Kemalizm ve sonuçları
Türkiye’nin ekonomik gelişimi, tarım sorunun çözümünü ve Osmanlı İmparatorluğu’na damgasını vuran dini ve ulusal bölünmelerinin üstesinden gelinmesini gerektiriyordu. Büyük Güçler bu bölünmeleri, milliyetçi önderlerle veya aşiret reisleriyle ittifaklar yaparak sürekli olarak kullanmışlardı. Kemalist subaylar bu sorunu kendi bildikleri yoldan ve kendi toplumsal konumlarına uygun olarak, demokratik bir şekilde değil, fakat şovence ve muhafazakar bir biçimde "çözdüler".
Yeni hükümetin üzerlerine sert bir biçimde yürüdüğü feodal güçler yalnızca bir zamanlar ayrıcalıklı olan Ağalar ve Kürt aşiret reisleriydi. Ankara ile işbirliği yapanların dışındakiler, tıpkı yüz binlerce Kürt köylüsü gibi, zorla Türklerin çoğunluğu oluşturduğu yerlere gönderildiler. Bu köylü kitleleri, İslamcı düzenden ve diğer daha önce ayrıcalıklı olan kesimden olanlarla birlikte, Ankara’nın acımasız zorla asimilasyon politikasına karşı bir çok ayaklanmaya öncülük ettiler. Bu ayaklanmalar kanlı bir şekilde yenilgiye uğratıldı ve hatta daha büyük siyasi baskıları haklı göstermek için kullanıldı.
Kemalizm, laiklik konusunda hiç bir zaman Batıda genellikle sunulduğu şekilde tutarlı olmadı. Atatürk dini alt etmeye çalışmıyordu, ancak modernleşmiş bir İslam’ı Türk milliyetçiliğine emdirmeye çalışıyordu. Devlet ve ruhban sınıfı tamamen ayrılmamıştı. Onun yerine imamlık devlet gözetimi altına kondu ve devlet tarafından maaşa bağlandı. Atatürk’ün halefleri o günden beri İslamlaşmayı daha da ileriye götürdüler.
İdeoloji olarak Kemal’in en önemli teorisyenlerinden biri olan Ziya Gökalp bu din ve ulusun bir ortakyaşarlığını formüle etmişti. Kemal, diğer şeylerin yanı sıra, Kuran’ı Türkçe’ye çevirterek, Arapça ve Farsça etkilerinden "temizlemeye" çalıştı. Bugün "laik" ordu komutanlarının bir kesimi ve Mesut Yılmaz gibi siyasetçiler Gökalp’ın fikirlerini yeniden canlandırıyorlar.
Atatürk, Türkiye’nin ekonomik geri kalmışlığını aşabilmek için korumacılığa, ithal ikamesine ve devlet müdahalelerine bel bağladı. 1934 yılında, muhtemelen Sovyet sanayileşmesinin başarılarından etkilenerek, ilk beş yıllık plan yürürlüğe kondu.
Bu milliyetçi ekonomi politikası ilk başlarda belli ilerlemeler sağladı. Üretim hızla arttı, bir altyapı ve ağır sanayinin temelleri oluşturuldu; bununla beraber bunda Almanya ile olan yakın ekonomik ilişkiler az rol oynamadı.
Kaçınılmaz olarak, bu ekonomik gelişme ile birlikte dünya ekonomisine olan bağımlılık da arttı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ve 1970lere gelinceye kadar ithal ikamesi politikasına dönme çabaları olduysa da, bunların hepsi başarısızlığa uğradı. Ekonomik gelişmeden en çok kazançlı çıkanlar ekonomik otarşiye [kendi kendine yeterlilik - ç.n.] ve devlet müdahalesine çok az ilgi duyan büyük şirketler, bankalar ve büyük toprak sahipleri oldu. Onlar her şeyden çok, Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Avrupa’nın yatırımlarına ve kredilerine ihtiyaç duyuyorlardı.
Ekonomik bağımlılığı siyasi ve askeri bağımlılık izledi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye NATO’nun Ortadoğu’ya uzanan köprübaşı oldu. ABD ile ilk ikili askeri anlaşmalar 1947 yılında imzalandı ve 1953 yılında Türkiye NATO’ya üye oldu. O zamandan beri Türkiye, herkesten önce Amerika ve Almanya’dan büyük boyutlarda mali ve askeri yardım aldı. Batı yardımıyla sadece düzenli ordu kudretli bir güç haline gelmedi, aynı şey o korkulan paramiliter birlikler için de geçerliydi. Siyasi ve toplumsal çalkantılar her ne zaman askeri bir darbeyle karşılansa, bu NATO’nun desteğiyle ya da en azından müsamaha etmesiyle gerçekleşti.