Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Mayıs 2006       Mesaj #49
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Çok iddialı bir havada ve insanlığın kadim problemlerine ebedî çözümler bulmuş ve tarihi noktalamış üslubuyla savunulan “demokrat zihniyet”in ne sağlam felsefî temellerinin ne de pratik işlerliği olan önermelerinin bulunduğu, üzerinde biraz düşününce kolayca anlaşılıyor.

Bir süredir tarafı olduğum “liberallik ve demokratlık” polemiğinin eski yazılarını topluca okuyanlar bunu hemen fark edecektir. “Demokrat zihniyet” denilen şeyin bir fikir omurgası olmadığı için, tahrip edici eleştiriler ya görmezden gelinerek geçiştirilmekte ve yeni tezler ileri sürülmekte veya çok sıkışınca dolaylı itiraflar yapılmaktadır. Bir ideoloji olmadığını gösterdiğim “demokrat zihniyet”in, şimdi, bir felsefî pozisyon teşkil ettiği ve bir ahlâk ve toplum teorisine sahip olduğu iddia edilmektedir. Başkalarına cömertçe yöneltilen “relativizm” suçlaması ise iflas etmiştir. “Demokrat zihniyet”in mutlak relativizme dayandığına işaret etmem üzerine, bu gerçek, mecburen, demokratik zihniyetin relativizminin epistemolojik değil “ontolojik relativizm” olduğunu söylemek suretiyle kabul ve itiraf edilmiştir.
Siyaset felsefesinde, bir pozisyon, bazı temel beşeri problemler ve durumlar hakkında söylenecek, iyi temellendirilmiş, öncülleri belli, açılımları tahmin edilebilir veya mantık yürütmeyle çıkarılabilir, hayatın testine tabi tutulmuş, tatmin edici derecede iç tutarlılığa sahip fikirler demetidir. Kimseyi üzmek istemem; ama ben, bu “demokrat zihniyet”te böyle bir öz görmedim, göremiyorum. Gördüğüm, bir felsefî pozisyon değil, yalnızca, çeşitli felsefî pozisyonlardan bir ölçüde etkilenmiş, zayıf spekülasyonlardır. Etkilenilen kaynaklar arasında kolektivizm, post-modernizm, kurucu rasyonalizm, nihilizme varan mutlak relativizm ve kimilerini dehşete düşürebilecek de olsa, geniş anlamda liberal düşünce geleneği bulunmaktadır. Söylemin üslubunun mağrur ve insanlığın felsefî birikimine kafa tutar olması, onu zayıflıktan kurtaramamaktadır.
Demokrat zihniyetin çelişkileri...
Şimdi, bu zihniyete itibar edersek, her şey özneldir, biz neyin doğru veya yanlış olduğunu bilemeyiz. Bütün insanlar ve bütün zamanlar için doğrular yoktur. Doğrular hem zamana ve mekana, hem toplumsal ortama, hem de kafamızdaki kategorilere bağlıdır. Bazı şeylerin varlığının kafamızdaki düşünce kategorilerine bağlı olduğu doğrudur. Mesela, bana göre artı-değer diye bir şeyin olmamasına karşılık Marksistler için artı-değer temel beşeri gerçekliklerden biridir. Hayek, The Sensory Order’da ve başka yerlerde bunun uzun açıklamalarını yapar. Bu yüzden, makul bir relativizm savunulabilir bir pozisyondur. Ancak, yukarıda özetlediğim görüş mutlak relativizmdir. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemezsek, her şey göreli ise, “demokrat zihniyet”in tek tutamağı olan konuşma, birbirini anlamaya çalışma ve müzakereye de ihtiyaç yoktur. Bunlarla uğraşmak, boşuna zaman öldürmek olacaktır. Zira, göreliliğin ortadan kalkma ihtimali yoktur.
