Arama


Master Blue - avatarı
Master Blue
Ziyaretçi
7 Eylül 2008       Mesaj #3
Master Blue - avatarı
Ziyaretçi
Kur'an'da Peygamberimizin Sünnetine Uyma ile ilgili Ayetler

Haşr, 59/7
مَا أَفَاءَ اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى فَلِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاءِ مِنْكُمْ وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
7. Allah'ın, (fethedilen) ülkeler halkından Peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir.

Ahzab, 33/21
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا
21. Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.

Nisâ, 4/59
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الْأَمْرِ مِنْكُمْ فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ إِنْ كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا
59. Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.

Nisâ, 64-65
وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا لِيُطَاعَ بِإِذْنِ اللَّهِ وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذْ ظَلَمُوا أَنفُسَهُمْ جَاءُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللَّهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمْ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللَّهَ تَوَّابًا رَحِيمًا
64. Biz her peygamberi -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Resûl de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.
فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لَا يَجِدُوا فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا
65. Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.

Nisâ, 69-70
وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُوْلَئِكَ رَفِيقًا
ذَلِكَ الْفَضْلُ مِنْ اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ عَلِيمًا
69. Kim Allah'a ve Resûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!

Nur, 24/54
54. De ki: Allah'a itaat edin; Peygamber'e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamber'in sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz)dir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygamber'e düşen, sadece açık-seçik duyurmaktır.

Cum’a, 62/2
وَالْحِكْمَةَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ
2. Çünkü ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler.

Al-i İmrân, 31-32
قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمْ اللَّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ
قُلْ أَطِيعُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِرِينَ
32. De ki: Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.

Şûrâ, 42/52-53
جَعَلْنَاهُ نُورًا نَهْدِي بِهِ مَنْ نَشَاءُ مِنْ عِبَادِنَا وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ
52. İşte böylece sana da emrimizle Kur'an'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin.
صِرَاطِ اللَّهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ أَلَا إِلَى اللَّهِ تَصِيرُ الْأُمُورُ
53. (O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner.

Enfal, 8/20, 46
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَوَلَّوْا عَنْهُ وَأَنْتُمْ تَسْمَعُونَ
20. Ey iman edenler! Allah'a ve Resûlüne itaat edin, işittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin.
وَأَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُوا إِنَّ اللَّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
46. Allah ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.

Sahâbe-i Kirâmın Sünnete İttibâda Gösterdiği Hassasiyet

Kur’ân-ı Kerim, nasıl Efendimiz’in risaleti ve sunduğu mesaj mevzûunda hassasiyet gösteriyor, sahâbe-i kirâm da, aynı şekilde O’ndan gelen her şeyi kemâl-i hassasiyetle kabulleniyor, korumaya alıyor ve neşrediyorlardı. Ne Efendimiz’in (s.a.s.) getirdiği esâsâta muhalif bir şey ortaya koymayı düşünüyor, ne de O’na muhalif bir beyanda bulunmayı akıllarının köşesinden geçiriyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’in tabiriyle, O’ndan gelen her şeyi “içiyor” gibi alıyor ve belliyorlardı. Evet, onların ruhuna hakikat sevgisi, hakikatin yeryüzündeki tek temsilcisi Hz. Muhammed (s.a.s.) sevgisi içirilmişti. Dolayısıyla, sünnet mevzuunda çok titizdiler. Nasıl titiz olmasınlar ki, Kur’ân-ı Kerim, meseleyi bir iman mevzuu olarak ele alıyor ve: “Hayır hayır; Rabbine andolsun ki, aralarında anlaşmazlığa bâdî mes’elelerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde en ufak bir burkuntu duymadan ve tam bir teslimiyetle sana teslim olmadan iman etmiş olmazlar.” (Nisâ/4:65) buyuruyordu.
Bir gün Hz. Ömer (r.a.), el parmaklarının diyeti mevzuunda içtihadda bulunmuştu. Sahâbeden biri ona itiraz edip: “Ey Mü’minlerin Emîri! Ben Resûl-i Ekrem’den (s.a.s.) duydum, buyurdular ki: Bir elin beş parmağı, iki elin on parmağı, el için kararlaştırılan diyet ne ise onu eşit olarak bölüşürler. İki el tam bir diyet, bir el de onun yarısıysa, tek tek her parmağa on deve düşer.” Hz. Ömer, beyninden vurulmuşa döndü ve: “Ey Hattaboğlu! Resûl-i Ekrem’in eserinin olduğu yerde, sen nasıl içtihad edersin?” dedi.26 Evet sünnet, sünnet insanında kendisini bütün ağırlıyla hissettiriyordu.
Sahâbenin fakirlerinden Abdullah İbn Sa’dî naklediyor: “Hz. Ömer ganimetlerden bana bir pay ayırdı. Ben: “Ey Emîre’l-Mü’minin, beni bu mevzûda zorlama.” dedim. Bana dedi ki: “Vallahi, ben de senin gibiydim. Bir defasında, Allah Resûlü (s.a.s.), bana bir şey vermek istediğinde istiğnâ gösterdim. Buyurdular ki: ‘Al bunu, mal edin kendine, istersen tasadduk edersin. Sen istemeden, beklemeden, dileyip dilenmeden sana bu dünya malından gelirse al, bunda beis yoktur’. Ben, sana Resûlüllah’ın sözünü tekrar ediyorum. O'nun, hakkımızda bu mevzuda verdiği hüküm budur.”
Hz. Ali (r.a.), Meysere İbn Yakub’un rivâyetine göre, Kûfe’deyken bir defasında ayakta su içti. Meysere: “Ayakta su mu içiyorsun?” diye sorunca da şu cevabı verdi: “Ayakta içmişsem Resûlüllah’ı (s.a.s.) ayakta içerken gördüğümdendir; otururken içersem, Resûlüllah’ın oturarak içtiğini gördüğümdendir.”
Ebû Ubeyde (r.a.) başkumandanken, Amvâs’ta İslâm ordusuna veba musallat oldu. Hz. Ömer, Amvâs’a kadar gelmiş ve vefakâr dostu Ebû Ubeyde’yi ziyaret etmek istemiş ama, salgın vebadan dolayı Amvâs’a girmesi uygun görülmemişti. Görülmemişti ama, askerlerini ve hele Ebû Ubeyde’yi görmeden oradan ayrılmayı hazmedemiyordu. O, bu düşünceler içindeyken, Abdurrahman İbn Avf geldi ve: “Yâ Emîre’l-Mü’minîn, ben Resûlüllah’tan şunu işittim, buyurdular ki: ‘Bir yerde vebâ çıktığını duyarsanız, oraya adımınızı atmayın; bulunduğunuz yerde vebâ başgösterirse, o zaman oradan çıkmayın.” Hz. Ömer Efendimiz (r.a.), sünnet hatırına vefakâr dostunu göremeyerek, içi yana yana bulunduğu yerden geri döndü.

