Sorun çok daha derinlerdedir. Belki siyasi sistemde, belki ekonomik yapıda, belki de kültürel ortamdadır. Çoğu kez de onlarca farklı alana kök salmıştır. Diğer bir ifade ile terörizm bir güvenlik sorunundan çok siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve bunun gibi diğer alanlardan kaynaklanmaktadır. Hal böyle olunca terörizm ile mücadelede güvenlik merkezli yaklaşım daha başından eksik kalmaktadır. Sosyal, ekonomik ve siyasi boyutları noksan bir terörle mücadele yaklaşımı aslında terörle mücadele değil, sorunu geciktirme ve derinleştirme operasyonu anlamına gelir.

Terörle Mücadele-Teröristle Mücadele

Unutmamak gerekir ki terörist ile mücadele terörü sona erdirmeyebilir. Ne kadar çok terörist öldürürseniz öldürün, ne kadar çok terör örgütünü çökertirseniz çökertin terörizm tırmanabilir. Öldürdüğünüz her terörist yeni teröristlerin doğmasına yol açabilir. Bu bağlamda terörizmle mücadele etmenin ilk önceliği teröristle fiziki olarak, şiddet kullanarak mücadele etmek değildir. Terörizmi gidermeye çalışırken ilk öncelik toplumsal ihtiyaçlar olmalıdır. Halkın düşüncesi, medyanın doğru kullanımı, ekonomik ve sosyal araçların terörü kesmek için kullanılması, eğitim ve kültürün birer araç olarak devreye sokulması gerekir. Bunlar klişe sözler ve hamasi nutuklar olarak değerlendirilebilir. Hatta ‘güvercin' görüşü olarak da değerlendirilebilir. "Okul açarak terör mü önlenirmiş", "hastane yaparak bombalar mı dururmuş" denebilir. Bu tespitler kısmen doğrudur da. Fakat terörde bahsettiğimiz metod hakkınca uygulanmış değildir. Ne yazık ki sadece ülkemizde değil, diğer ülkelerde de terörden çok teröristle mücadele edilmiştir. Gerçek ameliyatlar ve önleyici çalışmalardan çok pansumanlar ve ağrı kesiciler ile yetinilmiştir. Terörle mücadele ‘Devlet-Terörist' zıtlığı içinde değerlendirilmiştir. Buna karşın teröristler ve terör örgütleri belki de reflekssel bir hareketle devletten çok halkı ikna etmeye çalışmıştır. Bunu bazen güzellikle, bazense biraz önce bahsettiğimiz toplumsal sorunları kullanarak yapmıştır. Tüm bunlara ek olarak terörist devletin sorunu ‘Devlet-Terörist' zıtlısı olarak görmesinden son derece memnundur. Çünkü bu sayede yavaş yavaş kemireceği bünyeye devlet ile eşit bir güç olarak girmektedir. Devleti kendi istediği alana çekmiş olmaktadır.

Ahıska Davasına Kim Sahip Çıkacak?




Ahıska Türkleri meselesi ve Ahıska bölgesinin statüsü sorunu son dönemde gündemi yoğun olarak işgal ediyor. Özellikle Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru hattının geçen yıl faaliyete geçmesi ile birlikte özelikle Ermenistan’ın Ahıska bölgesine karşı duyduğu ilgi katlanarak artmaya başladı. Önümüzdeki günlerde Ahıska Ermenilerinin Ermenistan tarafından kışkırtılmaları sonucu Gürcistan’da yeni ve ciddi bir sorunlar dönemi başlayabilir.

Bu noktada sorunun Türkiye’yi ve Ahıska Türklerini ilgilendiren boyutuna değinmek gerekmektedir. Bilindiği üzere Ahıska Türklerinin anavatanı bugün Gürcistan sınırları içersinde yer alan ve Cevahetya olarak anılan bölgedir. Ahıska Türklerinin anavatanlarından 1944 yılında sürülmeleri bu halkın hafızasından hiç silinmemiş ve bugüne kadar canlı bir iz olarak yaşamaya devam etmiştir. Ahıskalılar bu tarihi acıyı nesilden nesile aktarmışlar ve bir gün ana vatanları olan topraklara dönme umuduyla yaşamaya devam etmişlerdir.

Ahıskalıların bir bölümü geçtiğimiz bir kaç yıl içinde Türkiye’ye yerleşmiş ve Anavatanlarına dönüş yapacakları günü Türkiye’de beklemeye başlamışlardır. Aradan geçen zaman içinde Türkiye’de Ahıskalılar adına birçok dernek kurulmuş ve bu dernekler bu “vatansız” insanların sorunlarını Türk insanına ve Türk devletine anlatma görevini üstlenmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de bu noktada üzerine düşeni yapmış ve bu topluluğa en azından büyük bir devletin sahip çıktığını dünya kamuoyuna göstermiştir.

