Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Mayıs 2006       Mesaj #42
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Terörle mücadelenin bir sırrı var. Uzmanlar çok şey bilir, vurdulu kırdılı işlerle uğraşmanın özel eğitimini almışlardır, vs. Ama, her mücadele, sadece “masa başında” da değil, “hem masa başında, hem de başını iki elinin arasına alma konumunda” düşünebileceğiniz temel değerlendirmelerle kazanılır.

Bir sırrı var, dedik. O sır şudur: Çıbanları neşterleyeceksiniz ama, vücudu mengeneye almayacaksınız. Meşruiyet şuuru pırıl pırıl ışıyacak. Halbuki hep tersi cazip ve kolay gelir. Sıkı disiplin, sıkı yönlendirme, genel daraltma; işleri kolaylaştıran bir metotmuş gibi görünür. Hiç doğru değildir.
Vücudu mengeneye alan tedbirler, vücuttaki çıbanların lehine işler. Direnç gücünü azaltır. Çıbanları oluşturan mikro organizmalara suç ortakları ve yardımcılar üretir. Normal hastalıklarda da öyle değil midir? Bir gripal enfeksiyon, zatürreye bile yol açabilir. Onu grip virüsü yapmaz yapamaz, direnç zayıfladığı için diğer mikroplar da aktif ve etkili hale gelir, başka hastalıklar da ortaya çıkabilir.
Vücudu hoş tutacaksınız. O çıbanların en büyük şikayetçisi o vücuttur zaten. Üstelik, o çıbanları ve enfeksiyon odaklarını da yok edecek olan da o vücuttur. “Plasebo” testini bilir misiniz? Bazı hastalara... Terörle mücadele, en etkili mahiyetiyle, demokrasi içinde gerçekleştirilebilir. Peki niçin öyle olamadı? Çünkü, mesela, 12 Mart’la sonuçlanan terör safhasında, “meşru iktidarın emrindeki ordu ile terörü tasfiye” fikri aydınların kafasına girmedi. Asker, “bu iktidarla bu olmaz” kanaatine varmakta haklıydı. Aydınların mesajı, görüşü, telkini öyleydi çünkü. Sadece darbeden yana olanları değil, asıl “bu iktidarla olmaz, ordu iktidardaki partiye alet edilmiş olur” diyen sözde demokratları kastediyorum.
Sonra ne oldu? 12 Mart yönetimi, devirdiği meşru iktidarın, kendini zaafa uğratması akıbetiyle karşılaştı. 12 Mart’ın başbakanı Nihat Erim “şerefli bir iş içinde değilim” demek zorunda kaldı. 12 Mart Yönetimi gibi bir yönetim, her yerde örfi idare uygulasa bile, aslen gevşek yönetim olarak kalma zaafından kurtulamaz. “Meşru iktidarı devirmek” gayr-i meşru bir iştir. Onun gölgesinde, onun hatırasına ve imajına rağmen; başka türlü gayr-i meşru işlerin önlenmesi çok zor bir haldir. Sadece 12 Mart’la değil, 12 Eylül’le sonuçlanan terör olaylarında da aynı durum geçerli olmuştur. Ve tedbirler, “vücudu mengeneye alma” tercihinin bütün zaaflarını daima taşımıştır.
... Dreyfus hikayelerini geçelim. Ben eylem aydıncılığını gülünç bulurum. Bildiriler, yürüyüşler, “aydın çocukluğu”dur. Sözü bugüne getirmeden bu husus açıklanamaz. Öyle yapacağım: Bugün, çok değil, benim seçeceğim 5-6 yazar yazılarında ortak aklın 5-6 cümlesine yer verse, 5-6 gün yer verse; inanın ki terörün beli kırılır. Bu bir türlü olmuyor, olamıyor. “Asker her şeye karışmasın” şikayeti çok dile getirilir. Ama, “her şey askere bırakılmasın, bütün sorumluluk askere havale edilmesin” diyen yoktur. Olmamıştır hiç. Demokratik şuur, demokratik kültür, demokratik sorumluluk, demokratik cesaret, demokratik sabır, demokratik ufuk, demokratik disiplin, demokratik tepki, demokratik itidal; bunların hiçbiri olmayacak, ama “demokratikleşme” lakırdılarından geçilmeyecek! 12 Eylül öncesinde bir müftü arkadaşımla konuşuyoruz... Aynen şöyle dediğini hatırlıyorum: “Polis bölünmüş Pol-Der Pol-Bir; öğretmenler bölünmüş TÖS-Töb-Der, yüksek yargı mensupları sokaklarda yürüyüş yapıyor; üniversite, üniversite olmaktan çıkmış; basın ateşe benzin döküyor, siyaset karşılıklı suçlamalarla, kavgalarla kokuşmuş, her gün 10-15 kişi öldürülüyor ve masanın üstünde işte bütün gazeteler var, açıp bakalım, bir tek insaflı yorum bulabilir miyiz? Bunu söyledim diye militarist diyecekler, ama ordu’dan başka ayakta durabilen kurum kaldı mı? Nereye gittiğimiz belli değil mi? Meclis bir cumhurbaşkanı seçemiyor. Hiç kimse kendi nefsinin hesabından vazgeçmiyor. Nefsimize dokunmasınlar da ne olursa olsun, inadı içindeler. Nereye gittiğimiz apaçık ortada. Ve tabii, böyle gecenin seherinden de hayır umulmaz. Sonrası da karanlık...” ... Meşruiyetçilik, bütün düşünceleri, bütün metotları bağlar. Altını çizin: Meşruiyet ihlali’nin zarureti yoktur; cevazların her türlüsü meşruiyete tabidir. Gayr-i meşru cevaz, meşruiyet ihlalinin en belalısıdır. (Canlı bomba gibi) ifrat sapmaları da tefrit sapmaları da gayr-i meşrudur. 12 Eylül’den önce siyasi iktidar meşruiyetini hukuken kaybetmemişti; ama uygulanan ve yaşanan demokrasi türü, meşruiyet sınırlarının içinde değildi. Terörü ve benzeri musibetleri, meşruiyet şuuruna ve sorumluluğuna sahip demokrasi’ler önler. Aydınlara duyurulur. Öncelikle onlara.