Bereket versin, insanlar, hiçbir alanda hiçbir zaman doğruyu bulamama ve dolayısıyla değer yaratamama durumunda değildir. Hayat ve içinde yaşadığımız toplumlar bunun böyle olmadığını göstermektedir. İnsanlar, insan doğasından, insani hayattan, tecrübeden ve akıl ve mantıktan yararlanarak doğrulara ulaşabilirler ve bu doğrular bütün zamanlar ve mekanlar ve insanların tamamı veya büyük ekseriyeti için doğru olabilir. Başka türlü olsaydı hayat ya gayri mümkün olurdu veya bugünkü gibi olmazdı.
Örnek verelim: “Herkes kendi vücudunun sahibidir” şeklinde bir önerme geliştirsek ve bunun her zaman ve her insan için doğru olduğunu söylesek, bu hata mı olur? Herkes kendi vücudunun sahibi değil midir? Yahut, gelecekte bir zamanda, insanların, bir şahsın vücudunun o şahsın kendisinin değil başkası olduğunu kabul etmeleri mümkün müdür? Büyük liberal filozof Lord Acton, “İktidar yozlaşmaya meyillidir, mutlak iktidar mutlaka yozlaşır.” demiştir. Bunu genel bir düstur olarak kabul etsek yanlış mı yapmış oluruz? İktidarın mutlaka sınırlanması gerektiği her zaman ve dönem için doğru değil midir? Görüldüğü gibi, bazı ilkelerin-değerlerin doğru olduğuna inanmak, kendi başına yanlış ve zararlı olmak mecburiyetinde değildir.
“Demokrat zihniyet”, her şeyin öznel olduğunu söylerken, farkında olmadan, kendi altını oymaktadır. Bu, kimi post-modernistlerin ve daha eskilerde Alman Tarihçi Okulu’nun da düştüğü bir hatadır. Her şey öznelse, o zaman, “demokrat zihniyet”in, “her şeyin öznel olduğu, hiçbir şeyin doğru veya yanlış olduğunun söylenemeyeceği” önermesi de öznel olmak zorundadır. Bu durumda öznel olup olmamak bir fikir tartışmasında fazla bir şey ifade etmez. Yani, “demokrat zihniyet”in temel argümanı çöker.
“Demokrat zihniyet”in sayfalar dolusu spekülasyonunun biraz olsun somut, ele avuca gelir tek unsuru katılıma yapılan vurgudur. İnsanlar bilhassa kendilerini ilgilendiren kararların alımına katılma hakkına sahip olmalıdır. Eyvallah. Buna hangi aklı başında insanın itirazı olabilir? Ancak, katılımı yeni bir icatmış veya özgül bir felsefî pozisyona denk düşüyormuş gibi sununca iş değişir. Siyaset felsefesinde birçok akım, görüş, filozof, yönetimin rızaya dayanması, etkinlik vs. gibi gerekçelerle katılımı savunmuştur. Katılım, demokrasi teorisinin de esas parçalarındandır. Katılımı reddeden bir demokratik sistem taraftarı görülmemiştir. Yani, katılım ne tek bir felsefî pozisyona mahsus bir olgudur, ne de tarihte hiç gerçekleşmemiş, sadece gelecekte aramamız gereken bir şeydir.
“Demokrat zihniyet”in şark kurnazlığı, “demokrat zihniyet” denen şeyi savunmayan pek çok kişi ve akımın da benimsediği demokrat ve demokratlık kavramlarını adeta mülkiyeti altına almak istemesidir. Ancak, demokrasi, 2500 yıldır bildiğimiz, çeşitli yönleriyle tartıştığımız, uyguladığımız, övdüğümüz, eleştirdiğimiz bir yönetim biçimidir, bir kimsenin veya tek başına bir akımın malı değildir. Çağdaş demokrasiler liberal demokrasiler olmasına rağmen liberaller dahi demokrasinin her şeyinin liberalizmin icadı veya ürünü olduğunu ileri sürmemektedir.
Ayrıca, bir yöntemi bir öz zannetme hatası kaya gibi yerinde durmaktadır. Katılım bir yöntemdir; tek başına bize muhtevanın ne olması gerektiği veya ne olacağı hakkında bir şey söylemez. “Demokrat zihniyet”in katılımı -yani bir yöntemi, katılmamanın tersini- önemsediğini anladık ve de takdir ettik, ancak bu zihniyetin temel beşerî problemler konusunda nerede durduğunu öğrenme şerefine henüz nail olamadık.