Son dönemlerdeki gelişmeler Ahıska Bölgesinin yeni sorunlara gebe olduğunun işaretlerini vermektedir. Burada kamuoyunun gözünden kaçan bir durum var ve kanaatimizce bu durumun aydınlatılması gerekiyor. Sorunun tarihsel olarak muhatabı Ahıska Türkleridir ve bu topraklar Ahıskalıların ana yurdudur. Bu gerçek, bugün Gürcistan devleti dahil bütün dünya tarafından kabul edilmekte ve kimse buna itiraz etmemektedir. Ahıskalıların bu haklı davaları her fırsatta hem Türkiye’de faaliyet gösteren dernekler tarafından hem de Türk Devletinin yetkilileri tarafından yüksek sesle dile getiriliyor ve uluslararası platformun da desteği alınmaya çalışılıyor. Bu meselenin Türkiye için jeopolitik ve jeostratejik bir mesele olduğu ortadadır. Ahıska Türklerinin, Ahıska Bölgesine yerleştirilmelerinin Türkiye için ciddi kazanımlar sağlayacağı ve Güney Kafkasya’da atacağı adımlar için kayda değer bir gelişme olacağı devleti idare edenler tarafından bilinmekte ve bu perspektiften konuya yaklaşarak problemin çözümü için enerji sarf edilmektedir. Gerek Türkiye’ye yerleşen Ahıskalıların Türkiye’deki problemlerinin çözümü gerekse Eski Sovyet Coğrafyasında yaşamaya devam eden Ahıskalıların, yaşadıkları ülkelerde karşılaştığı sorunlar Türkiye tarafından dikkatle takip edilmekte ve gerektiğinde sürece müdahil olunmaktadır. Türkiye devletinin meseleye bakışı ve konuya yaklaşımı genel olarak böyle bir çerçeveye sahip.

Ancak, Ahıskalıların nihai olarak neyi arzuladığı ve tercihlerini nasıl yaptıkları hususunda ciddi tereddütlerin bulunduğu anlaşılmaktadır. Her sene Kasım ayında tekrarlanan Ahıskalıların anavatanlarından sürgün edilişlerini anma gecelerinde konu yeniden gündeme gelmesine ve bir çok yerde yazılıp çizilmesine karşın bu insanların o topraklara gerçekten dönüp dönmeyeceği meselesi hala anlaşılabilmiş değildir. Sovyetler Birliği döneminde ana yurtlarına dönmeleri yasaklanmış olan Ahıskalıların, 1991 yılında SSCB’nin dağılışının ardından anayurtlarına akın etmeleri ve bu vatan toprağı üzerine yerleşmeleri beklenirdi. Ancak böyle bir göç ne yazık ki gerçekleşmedi. Kayda değer bulunmayan bazı münferit yerleşmeler dışında ciddi anlamda bölgeye bir Türk göçü yaşanmadı. Bunun yerine birçok insan Türkiye’ye gelerek daha “iyi şartlarda” yaşamayı bir gün birilerinin kendilerini vatanlarına götürmelerini beklemeyi uygun buldu. Türkiye’ye geldikten sonra Ahıskalılar hızlı bir biçimde dernekleşmeye başladılar ve Ahıska davasını sürdürme iddiasıyla devletten destek almaya çalıştılar. Dernekleşme çabalarının başında bulunan insanların nitelikleri ve sergiledikleri performansın değerlendirilmesi yetkili ve ilgili birimler tarafından muhtemelen yapılmaktadır. Ancak iyi bilinen bir şey var. Bu da, bu derneklerin “folklorik” nitelikli “kültür ve yardımlaşma” derneği olmadıkları ve Türk dış siyasetinde önemli bir rol oynamaya başlayan bir konunun Türkiye’deki meşru sözcüleri konumunda görüldükleridir. Bu tür organizasyonlardan beklenen misyon, dile getirdikleri davanın amaçlarına ulaşıncaya dek savunuculuğunu yapmaları ve hedeflerine ulaşmak için çalışmalar yürütmeleridir. Ancak ne yazık ki bugün Ahıska konusu arık Ermenilerle Gürcüler arasındaki çekişmenin konusu haline gelmiş durumdadır. Ahıska Türklerini temsil edenler ise konuya hala hukuki bir problem olarak bakmakta ve tuhaf bir iyimserlikle anavatanlarının geleceğini başka halkların ve ülkelerin ellerine bırakmakta bir beis görmüyormuş gibi davranmaktadırlar. Buna itiraz edecek olanlar elbette çıkacaktır. Ancak Ahıskalı temsilcilerle yaptığımız görüşmelerde her defasında onlara yönelttiğimiz “Ahıska’ya kim gidecek” sorusuna aldığımız yanıtlar ortada pek de gerçekçi olmayan bir “dava”nın olduğu kaygısına yol açmaktadır. Dernek yöneticisi sıfatıyla kamuoyunda ve devlet nezdinde itibar gören bu kişilerin sorumuza verdikleri yanıt genellikle “Rusya’da zor durumda olanlar. Ya da Azerbaycan’ın şu bölgesinde yaşayanlar Ahıskaya dönecekler.” şeklinde olmaktadır. Kendilerinin Ahıska bölgesine yerleşip yerleşmeyeceğini sorduğumuzda ise “hayır” cevabını almaktayız. Gerekçelerini merak edip de “ peki neden ?” diye sorulduğunda alınan yanıt ise gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Bölgede yaşayan Ermeniler yüzünden Ahıska’ya yerleşmek istemediklerini ayrıca Gürcistan’ın bugün zor ekonomik şartlar altında bulunduğunu, ifade ediyor ve öncülüğünü yaptıkları “davanın” kendilerini bağlamadığı gibi intibanın doğmasına neden oluyorlar.