Sahâbe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık

İslâm dininin Kur'ân-ı Kerîm'den sonra ikinci kaynağı olan Sünnet, özellikleri ve uygulamaya yönelik temel görevi dolayısıyla Müslümanlar açısından vazgeçilmez bir niteliğe sahiptir. Bu sebeple ilk dönemlerden günümüze dek İslâm'ın yorumlanması ve yaşanması sünnet verilerine dayalı olarak yürütüle gelmiştir.
Sadece Kur'ân'a tâbi olduklarını iddia edip Resûlullah'ın (s.a.s.) sünnetinden yüz çeviren kişi ve gruplar dün olduğu gibi günümüzde de görülebilmektedir. Toplumda sünnetin büyük bir kısmından şüphe edilmesine sebep olan bu tür iddiaların, günümüz gerçekleri de dikkate alınarak bilimsel yollarla değerlendirilmesi, hizmet vâdeden faydalı çalışmalardır. Esasen İslâm'ı kendi din, mezhep, düşünce ve tercihlerine benzetme girişimlerinin görüldüğü her dönemde İslâm âlimlerinin, sünneti esas alan çalışmalara yöneldiği târihî bir gerçektir. Günümüzün yoğun şekilde yaşadığı kültürler arası mücadele ortamında, İslâm kültürünün kendi özellikleri içinde kalabilmesi ve Müslümanların ondan bu kapsamda yararlanabilmesi "Sünnet"in ve "Sünnete Bağlılık" meselesinin yeniden tetkikini zorunlu hâle getirmiştir.

Sünnete Bağlılık Kavramı
İ'tisâm bi's-Sünne (Sünnete Bağlılık), bir hadîs usûlü terimi olmamakla birlikte Hz. Peygamber'in onu terkib olarak değilse de kavram olarak kullanmış olması2 ve zamanla hadîs edebiyatında bölüm veya bâb (alt başlık) adı olarak yerini almış bulunması bu terkibi incelemeyi gerekli kılmıştır. Dolayısıyla i'tisâmın nitelik ve fiil olarak incelenmesi, gerek pratik dînî hayata ve kültüre gerekse İslâmî kimlik ve kişiliğe katkılar vâdeden bir mesâî alanıdır.
"Sünnete Bağlılık", İslâmî literatürde "el-İ'tisâm bi's- Sünne" şeklinde ifade edilir. Kavramların anlam çerçevesinin mümkün olduğunca açık bir şekilde tesbiti için öncelikle o kavramın dil yönünün belirlenmesine ihtiyaç vardır. Bizim araştırma konumuz da bu ihtiyacın pek derinden hissedildiği bir mevzudur. Zira i'tisâm bi's-Sünne meselesi son zamanlarda sünnet ile birlikte yoğun şekilde tartışılmaktadır. Bu gelişme dikkate alınarak belli bir ilmî berraklığa ulaşabilmek maksadıyla el-İ'tisâm bi's-Sünne tâbirinin -söyleyiş yönünden- birinci kelimesi olan i'tisâm kavramının lügat ve terim anlamları değerlendirilecektir. Konunun incelenmesi esnasında Kur'ân ve sünnetten misâller verilmeye özen gösterilecek, i'tisâm'ın ilk dönemdeki kullanılışı ortaya konulmaya çalışılacaktır.

İ'tisâm Kelimesinin Anlamları
İ'tisâm kelimesinin kökü olan "asm", el ile yapışıp bırakmayacak şekilde tutmak, tutunmak, yakalamak, kavramak, sığınmak, iltica etmek,3 korumak,4 eksik bırakmadan tüm yönleriyle korumak5 mânâlarına gelir. Nitekim bu anlam, "Allah, seni insanlardan koruyacaktır" (Mâide 5/67) meâlindeki âyette açıkça görülmektedir. "Namaz kılan, zekât veren benden canını ve malını korumuş olur"6, "Allah'ım, benim için koruyucu kıldığın dinimi ıslâh et" ve "Kur'ân, ona sarılan için koruyucudur" hadîslerinde görüldüğü üzere kelime "maddî" ve "mânevî" şeylerden koruma ve korunma anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca asame kelimesinin kurtarıcı, (görüşünde) isâbetli olmak10 ve kifâyet mânâları vardır. "İ'tisâm"la aynı kökten olan bazı kelimelerin mânâlarına da işaret etmek, kelimenin anlamının açıklanmasına faydalı olacaktır. Meselâ, ismet kelimesinin kurtuluş yolu, hayırda sebat ve sağlam, doğru, insanların i'tisâm ettikleri kuvvetli iş mânâlarında olduğunu tesbit etmekteyiz. Yine i'tisâm ile aynı kökten olan isti'sâm kelimesi ise genellikle sakınma ve kaçınma anlamında kullanılmaktadır. "Ben onun nefsinden murâd almak istedim, fakat o, bundan şiddetle sakındı" (Yûsuf12/32) meâlindeki âyette, isti'sâmın, kaçınma, açık bir sakınma ve sıkı korunmayı ifâde ettiği görülmektedir.
"İ'tisâm" kelimesine gelince, kelimenin sarılmak, bağlanmak, yapışmak, sığınmak, güvenmek, dayanmak, güç almak, kuvvetlenmek, yardım istemek, korunmak, kaçınmak anlamları bulunmaktadır. Bu anlamların tümü, aslında i'tisâm bi's-Sünne terkibinin mânâsı ile uyum içindedir.
İ'tisâm kelimesinin, kullanılışı ve anlamları konusunda âyet ve hadîslerdeki örnekleri, söylenilenleri te'kid edici önemi hâizdir. Bu sebeple biz, kök anlamlarıyla terkib anlamı arasındaki ilişkiyi ve uyumu, âyet ve hadîslerden misâller vererek delillendirmek istiyoruz.
Kur'ân-ı Kerîm'de i'tisâm kelimesi, pek fazla kullanılmamıştır. Ancak "Kim Allah'a bağlanırsa (i'tisâm ederse) kesinlikle doğru yola iletilmiştir" (Âl-i İmrân 3/101) ve "Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın (i'tisâm edin), bölünmeyin" (Âl-i İmrân 3/103) meâlindeki âyetlerde görüldüğü gibi sarılmak, bağlanmak anlamında kullanılmıştır.
Peygamber Efendimiz'in Veda Haccı'nda söylediği "Size, sarıldığınız (i'tisâm ettiğiniz) takdirde asla sapıtmayacağınız iki şey bıraktım. Allah'ın Kitabı ve Nebîsi'nin sünneti" hadîsi, 'Sünnete i'tisâm'dan bahseden en meşhur nasstır. Buna göre "İ'tisâm bi's-Sünne" terkibi, bu söylenişiyle yani terkib şeklinde değilse bile öz ve kavram olarak Hz. Peygamber tarafından ortaya konulmuştur. Hadîs aynı zamanda, hem i'tisâm kelimesinin kullanılışına delil olmakta hem de Kur'ân-ı Kerîm yanında sünnete sarılmanın gerektiğini belirtmektedir. Bunun dışında "Allah'a inandım, Allah'a sarıldım (i'tisâm ettim)" ve "Allah Teâlâ, sizin Allah'ın ipine sarılmanızdan (i'tisâm etmenizden) râzı olur" hadîslerinde de i'tisâm kelimesi, âyetlerde olduğu gibi Allah'a "sarılmak" anlamında kullanılmıştır.
Tâbiîn âlimlerinden İmam Zührî'nin (v. 124/741) "Geçmiş âlimlerimiz 'Sünnete sarılmak (Sünnete i'tisâm) kurtuluştur' derdi" sözü ise, "i'tisam bi's-Sünne" terkibinin, sahâbîler tarafından kullanıldığına delil olmaktadır.
Kelimenin kök mânâları ve kullanımlarından "i'tisâm" kelimesinin, sünnetin hiçbir şekilde ihmal edilmeyip ona sımsıkı sarılmak anlamını taşıdığı, bu sebeple son derece bilinçli bir seçim ve ifadelendirme olduğu anlaşılmaktadır. Aynı zamanda i'tisâm kelimesinin aslında olumluluk, doğru olma, doğruyu bulma mânâsı bulunmaktadır. Kelimenin mânâlarından hareketle sünnetin koruyucu olduğu sonucuna gidilebilir. Yine kelimenin kifâyet mânâsı, sünnetle yetinmek, sünnete uygun olmayan düşünce ve davranışlardan yine sünnetle korunmak anlamında sünnetin yeterli ve koruyucu oluşuyla paralellik göstermektedir. Korunmak mânâsı bile sünnet dışı olan şeylerden sünnetle korunmak, sünnette olmayandan kaçmak anlamlarında i'tisâm bi's-Sünne terkibiyle uyuşmaktadır. "İ'tisâm"ın, bir şeyden ayrılıp başka bir şeye sıkıca bağlanmak mânâsına gelmesi de başka şeyleri bırakıp sünnete bağlanmayı anlatması bakımından önemlidir. Âyet ve hadîslerde Allah'a, Kur'ân'a, sünnete yönelik bir fiil olarak kullanılan i'tisâm kelimesi, çok özel ve yüksek bağlılık kavramının ifadesi olmaktadır.

İ'tisâmın Tahlili
"İ'tisâm"ın, Müslümanlar arasında itibar kaynağı olan bir fiil olduğunu söylemek gerekir. Resûlullah'ta (s.a.s.) güzel bir örnek olduğunu belirten "Hakikaten Allah'ın Resûlü'nde sizler için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel bir nümune vardır." âyetiyle (Ahzâb 33/21) ve Hz. Peygamber'in de kendisini "Bende sizin için örnek yok mu?" sözleriyle misâl göstermesi, Müslümanların Hz. Peygamber'in yoluna uymaları, O'nun edebiyle edeplenmeleri emridir, isteğidir. Bu âyet ve hadîslerin zikredilmiş olması, aynı zamanda Hz. Peygamber'e benzemenin ne derece önemli olduğunun göstergesidir.
İ'tisâm, her şeyden önce imanla ilgilidir. Sünnete uymak, sünneti yaşamak için Hz. Peygamber'e ve O'nun yoluna inanmak gerekir. Bundan sonra "i'tisâm"ın bir "fiil/eylem" olduğu dikkate alınmalıdır. Nitekim etbâu't-tâbiînin âbid ve zâhidlerinden Abbâd b. Abbâd el-Havvâs, "sünnetle amel etmeyip, sadece sözle benimsemekle yetinmeyin. Zira sünneti amel etmeksizin benimsemek, ilmi zâyi etmenin yanında yalan söylemektir" diyerek, hayata geçirmedikten sonra sünneti bilmenin bir şey ifâde etmediğine işaret etmiştir.
Bu doğrultuda, sünnete uymak, sünneti uygulamak yanında sünnete aykırı davranışta bulunmamak da i'tisâm sayılmıştır. İbâdetleri, sünnete uygun olarak yerine getirmek, başlı başına "Sünnete Bağlılık" anlamına gelmekte, amellerin sünnetteki şekliyle yetinme, sünnet dışına çıkmama i'tisâm kavramının içinde yer almaktadır. Buna göre i'tisâm fiili, sünnetteki uygulamayı tatbik etmekten ibaret olmaktadır.
İslâm Dini'nin getirdiği büyük nizam, sünnetle hayata geçirilmiştir. Birçok yönü olan bu sistemde Hz. Peygamber'e uymak, O'na (s.a.s.) benzemeye çalışmak zor ve ferdî hürriyeti kısıtlama gibi görülebilir. Hatta "sünnete ittibâ, sonuçta insânî faaliyet hürriyetine ve cemiyetin tekâmülüne tecâvüz hâlini alır" iddiasında bile bulunulabilir. Bu gibi bir iddia, ya İslâmiyet'i iyice bilmemekten kaynaklanmış olabilir, ya da kötü bir niyetin ürünüdür. Sünneti, hayatın dışında gören bu anlayış, sünneti ferde ve topluma zararlı hatta bir yük olarak kabul eder. Halbuki sünnet, Müslümanın hayatının kendisidir. Bir peygamberin yaşama biçiminin ise kimseye zararlı olmayacağı âşikârdır. Bunun şuurunda olan sahâbîler, arzularının ve buna bağlı olarak da fiillerinin Hz. Peygamber'e uygun olmasını esaret değil, gerçek hürriyet sayıyorlardı. Çünkü İslâmiyet hevâyı bırakıp hakka uymayı emretmiştir. Sünnet de hak olduğuna göre sünnete bağlılık insan hayatını sınırlayıcı değil, düzenleyicidir. Bir biçimde yaşaması gereken insan, benzeyeceği insanlar arasında seçim yapacaktır. Kur'ân'ın insanlara örnek olarak gösterdiği Peygamber (s.a.s.) gibi yaşamak, O'na (s.a.s.) benzemek; hürriyetleri kısıtlamak değil, aksine nefsin, diğer insan ve nizamların egemenliğinden kurtulması demektir.
İ'tisâm, bütün yönleriyle sarılmak, bağlanmak mânâsında olunca "Sünnete sarılma"nın aşırılıkla ilgisi olup olmadığı söz konusu olabilir. Halbuki İslâmiyet, itidâl dinidir. Dinde aşırılık kapısı kapatılmıştır. Hz. Peygamber, güç de olsa sürekli istikâmet üzere olmayı tavsiye etmiştir. O (s.a.s.), amellerde itidâlin elden bırakılmaması; konulmuş olan şer'î sınırlar aşılarak, usanç verecek, dinde karışıklık doğuracak, tabiî ihtiyaçların karşılanması için gerekli faaliyetleri engelleyecek bir davranışa girilmemesi uyarısında bulunmuştur. Hz. Peygamber'in kendi davranışları ve sahâbîlere yaptığı uyarılarından anlaşıldığına göre, arzu edilen, itidâl, yani orta yoldur. Bu tutum, aynı zamanda "sünnetin itidalden ibaret olduğu" mesajını vermektir. Zaten din, tabiî olanı emreder. Bu itibarla i'tisâm bi's-sünne, İslâm'ı mutedil bir çizgide yaşamak demektir. Asla aşırılık anlamı taşımamaktadır. Çünkü sünnet, hayatı Müslümanca yaşama biçimidir. Hz. Peygamber kendi yaptığından daha fazlasına rıza göstermemiş, ömür boyu sünnet üzere yaşamanın daha önemli olduğunu belirtmiştir.
Öte yandan i'tisâm'ın dînî yaşayışta azîmet mi yoksa ruhsat mı ifâde ettiği önemli bir noktadır. Bunun incelenmesi sünnete i'tisâm'ın mümkün olup olmadığının ya da ne ölçüde mümkün olabileceğinin tesbitine de imkân verecektir. Her şeyden önce Hz. Peygamber'in, "Bazılarına ne oluyor ki benim ruhsat verdiğim şeyleri yapmaktan çekiniyorlar!" hadîsi, sünnette belirlenenden öte Müslüman olunamayacağını gösterir. Sünnete uygun az amel, bid'at olan çok amelden hayırlıdır. Kim benim (sünnetimle) amel ederse, Ben'dendir, kim sünnetimden yüz çevirirse Ben'den değildir" hadîsi de azlık-çokluk, kolaylık-zorluk gibi keyfiyetlerden daha ziyade, sünnet üzere yaşamanın önemli olduğunu ortaya koyar.
Sahâbîlerin iki türlü uygulama imkânı olan durumlarda ruhsatları kullanmayıp azîmeti tercih ettiği hâller olmuştur. Onlar, ruhsat olanı da kabul ettikleri için bu, i'tisâmsızlık sayılmaz. İkili uygulama imkânının bulunduğu hallerde, güçlüğe düşmeden aslî olan veya azîmet ifade eden tercih edilmiş olmaktadır.
İ'tisâm, "Sünnete Bağlılık" mânâsıyla bir azîmet, sünnetin itidâl ve kolaylaştırılmış İslâmî yaşayış olması dolayısıyla da tam bir ruhsat ve kolaylık anlamı taşımaktadır.
Hz. Peygamber'e uymanın, O'nun sünnetine sarılmanın ittibâ mı yoksa taklit mi olduğu, i'tisâm ile taklit arasında mâhiyet açısından birlik bulunup bulunmadığı da akla gelebilir.
Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde taklidi zemmetmiştir. Meselâ, "(Yahûdiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i Rabler edindiler" (Tevbe 9/31) buyurulmuştur. Allah'ın emirlerini ihlâl konusunda; bâtıl olan taklidi kınayan, taklidin ne tehlikeli boyutlara vardığını gösteren bu âyetteki "rab edinmek"le ilgili olarak Resûlullah (s.a.s.) "Rahipler, Allah'ın haram kıldığını helâl sayıyor, halk da helâl sayıyordu. Allah'ın helâl kıldığını, halka haram kılıyorlar, onlar da haram sayıyorlardı. Bu, onlara tapınma demektir" buyurmuştur. Hz. Peygamber, bu sözleriyle Allah'ın emir ve yasakları varken, bunları bırakıp kendi kendilerine helâl-haram belirleyen âlimlere tâbi olmayı, taklit etmeyi, o kişileri tanrı edinmek olarak tanımlamıştır. Çünkü Allah'ın helâl-haram kılma yetkisini kullanan bu ruhban sınıfına, verdikleri hükümlerin delili sorulmamaktadır.
İnsanlara düşünmeden uymanın yanlışlığı da Kur'ân-ı Kerîm'de yer almaktadır. "Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız" (Zühruf 43/23-24) âyetinde, inkârcıların, ihtidâ sayarak atalarına, babalarına uydukları belirtilmiş, yanlışlığı takipteki ısrar kınanmıştır. Mukallidler, atalarının sözleriyle amel ederler, onların izlerine tâbi olur, onlara uyarlar. Dalâletlerinden çıkarılıp, hakka çağrılsalar da delilsiz, hüccetsiz olan atalarından kalan mirasa sarılırlar. Taklitçilerin, "Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir" (Enfâl 8/22) âyetinde sağır ve dilsizlere benzetilmeleri de körükörüne hareket ettiklerini ortaya koymaktadır.
Taklidin kötü yanlarından biri de taklit edilenlerin durumudur. Bunlar, insan olmaları açısından her zaman hata, gaflet, hevâya uyma gibi durumlarla karşı karşıyadırlar. Resûlullah (s.a.s.), taklit edilecek kişilerin bu durumuna, "Benden sonra ümmetim hakkında üç şeyden endişe ediyorum: Âlimin sürçmesi, zâlimin hükmü ve peşinden gidilen hevâ" hadîsiyle işaret etmiştir. Hz. Peygamber'in kendisine içtihâd yetkisi verdiği sahâbilerden Muâz b. Cebel (v. 18/639), kendisi de âlim bir kimse olmasına rağmen âlimlerin sürçebileceğini, hataya düşebileceklerini şöyle ifade etmiş, Müslümanları uyarmıştır: "Âlim, hidâyet üzere de olsa onun hayatını din olarak taklit etmeyin. Mü'min fitneye düşer, sonra tevbe eder. Kur'ân'a gelince yol işareti gibi işarettir (ışıktır)." Taklit edilecek kimselerin hayatında -âlim de olsa- dalgalanmalar olabilir. Hataya düşebilir, sonra hakkı bulabilir. Çünkü insanlar mâsum değildir. Bilindiği gibi mâsum olmayan kişilerin bilinçsizce ve tabu hâline getirilerek taklit edilmesi, dini tahrif eden sebeplerden biridir.
Hz. Peygamber, uyulması gerekeni ve taklitten kurtulmanın yolunu "Size iki şey bırakıyorum. Onlara sarılırsanız asla sapıtmazsınız: Allah'ın Kitabı ve Resûlü'nün sünneti." hadîsiyle göstermiştir. Böylece gerçek ittibâın, Kitab ve sünnete olacağını belirtmiştir. Taklidin bâtıl oluşu sebebiyle asıllara yani Kitâb ve sünnete teslimiyet şarttır. Taklidin pek çok sakıncalarından dolayı Hz. Peygamber'den başkasının hayatına ittiba edilmeyeceği ortaya çıkar. Çünkü Hz. Peygamber'in diğer insanlar gibi haktan ayrılması, sonra hakkı bulması söz konusu değildir. "Her hâlükârda düşünülmeden bağlanılması vâcip olan sünnetleri taklit gibi hiç kimse taklit edilmez" sözü, sünnete ittibaın veya taklidin gerektiğini belirtir. Zira, Resûlullah'ın (s.a.s.) ismeti sâbittir, günahlardan, dinde hataya düşmekten korunmuştur.
Taklit ile ittiba arasında şu fark vardır: Taklit, şahsa yönelik; ittibâ, Kitab'a, sünnete yani delile yöneliktir. Resûlullah'ın (s.a.s.) taklid edilmesiyle, örnek alınması farklı şeylerdir. O'na tâbi olmakla taklit etmek arasında fark vardır. Taklitte irâde yoktur. Tâbi oluşta irâdî bir tavır vardır. İ'tisâm bilinçle yapılır. Taklitte olsa olsa sadece taklit etme düşüncesi olabilir. Taklitteki bilinçsizliği anlatmak için "körü körüne taklit" deyiminin kullanılması da bunu gösterir. Fiil olarak i'tisâm'ın, şuurla yapılan bir uygulama olması özelliği taklide engeldir. Bu, bizi aynı zamanda i'tisâmın ruh ve fiil bütünlüğü gerektirdiği sonucuna götürür.
Hz. Peygamber'in tavırları, fiilleri kısacası kendisi delil niteliğindedir. Taklit ve i'tisâm arasında fiil olarak görüntüde bir paralellik bulunsa bile, temelde yani "delil"e uyulmuş olması bakımından çok büyük farklılık vardır. Bu sebeple sünnete uymak, "taklit" değil, i'tisâm ve ittibâdır.

Sünnete Sarılmayı Gerekli Kılan Amiller
İslâmiyet'te meşrûiyetin olduğu gibi gerekliliğin de asıl kaynağı, Allah'ın Kitâb'ı ve Resûlü'nün (sav) sünnetidir. Her alanda gerekli ve geçerli olan bu kâide sebebiyle "Sünnete sarılma"yı, Kitab ve sünnet nassları ile incelemek şüphesiz tabiî bir durumdur.

Kur'ân-ı Kerîm'in sünnete sarılmayı emretmesi
Kur'ân-ı Kerîm'de sünnete sarılmak gerektiğini (sünnete i'tisâm), sünneti bir bütün olarak kapsayacak tarzda çok genel ve öz bir biçimde şu âyet ifâde eder: "Resûl size ne getirdi ise onu alın, ona tutunun; sizi neden nehyettiyse ondan kaçının!" (Haşr/59: 7). Sahâbîler, bu âyetin sünneti kapsadığı inancındadır. Meselâ, Abdullah İbn Mes'ûd, kendisine dövme yapma ve kadınların kaş tüyleri gibi bazı tüylerini alma yasağının Kur'ân'da bulunup bulunmadığı sorusuna, Peygamberimizin ilgili hadîsiyle cevap vermiş ve bunu Kur'ân'a ait bir nehiy gibi değerlendirme sadedinde de bu âyeti okumuştur. Mevdûdî, fey' taksimi münasebetiyle inen bu âyetteki hükmün umûmî ve asıl maksadın, tüm münasebetlerde Hz. Peygamber'in (sav) emirlerine teslimiyet olduğunu belirtmiş, bunun sebebini de şöyle izah etmiştir: "Resûl size neyi getirdi ise onu alın" denirken, cümlenin devamında "size neyi getirmediyse" değil, "neyi yasakladıysa ondan kaçının" şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Bu hüküm sadece fey'e ait malların paylaşımını ihtiva etseydi, o zaman "neyi getirmediyse" denirdi. Fakat, "neyi yasakladıysa" denilmesinden anlaşıldığına göre kastolunan, Hz. Peygamber'in (sav) emir ve yasaklarına uyulmasıdır. Nitekim, bizzat Hz. Peygamber (sav) de, "Size emrettiğimi mümkün olduğunca uygulamaya çalışın, yasakladığımdan da kaçının." buyurmuştur.
Hz. Peygamber'e (sav) iman edilmesini ve O'na uyulmasını emreden âyetler, Hz. Peygamber'in ve sünnetinin konumunu belirlemek bakımından i'tisâmın gereğini de ortaya koymaktadır. "Allah'a ve ümmî peygamber olan Resûlü'ne -ki o, Allah'a ve O'nun sözlerine inanır- iman edin ve O'na uyun ki, doğru yolu bulasınız" (A'râf/7: 158) âyetinden anlaşıldığı üzere Resûlullah'a (sav) iman ve O'na uyma, Allah Teâlâ'nın istediği yola uymuş olmak için şarttır. Resûl'e iman, O'nun getirdiği vahye ve ortaya koyduğu sünnete i'tisâmı gerektirirken, bunları tasdik etmemekten kaynaklanan i'tisâmsızlık da imansızlığa delildir.
Hz. Peygamber'in Müslümanlar için en güzel örnek olduğunu belirten "Andolsun ki, Resûlullah'ta sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır" (Ahzâb/33: 21) âyeti, bağlanılması gereken sünnetin "üsve-i hasene (güzel örnek)" olduğunu belirtmekte, dolayısıyla i'tisâm teşvikinde bulunmaktadır. Zira "üsve", bütün fiillerinde O'na uymayı ve değer vermeyi, bütün ahvâlini önemsemeyi ihtiva eder. Ayrıca âyetler, her devre hitap ettiği için, bütün Müslümanlar onun muhatabıdır. O (sav), her devirde örnek alınmalıdır.
Resûlullah'a (sav) itaat edilmesi emri de sünnete i'tisâmı gerekli kılar. Bilindiği gibi, peygamberlere karşı yerine getirilmesi gereken vazifelerden ve onlara uyma şartlarından biri itaattir. "Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur." (Nisâ/4: 80) âyeti, peygambere itaatin neden gerekli olduğunu ve itaatin zorunluluğunu ortaya koyar. Âyetler, Resûlullah'a (sav) itaati, Allah'a itaat saymıştır.
Peygamber'e (sav) itaati, sadece "Kur'ân konusunda Peygamber'e itaat gerekir." şeklinde anlamak mümkün değildir. Zira bu şekilde anlamayı gerektirecek nassî bir delil bulunmamaktadır. Hz. Peygamber'e itaat mecburiyeti, O'na (sav) itaatin Allah'a itaat etme sayılmasındandır. Çünkü Hz. Peygamber, Kur'ân'ın ifadesiyle, sadece Allah'ın yolu sırât-ı müstakime götürmekte (Şûra/42: 52) ve yalnız Allah'tan kendisine vahyedilene uymaktadır (En'am/6: 50). Şayet Resûl'e itaatten sadece Allah'a itaat murad edilmiş olsaydı, "Allah'a ve Resûlüne itaati" emreden âyetler bulunmazdı. Ona itaat, Kur'ân'da bulunan hususlarda farzdır denilecek olursa bu, Resûl'e mahsus bir itaat sayılmaz. Allah ve Resûlü'ne itaat, ayrı ayrı zikredildiğine göre, Hz. Peygamber'e mahsus bir "itaat" alanı vardır ve O, (sav) Kur'ân'da yer almayan konularda hüküm veriyor demektir. "Allah Teâlâ, 'Peygamber'e itaat edin.' sözüyle 'Peygamber'le gönderdiğim âyetlere itaat edin, ama Peygamber'in bunun dışındaki açıklamalarına ve yorumlarına bakmayın' demeyi murat etseydi, bunu açıkça söylerdi. Aksine mutlak bir ifadeyle, hiçbir şeyle kayıtlamadan 'Resûlullah'a itaat edin.' buyuruyor. Öte yandan, 'Resûlullah'a itaat edin' buyruğunun anlamı, Allah Teâlâ'nın O'nunla gönderdiği âyetlere itaat edin demek olsaydı, o takdirde, âyetlerin başındaki 'Allah'a itaat edin' sözü gereksiz bir tekrardan ibaret olurdu. Allah Teâlâ'nın emrettiği bu itaat, sadece Resûlü'nün getirdiği âyetleri kapsamamakta, âyetlerle birlikte sünnetine, hattâ şahsına itaati de içine almaktadır."
İslâm âlimleri, konuyla ilgili âyetlerden hareketle Peygamber'e itaatin, O'nun sünnetine sarılmak ve getirmiş olduğu emir ve yasaklara boyun eğmek olduğunu söylemişler, "Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin." âyetlerinde Allah'a itaatin farzlarda, Resûl'e itaatin ise sünnetlerde itaat edin demek olduğunu belirtmişlerdir.
Hz. Peygamber'e ittibâı emreden âyetler de sünnete uymayı gerektirir. "Allah'a ve ümmî Peygamber olan Resûlü'ne -ki o, Allah'a ve O'nun sözlerine inanır- iman edin ve O'na ittiba edin ki, doğru yolu bulasınız." (A'râf/7: 158) âyetinde Peygamber'e ittiba, Peygamber'e imanın devamı ve gereği sayılmıştır. "De ki: Allah'ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Âl-i İmran/3: 31) âyetinde ise Allah'ı sevmenin ve O'nun tarafından sevilmenin şartı, Peygamber'e ittiba olarak gösterilmiştir. Sevgi konusunda ittibaın şart koşulması, diğer konularda Peygamber'e ittibaı, tabiî olarak gerekli kılar. Ayrıca Allah Teâlâ'nın, Resûlü'ne (sav) tâbi olmayı kullarına farz kılması, Resûlullah'ın (sav) sünnetinin Allah Teâlâ tarafından kabul edildiğini gösterir.
Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber'in (sav) hükmüne kayıtsız-şartsız kabul ve teslimiyet ile, zerre kadar şüphe duymadan, kalpten inanıp razı olmak gerektiğini emrederken de hiç şüphesiz sünnete bağlanmayı da (sünnete i'tisâmı) emretmiş olmaktadır: "Allah ve Resûlü bir meselede hüküm verdiği zaman inanmış bir erkek ve kadına, o meselede kendi isteklerine göre bir tercih hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzâb/33: 36) ve "Hayır, Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin edip verdiğin hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan kabul edip ona teslim olmadıkları sürece iman etmiş olmazlar." (Nisâ/4: 65) âyetlerinde sünnete i'tisâmın gereği açıkça vurgulanmaktadır. Zira bilinen bir gerçektir ki, Hz. Peygamber'in Kur'ân dışında verdiği birçok hüküm bulunmaktadır. "Allah ve Resûlü'ne inanıyorsanız, anlaşmazlığa düştüğünüz konuları, Allah'a ve Resûlü'ne arzediniz." (Nisâ/4: 59) âyeti de sünnete müracaat emrini tekid eder. İlk dönem İslâm âlimlerinden Meymûn İbn Mihrân, "Allah'a arz edin" kısmının Allah'ın Kitab'ına, "Resûlü'ne arz edin" kısmının ise, O (sav) hayatta iken kendisine, vefat ettikten sonra da "sünnetine arz edin" demek olduğunu söylemiştir.8
Resûlullah'ın (sav) çağrısına uyma gereğini bildirmek de sünnete i'tisâmı emretmek demektir. "Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah'a ve Resûlü'ne uyun." (Enfal/8: 24) âyetindeki "Peygamber'in çağrısı"nda bir sınırlama olmaması, O'nun her emir ve yasağına uyulması lâzım geldiğini gösterir. Hz. Peygamber'in çağrısı, tabiî ki sünneti de kapsamaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'de, Hz. Peygamber'e (sav) isyan etmek ve O'na uymamak yasaklanmıştır. Bu yasaklar, dolayısıyla Hz. Peygamber'e bağlanma gereğini ortaya koyar: "Kim Allah'a ve Resûlü'ne isyan eder ve O'nun koyduğu sınırları aşarsa Allah böylesini, devamlı kalacağı bir ateşe sokar." (Nisâ/4: 14). "O'nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar." (Nur/24: 63) ve "...Resûl'e karşı gelenler, Allah'a hiçbir zarar vere-mezler. Allah, onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır." (Muhammed/47: 32) âyetleri, konuyla ilgili âyetlerden birkaçıdır. Son âyette, Hz. Peygamber'e karşı gelmenin Allah'a karşı gelme sayıldığı açıkça görülmektedir. Buradan, "Sünnete i'tisâm etmemek, Kitab'a i'tisâm etmemektir." sonucunu çıkarmak da mümkündür.
Sünnetin kaynağının vahiy olduğuna delâlet eden "O, arzusuna göre konuşmaz." (Necm/53: 3) âyetinin sünneti de ihtiva ettiği, âlimlerce de kabul görmüş bir hakikattir.9 Bu âyet, sünnete i'tisâmın önemli bir delilidir.
Hz. Peygamber'in (sav) Kur'ân'ı açıklama görevi, O'nun Kur'ân dışındaki söz ve uygulamalarına da i'tisâmı gerektirir. "Kur'ân dışında, Hz. Peygamber'e vahiy veya ilham ile bilgi gelmesini inkâr etmeye imkân görünmemektedir. Kur'ân'ın açıklaması O'na verildiğine göre, bu açıklama herhalde Kur'ân'dan ayrı birşey olmalıdır."10 Ayrıca beyân yetkisi, açıklama şekillerinin tamamını kapsar. "İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'ân'ı indirdik" (Nahl/16: 44) âyeti, Peygamber'in (sav) açıklamalarının, Kur'ân kaynaklı olduğunu gösterir.
Hz. Peygamber'in (sav) teşri' yetkisi de, sünnete bağlılığı gerektirir. "O ümmî Peygamber'e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder. Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar" (A'râf/7: 157) ve "Allah'ın ve Resûlünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle cizye verecekleri vakte kadar savaşın." (Tevbe/9: 29) âyetleri, Hz. Peygamber'in bu yetki ve görevini ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber'in (sav) tebliğ görevi de sünnete i'tisâmı gerektirir. Sünnet, Resûlullah'ın (sav) Rabbi'nden aldığı risâleti tebliğden ibarettir. Allah O'na, bu risâleti tebliğ etmesini emrederek şöyle buyurmuştur: "Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'na elçilik vazifesini yerine getirmemiş olursun" (Mâide/5: 67). Hz. Peygamber (sav), dini tebliğ ederken sadece Kur'ân'ı duyurmakla kalmamış, Kur'ân'ın yanında sünneti de bildirmiş, Kur'ân ve sünneti içiçe yaşamış ve ashâbına bu şekilde öğretmiştir.
Bütün bu âyetlerden ve yorumlardan anlaşılacağı gibi "Sünnete bağlılık (i'tisâm bi's-sünne)", herşeyden önce Kur'ân-ı Kerîm'in müekked emridir. Kur'ân, sünnete uymayı herhangi bir ayırım yapmadan bir bütün olarak tavsiye eder. Hz. Peygamber'e iman edilmesi emri ve O'a inanmanın imanın şartları içinde yer alması, O'nsuz (sav) imanın tamamlanmaması, sahîh olmaması, Resûlullah'ın (sav) konumunu belirler ve O'na uymayı gerekli kılar. Sünnete i'tisâmı emreden Kur'ân, Hz. Peygamber'i mutlak olarak Müslümanlara örnek göstermiştir. Çünkü İslâm, insan hayatının bütün kısım ve yönlerini birlikte değerlendirir. Hz. Peygamber'in üstlenmiş olduğu misyon, tabiî olarak O'nun bir sünnetinin bulunmasını gerekli kılar. Peygamber'in (sav) teşri' yetkisi vardır. Ayrıca sünnetinin vahye dayanması veya vahyin onayından geçmiş olması, Sünnetin kaynağının vahiy olduğunun göstergesidir. Kur'ân'ın, O'na karşı gelmeyi ve emrine uymamayı yasaklaması da sünnetin asıl kaynağını gösterdiği gibi, O'nun (sav) yolu olan sünnete itaati de farz kılar.
Bütün bu âyetler, Resûlullah'ın (sav) değerini göstermesi yanında sünnetinin de değerini gösterir. Allah Teâlâ, Kur'ân'a uymayı nasıl farz kılmış ise, Peygamberinin (sav) sünnetine de uymayı emretmiştir.

Sünnetin, sünnete sarılmayı emretmesi
Hidayet rehberi ve tek örnek olarak gönderilmiş olan Hz. Peygamber'in (sav), Allah'ın yoluna çağırıcı niteliğiyle kendisine uyulmasını istemesi pek tabiîdir. Kur'ân'ın sünnete ittibaı emretmesinden sonra, sünnetin de aynı emri tekrarlaması, onun Kur'ân'dan aldığı gücü ifade ve te'yid etmektedir.
Hz. Peygamber (sav), Sünnete sarılmayı, Vedâ Hutbesi'nde ümmetine vasiyeti olarak açıkça ilân etmiştir. "Size, kendilerine sarıldığınız takdirde ebediyen sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Allah'ın Kitab'ı ve Nebî'sinin sünneti. Bunlar (Kitap ve Sünnet), havzda (Kevser Havzı'nda) bana ulaşıncaya kadar ayrılmayacaklardır." Hz. Peygamber (sav), bu vasiyet ve tavsiyesi ile Kur'ân yanında sünnete sarılmayı da teşvik etmiş ve ona uyulmasını istemiştir. Teşri' yetkisini hatırlattığı hadîste, i'tisâmın gereğini, sünnetin gücüyle ve konumuyla te'yid etmiştir. Hz. Peygamber (sav) yine vasiyet niteliğinde kendisinden sonra sünnetine i'tisâmı tavsiye etmiştir. O (sav), "Ben sizi, gecesi gündüzü gibi apaydınlık olan bir din üzerinde bıraktım. Benden sonra ancak helâk olanlar, o dinden sapanlar olur. Sizden kim yaşarsa birçok ihtilâfa şahit olacaktır. Onun için bilip tanıdığınız sünnetime ve hidayete erdirilmiş olan râşid halifelerin sünnetlerine yapışınız. Bunlara sımsıkı sarılınız." buyurmuştur.
Ümmetin fırkalara ayrıldığı zamanlarda "kendisinin ve ashâbının yoluna uyanlar"ın kurtulan grup olacağını belirten Hz. Peygamber (sav) her devirde ve her durumda olduğu gibi -özellikle zor zamanlarda- sünnnete i'tisâmın kurtarıcı niteliğine dikkat çekmiş olmaktadır.
Resûlullah'a (sav) iktida da sünnete i'tisâmı gerekli kılar. "Bana iktida eden bendendir." hadîsinde Hz. Peygamber (sav), açıkça kendisine uyulmasını emretmektedir.
"Size bir şeyi yasaklarsam ondan derhal uzaklaşın. Bir şeyi emredersem, gücünüz yettiği kadar onu yerine getirin." hadîsi de, her konuda sünnete i'tisâm gereğini ifade etmektedir. Görüldüğü üzere, Hz. Peygamber (sav), genel bir ifade kullanmıştır. Buna göre O (sav), her konuda uyulması gereken bir kimsedir. Zaten, bilhassa evrensel bir misyonla gelen bir peygamberin tek bir alanda örnek ve ölçü olması, bir alana sıkışıp kalması mümkün değildir.
Hz. Peygamber (sav), "Sözlerin en güzeli Allah'ın Kelâmı, yolların en doğrusu, en güzeli ise Muhammed'in yoludur." buyurarak, sünnetten daha doğru ve üstün yol olmadığını belirtmek sûretiyle ona i'tisâmı teşvik etmiştir.
"Kim sünnetimi ihyâ ederse beni seviyor demektir. Kim beni severse, Cennet'te benimle beraberdir." hadîsinde ise Peygamber Efendimiz (sav), hem sünneti yaşatma emri vermiş, hem de sünnetine sarılmayı kendisiyle ilişkilendirmiştir. "Kim benim fıtratımı (yaratılıştan sahip olduğum özellikleri) severse, sünnetimi yol edinsin." hadîsi de aynı doğrultudadır. O (sav), kendisine duyulan sevginin de imanla ilgisi olduğunu belirtmiştir. "Allah'a andolsun ki, hiç biriniz beni babasından ve evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe (gerçek mânâda) iman etmiş olamaz." hadîsi bunu açıkça ortaya koyar.
Sünnetin kaynağının vahiy olduğuna işaret eden hadîsler de, sünnete i'tisâmı teşvik eder. Hz. Peygamber'in (sav) "Dikkat edin! Bana Kitap ve onun misli verildi. Dikkat edin! Bana Kur'ân ve onun misli verildi." hadîsi sünnetin önemine ve konumuna, kaynak göstererek dikkat çekmektedir.
Hz. Peygamber'in (sav) teşrî' yetkisinin olduğunu belirtmesi, konuya ait önemli delillerdendir. O, ileride sünneti inkâr edenlerin çıkacağını belirttikten sonra "Dikkat edin! Allah'ın Resûlü'nün haram kıldığı, Allah'ın haram kıldığı gibidir." buyurmuştur.
Hz. Peygamber (sav), Kur'ân ile sünnetin birbirinden ayrılmayacağını belirtmiştir. Bununla beraber, O (sav), Kur'ân dışında da vahiy aldığını, buna rağmen teşrî' yetkisini kabul etmeyip sünneti inkâr edenler olacağını, sünnete karşı çıkacak grupların türeyeceğini, hadîsleri önemsemeyen, her meseleyi Kur'ân'da aramak gibi bir temâyül gösterecek bozuk zihniyetlerin belireceğini haber vererek ümmetini ikaz eder ve böyle kimseleri, şu sözleriyle uyarır: "Benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde sakın sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış biri olarak 'biz, onu bunu bilmeyiz. Allah'ın Kitabı'nda ne bulursak ona uyarız, o kadar" derken bulmayayım." Hz. Peygamber (sav), böylece sünnetin, dinin iki kaynağından biri olduğunu inkâr edenleri teşhir etmiş, sünnet inkârı ve sünnetsiz İslâm arayışlarının olacağını haber vererek ümmetini uyarmış, İslâm Dini'nde sadece Kur'ân'la yetinmeyi tasvip etmemiştir. Hz. Peygamber'in (sav) bu kimseleri kınaması, bu iddiada bulunanların Kur'ân'a sarılmakta da samimi olmadıklarını gösterir. Konunun önemi, hadîsin başka rivâyetlerine de yer vermeyi gerekli kılmaktadır.
"Sizden biriniz koltuğuna yaslanarak, Allah'ın şu Kur'ân'da haram kıldıklarından başka şeyleri haram kılmadığını mı zannediyor. Dikkat edin! Vallahi ben öğüt verdim, emrettim ve yasakladım. Bunlar (emirler ve yasaklar), Kur'ân'dakiler kadardır, hatta sayıca ondan da fazladır."
Konuyla ilgili başka bir rivâyet ise şöyledir: "Sizden (ümmetimden) birinin (koltuğuna, dirseğine) dayanmış olarak beni yalanlaması umulur mu? Benden bir hadîs rivâyet edilir de 'Resûlullah (sav) bunu söylememiştir' der." Buna göre Hz. Peygamber (sav), hadîs inkârının kendisini yalanlamak sayıldığını belirtir. Başka bir rivâyette ise inkârcıları şöyle anlatır: "Benden bir hadîs rivâyet edildiğinde 'Resûlullah (sav) bunu söylemedi. Bunu bize garanti edecek kim var?' der." Bu ifâde, hadîs rivâyetlerinin incelenmesiyle ilgili olmayıp, esasen sünnet inkârcılarının tavırlarını, onların kendilerinden başka kimseye güvenmediklerini teşhir etmektedir. Hz. Peygamber (sav), sünnet inkârcısına hadîs ulaştığında, o koltuğuna gerine gerine oturmuş olduğu hâlde, hadîsi zikreden kişiye "Bizimle sizin aranızda Allah'ın Kitab'ı vardır! Bu Kitab'da neyi helâl bulursak onu helâl kabul eder ve neyi haram bulursak onu haram kılarız." diyeceğini haber verdikten sonra, "Oysa Allah'ın Peygamberi'nin (sav) haram kıldığı şey, Allah tarafından haram kılınan şey gibidir." buyurarak meselenin önemine ve sünnetin kaynağına dikkat çeker. Resûlullah (sav), yine bir başka sözlerinde, sünnet inkârcılarının, "Bu Allah'ın Kitab'ı, onda bulunan helâli helâl sayarız, onda bulunan haramı haram sayarız." diyeceklerine dikkat çeker ve, "Dikkat edin, kime bir sözüm ulaşır ve o kimse sözümü yalanlarsa Allah'ı, Resûl'ün kendisini, Resûlullah'ın (sav) sözünü de yalanlamış olur." buyurur. İnkârcı bu sözlerle, Allah'ın Peygamber'ine (sav) verdiği yetkiyi inkâr etmekte, dinde Peygamber'in (sav) kendi kendine hareket ettiğini ve O'nun sözlerine güvenilemeyeceğini belirtmiş olmaktadır. Sünnet inkârcıları, hadîste bulunanlarla Kur'ân'da bulunanları sanki tıpatıp aynıymış gibi düşünerek Hz. Peygamber'in (sav) emri veya nehyi kendilerine ulaştığında, "Allah'ın Kitab'ı yanımızda, bu onda yok." derler." İslâm âlimlerinden Şâtıbî, konuyla ilgili olarak "Sünnet, Kitab'ı tefsîr eder. Kim sünneti bilmeden Kur'ân'ı alırsa, sünnette sürçtüğü gibi Kur'ân'da da sürçer." diyerek, İslâmiyet'ten önceki milletlerin bundan dolayı dalâlete uğradığını belirtir. Begavî de, yukarıdaki hadîslerle ilgili olarak "Bu hadîsler, hadîsin Kitab'a arzına ihtiyaç olmadığına delildir. Sünnetin, kendi başına hüccet olduğu sabit olmuştur. 'Bana Kitap ve benzeri verildi.' hadîsi de bunu gösterir." mütalâasında bulunur. Hadîste geçen koltuk (el-erîke) ifâdesi ile Hz. Peygamber'in (sav), din ve âhiret konusunda endişesiz, rahat düşkünü, ilimle meşgul bulunmayan ve refah içinde olanları murad ettiği belirtilmiştir. Bu kimseler, rahat ve rehavet içinde bilmedikleri konularda konuşan kimselerdir.
Hz. Peygamber (sav), kendisine itaati emreden (Nisâ/4: 13, 80) ve isyanı yasaklayan (Nisâ/4: 14) âyetleri tekrar ve te'yid mâhiyetinde kendisine itaati emretmiş ve isyanı yasaklamış; "Kim bana itaat etmişse, Allah'a itaat etmiştir; kim bana isyan ederse Allah'a isyan etmiştir." buyurmuştur. Aynı şekilde, "Ümmetimin hepsi Cennet'e girecektir; ancak imtina edenler giremeyecektir." hadîsinde Resûlullah (sav), imtina edenlerin kimler olduğunu, "Kim bana itaat ederse Cennet'e girecektir, kim bana isyan ederse, o imtina etmiştir." buyurarak açıklamışlardır. Bu hadîs, Resûlullah'ın (sav) sünnetinden imtina etmenin, O'na (sav) isyan35 sayıldığı anlamına gelir.
İbn Hibbân, Resûlullah'ın (sav) sünnetine itaati; "uydurma gerekçelerle sünnetin def'i için yol arayanların söylediklerine aldırmaksızın, Allah'ın dini konusunda ileri-geri görüş belirtenlerin görüşlerini bir tarafa iterek, kemmiyet ve keyfiyetine bakmadan sünnete boyun eğmekten ibarettir" diye tanımlar.
Resûlullah'ın, "Burada bulunanlar bulunmayanlara duyursun." ve "Allah, sözümü duyup ezberleyen, sonra da onu duymamış olana nakleden kimsenin yüzünü ağartsın!" hadîsleri gibi, sünnetinin tebliğ edilmesine ve yayılmasına teşvikine dair emirleri de sünnete i'tisâmı âmirdir. Bu arada Resûlullah'ın (sav) kendi sözünün diğer sözlerden farklılığına işaret etmesi de sünnetin ve sünneti tebliğin önemini göstermektedir. Hz. Peygamber'in (sav), meselâ Veda Hutbesi'nde, tabiî ki hepsi Kur'ân'da en azından açık olarak bulunmayan bazı hususları da anlattıktan sonra, "Dikkat edin, tebliğ ettim mi?" diye sorması ve farz ibadetler dışındaki ibadetleri de duyurma emrini vermesi, yine sünnete bağlanmak gereğini ortaya koymaktadır.
Resûlullah (sav), kendi getirdikleri dışında başka dinlere ait bilgilerle ilgilenilmesine ya da kendi yerine bir başka peygamberin konulmasına kesinlikle müsaade etmemiştir. O'nun bu tavrı, i'tisâmın gereğini ortaya koyan güçlü delillerdendir. Meselâ O (sav), "Yemin olsun ki ben size kusursuz bir din getirdim, Ehl-i Kitaba bir şey sormayın; kendileri sapmışken sizi hidayete erdiremezler, onlara sorarsanız ya bir bâtılı tasdîk eder ya da bir hakkı yalanlarsınız. Musa hayatta olsaydı, bana tâbi olmaktan başkası ona helâl olmazdı. Musa aranızda olsa, beni bırakıp ona tâbi olsanız dalâlete düşersiniz. Siz ümmetlerden benim payıma düşensiniz, ben de nebîlerden sizin payınızım." buyurmuştur. "Kendilerine okunan bu Kitabı sana indirmemiz onlara kâfi gelmedi mi?" (Ankebût/29: 51) âyeti de, bu hadîste ifade edilen gerçeğe parmak basmaktadır.
Netice olarak Peygamber Efendimiz'in (sav), kendi sünneti ile ilgili bu hadîsler, sünnet olmadan İslâm Dini'ni yaşamanın mümkün olmadığının ifadesidir. Dinimizin iki kaynağı vardır. Kur'ân-ı Kerim ve Peygamberimizin (sav) sünneti. Sadece Kur'ân ile dinin gereklerini yerine getirmek mümkün değildir. Kur'ân'ın hayata geçirilişi, yaşanışı Hz. Peygamber tarafından gösterilmiştir. Resûlullah'ın (sav), bir Müslüman olarak nasıl yaşadığını gözardı ederek Müslümanca yaşamak mümkün değildir. Peygamber (sav), dini yaşarken şüphesiz bu hayat tarzını kendi kendine uydurmamıştır. Zaten bir peygamberin, Allah Teâlâ'nın tasdikinden geçmeden din adına bir söz söylemesi, bir icraatta bulunması imkânsızdır.

Kuran'la, Peygamber'in Hadisi Varken Neden İctihada İhtiyaç Duyuldu?
Cenab-ı Allah; büyüklük ve cemalini göstermek ve dünyayı imar etmek için insanı halife olarak yarattı. Hilafet görevini gereği gibi yapabilmesi için, onu arzu ve istekleriyle baş başa bırakmadı. İnanç, ibadet, alış-veriş ve hayatın her dalında fert ve toplumun menfaatine yönelik olarak hükmünü beyan edip, indirdiği sahife ve kitaplarıyla yolunu aydınlattı, en son olarak da en mükemmel ve kıyamete kadar hüküm sürecek Kur'an-ı Kerim'i insanlığa ihtaf etti. Ancak dünya hadisleri sonsuz olmakla beraber Kur'an-ı Kerim'in kelimeleri mahduttur. Açıkca her hadisenin hükmünü beyan etmez. Bunun için ortaya çıkan Bir hadisenin hükmünü anlamak için önce Kur'an-ı Kerim'e, sonra Peygamber (sav)'in hadisine baş vurulur. Bunlardan birisine kesin olarak hükmü beyan edilmiş ise mes'ele tamamdır, hiç bir kanaat yürütülmez. Hadisenin hükmü Kur'an ve Sünnet'te açıkca belirtilmemişse ictihada gidilir. Yani, Kur'an ve Sünnet'in ışığı altında hükmünü ortaya çıkarmak için cehd ve gayret gösterilir. İctihad yüce dinimizin en büyük meziyetlerinden biridir. İctihad sebebiyle hayat sahnesinde ortaya çıkan bütün hadislerin hükmü beyan edilebilir. Dinimizin, her asrın bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir kabiliyete sahip olmasının sebeplerinden biri de budur.


Aynur URALER
Dr., M.Ü. İlahiyat Fakültesi, Hadis Anabilim Dalı
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen ThinkerBeLL; 6 Temmuz 2011 13:48