Tartışmaya veda etmeli miyiz?
“Demokrat zihniyet”lilere şunu da söylemem lâzım: Sizin, katılım vurgusu yaparak tartışmayı bitirdiğiniz yer, bir klasik liberalin tam da tartışmanın başladığını düşüneceği yerdir. Bu katılım meselesi, hele de sizin kastettiğiniz anlamda, problemlerle doludur. Katılımın öznesi kimdir; bireyler mi, gruplar mı? Gruplarsa, onlar bireyi temsil hakkını nasıl almakta ve ne tür bir temsil yetkisine sahip olmaktadır? Grup katılımına dayanan bir sisteme ne kadar demokrasi denebilir? Bireylerse, siyaset ve iktisat teorisinin meşhur Arrow teoreminin işaret ettiği sorun nasıl halledilecektir? Arrow, bireysel tercihlerden anlamlı sosyal tercihler çıkmayabileceğini matematiksel olarak ispatlamıştır. Katıldık ve bireysel tercihler yaptık ama anlamlı, dolayısıyla operasyonel tercihler çıkmadı, ne olacak? Bu durumda, kararlar, mecburen, çoğunluk kararı olmayacak mı? Çoğunluğun yanlış ve azınlığa-azınlıklara zarar verici kararlarını ve bunlara dayanan pratikleri nasıl, hangi değerlere, ilkelere ve kurumlara dayanarak önleyeceğiz? Hangi kararlar katılımla alınacak? Bireyin hayatını ilgilendiren her şey katılıma konu yapılacak mı? Yapılırsa bireyin özel alanı başkalarınca işgal edilmiş olmayacak mı?
“Demokrat zihniyet”i açıklama çabaları yoğunlaştıkça çelişkiler ve çıkmazlar gözden kaçırılamaz hâle gelmektedir. “Demokrat zihniyet”in sözüm ona ahlâk ve toplum tasavvurları da, bazı kısmî doğrular taşımakla birlikte, ağırlıklı olarak, çelişkiler, yanılgılar ve çıkmazlarla doludur. Bunları da ayrıntılı bir tahlille sergilemek mümkündür. Mahçupyan’ın temelsiz eleştirilerinin klasik liberal düşünceyi savunan biri olarak beni cevap vermeye sevk etmesinde tuhaf bir taraf göremiyorum. Asıl tuhaflık kendisinin, mücadele edilmesi gereken ve her gün canımızı acıtan baskıcı fikirlerle ve bunların yansımalarıyla uğraşmak yerine liberalizmi hedef haline getirmesidir. Benim yaptığım, bir çeşit, fikir alanında nefsi müdafaadır. Tartışmada sinirlenmiş filan da değilim, sadece, ciddiye aldığım muhatabımın usulüne uygun bir tartışmaya yanaşmamasından üzüntü duymaktayım Liberal düşüncenin büyük bir çeşitlilik barındırdığı açıktır. Ben klasik liberal geleneğe yakın duran, metodolojik bireycilik, İskoç Aydınlanması ve Avusturya İktisat Okulu’ndan etkilenmiş bir liberalim. Başkaları başka kaynaklardan etkilenmiş olabilir ve buna bağlı olarak aynı konularda farklı fikirler savunabilir. Mesela, Amerikan liberalleri bu konularda çok daha farklı görüşlere sahiptir. Nitekim Mahçupyan’ın Şükrü Hanioğlu’nun bir yazısına atıfla yaptığı sekülerizm eleştirileri daha ziyade Amerikan liberallerini ilgilendirmektedir. Okuyucuların bu tartışmadan fayda sağladığı kanaatindeyim. Ben de bu vesileyle bazı fikirlerimi gözden geçirdim. Bu konuları gazete köşelerinde çözmek mümkün değil. Bu yüzden, belki de, tartışmayı akademik platformlara kaydırmalı ve yüz yüze tartışmalıyız. Usulüne uygun olduğu sürece tartışmadan dönenin kaşığı kırılsın...