Türkiye, şüphesiz derin bir tarihi geleneğe ve devlet tecrübesine sahiptir. Böylesine güçlü kökleri olan bir devletin, kendi sınırları dışında olup bitenlere karşı sessiz kalmak yerine müdahil olmaya çalışması ve yeri geldiğinde kendi menfaatlerini, sınırları dışında da aramak hakkına sahip olduğu aşikardır. Özellikle Osmanlı hinterlandı içerisinde yer alan ülkeler ve bu ülkelerde ikamet eden Türk soylu toplulukların sorunları da bu anlamda Türkiye’nin de sorunudur ve Türkiye bu toplulukların davalarına sahip çıkarak bu konudaki hassasiyetini ortaya koymaktadır. Ahıska ve Ahıska Türkleri meselesi de bu yüzden Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmekte ve bu bölge Türkiye’nin jeopolitik tasarımları ve planları içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Bugün, Ahıska meselesini yeri geldiğinde Gürcistan’a karşı siyasi bir koz olarak elinde tutan Türkiye, Ahıska bölgesinden sürülmüş olan Türklerin anavatanlarına geri dönmelerini nihai hedef olarak görmektedir. Türkiye’de faaliyet gösteren dernek ve federasyonların Türkiye tarafından ciddiye alınıp bu organizasyonların muhatap kabul edilmeleri de şüphesiz devletin dış politika hedefleriyle doğrudan örtüşmektedir. Bu dernekler Ahıska Türklerinin haklı mücadelesini sonuca erdirmede yardımcı unsurlar olarak görülmekte ve devlet birimleri tarafından ciddiye alınmaktadırlar. Ancak yazının başlarında sorduğumuz soruyu bir kez daha tekrarlamamız gerekmektedir. “Ahıska’ya kim gidecek?”. Ahıskalıların önde gelenlerinin böyle bir kaygısının olmadığı yönünde şüpheler artmaktadır. Eski Sovyet coğrafyasında yaşayan Ahıskalıların da 1991 den sonra Ahıska yerine Türkiye ve Amerika’ya göç etmeyi tercih ettikleri gerçeği de göz önüne alındığında Ahıska’ya kimlerin gerçek anlamda sahip çıkacağı sorusunun Türkiye tarafından sorulması gerektiği açıktır.

Önümüzdeki yıllarda Gürcistan, Ahıskalıların vatanlarına geri dönmeleri için izin verdiğinde önümüze çıkacak tablo ne yazık ki endişe verici bir tablo olacaktır. Bölgedeki Ermeni varlığı veya Gürcistan hükümetinin Ahıskalıları “Türkleştirilmiş Gürcüler” olarak anayurtlarına kabul edeceğini ifade etmesinin bu tarihi davanın önünde bir engel olarak görülmemesi gerekir. Sovyet baskısı altında bile asimilasyona uğramamış olan bu insanların Ermeni ve Gürcü etkisi altında kalarak kimliklerini kaybedeceklerini iddia etmek de bu halka karşı saygısızlık anlamına gelir. Bugün Ahıska’ya giderek bir ev satın almak, arazi satın almak ve oraya yerleşmek gerçek bir davanın ve yurt sevgisinin göstergeleri olacaktır. Yoksa her yıl Kasım ayında matem yaparak ve ağıtlar yakarak bu davanın hakkı verilemez. Birilerinin –özellikle de Ahıskalıların önde gelenlerinin, dernek yöneticilerinin- gerçek anlamıyla bu davaya kendilerini adamaları ve Ahıska’ya yerleşmeyi düşünmeleri gerekmektedir.
Son düzenleyen KafKasKarTaLi; 2 Mayıs 2006 16:18 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi