Alıntı
Öyle bir şehir ki, içine girdiğiniz anda sizi bambaşka dünyalara sürüklüyor. Bu şehirde masal var, macera, ölüm ve hayaletler var ve en önemlisi bu şehirde tarif edilemeyen esrarengiz bir yaşam var. Dünyaca ünlü dedektif ‘Sherlock Holmes’ ve sihirli ‘Harry Potter’ın yazarları Sir Arthur Conan Doyle ve J. K. Rowling burada oturur. İnanılmaz cinayetleriyle ünlenmiş seri katiller ‘Burke ve Hare’ de bu şehrin ürünleri... Ve inanmasanız da, içinizde ürpermelere yol açan binlerce hayat hikayesinin tümünün bu şehirde geçmesi de tesadüf olması gerek.
15. yüzyılda İskoçya’nın başkenti olan bu tarihi şehir, taşlarla döşeli caddeleri, cephelerinden tarih akan, gri ve devasa yapışık binaları, bu kadar gizem yetmiyormuş gibi bir de gizeme gizem katan muhteşem şato ve kaleleri ile rahatlıkla tırmanılabilen volkanik tepelerinden sunduğu siyah-beyaz pastoral görüntüsüyle benzersiz.
Orijinal adı ‘Dunedin’, eski zamanlarda mimari ve entelektüel yapısının benzerliği nedeniyle ‘İskoçya’nın Atina’sı’ ya da ‘Kuzey’in Atina’sı’ olarak anılan şehir, yerlilerininin diliyle ‘Auyd Reekie’ ya da ‘Old Smoky’ yani ‘Dumanlı fiehir’ adını sonuna kadar hakediyor. fiehrin bu ismi odun ve kömür yakılan binaların bacalarından kara dumanın eksik olmadığı ve zamanla binaları da siyaha boyamasından dolayı aldığı söyleniyor.
Yürüdüğünüzde açıkça görüldüğü üzere şehir Old Town ve New Town olarak ikiye ayrılıyor. Her iki bölge 1995 yılında bu yana Unesco Dünya Mirasları koruması altında. Neo-Klasik mimarisiyle New Town muhteşem görünse de Edinburgh’u yapan Old Town elbette. Old Town’ın da en onemli caddesi yani kalbi Royal Mile. Bir ucunda bir zamanlar kralların yaşadığı Edinburgh Castle diğer ucunda Kraliçe’nin ikametgahı Holyrood House var. Ve bu iki nokta arasında da sayısız görkemli kilise ve müze, eski şatolardan bozma mağaza ve İskoç adıyla tescilli viski içilebilecek pub’lar yer alıyor. Pek çok mekanın yer aldığı bir cadde Royal Mile. Ünlü Robinson Crusoe romanının yazarı İngiliz Daniel Defoe’nin deyişiyle; “Belki de sadece Britanya’nın değil, dünyanın en uzun, en geniş ve en güzel caddesidir” diye tarif ettiği Royal Mile büyüleyici. Cadde’de yer alan yapılar çok eski olmalarına karşın olağandışı bir şekilde yüksekler. Kimi 12 kata katar yükselen bu yapılara şehrin aşağısında kalan ünlü Princess Strret’ten bakıldığında olduklarından da büyük görünürler. Binalar yüksek ama yüksekliğin bir nedeni var, 18. yüzyılda New Town yapılana kadar kendilerini savaşta koruyabilmek amacıyla oluşturdukları bu düzenek bir tür kale görevini üstlenmiş. Nüfus arttıkça binaların yüksekliği de artmış ve her kesimden insan içiçe yaşamaya başlamış. Bugünün aksine zenginler tırmanmanın zorluğu nedeniyle hep alt katları tercih edermiş.
18. yüzyılda artan nüfus Old Town’a sığmayınca New Town’ın inşa edilme süreci başlamış. Old Town’daki daracık sokaklar ve bitişik nizam evler yerlerini burada geniş ve planlanmış caddelere ve Edinburgh taşından yapılmış mimari harikası Georgiean evlere bırakmış. Bu tür evlerin yoğunlukla yer aldığı Charlotte Square görülmeye değer.
Yine 18. yüzyılda eskiyi yeniye bağlamak için North Bridge ve South Bridge’in yapımına başlanmış. Özellikle South Bridge iki şehri birbirine bağlamasının yanısıra bir ticari merkez görevini de üstlenmiş. 19 kemerli, viyadük şeklinde yapılan köprünün altına 120 gizli oda daha doğru bir deyimle mahzenler yapılmış. Bir süre bu mahzenleri adına yaraşır bir şekilde kullanan şirketler su taşmaları karşısında çaresiz kalınca bu mekanlar boş kalmış. Tamamen karanlık, suyu olmayan mekanları keşfeden evsiz barksızlar nedeniyle mahzenler en az onar kişinin yaşadığı gecekondulara dönüşmüş. Ve mahzenler kirli işlere sahne olmaya başlamış. Seri katil olarak ünlenen Burke ve Hare de söylentilere göre cinayetlerini bu karanlık noktalarda işlemişler. Önce mezarlardanr ceset çalarak tıp fakültesine sattıkları kadavra işini büyüterek cinayete dönüşlerine de bu mahzenler neden olmuş. Cinayet işini bir sene boyunca sürdürdükten sonra yakalanıp, yargılanıp suçlu bulunup, bir meydanda idam edilmelerinin ardından efsaneleri büyümüş. Sonrasında mahzenler unutulmuş. Ta ki 1988 yılında yeniden keşfedilene kadar. Ve o gün bugündür onları görmeden geçen turist kalmamış ortalıkta. fiimdilerde özel turlar eşliğinde ellerinde fener ya da mumlar olduğu halde hayaletleri dinlemek ve hatta onları avlamak isteyen ziyaretçilerle dolup taşıyor mahzenler. Mahzenlerin ünlü kiracılarına gelince, ‘Mr. Boots’ adıyla maruf huysuz hayaleti görmeye gelenler onun küfürlü çığlıklarına ve arada dirsek atmalarına maruz kalırken ‘Young Jack’ adındaki genç hayalet odadan odaya koşup, gülüp kıkırdıyormuş. Yoğun ve yıllar boyu süren bilimsel araştırmaların ardından gerçek ortaya çıkmış; köprü üzerindeki yüklü trafiğin yaratttığı vibrasyon kinetik enerjiye dönüşüyormuş. Ama pek çok turistin fotoğrafladığı beyaz lekeler ve duyulan sesler insanın kafasını karıştırmaya yetiyor. Hayaletli ya da hayaletsiz bu mahzenlerde bir zamanlar yaşananları düşünmek bile insanın tüylerini ürpertmeye yetiyor.
Bunca gizemine karşın aynı zamanda bir ‘Festivaller Kenti.’ Yıl boyunca filmden müziğe, bilimden görsel sanatların bütün dallarına ve aklınıza gelip, gelmeyecek her konuda festivalin yapıldığı bu şehir her dem canlı. Festival deyip geçmeyin, ‘dünyanın en’leri ile başlayan festivaller bunlar. 1947 yılında II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle başlayan ve yıllar boyunca hızla büyüyüp dünyanın en büyük ve en önemli sanat festivaline dönüşen Uluslararası Edinburgh Festivali ile aynı zamanda başlayan Fringe Festivali şehirle bütünleşmişler. Festivaller sırasında 500 bin olan şehir nüfusu iki katına çıkar. Yılbaşında dünyanın en büyük sokak partisinde olmak, yeni yıla sokaklarında çılgın müzik eşliğinde girmek istiyorsanız rezervasyonunuzu önceden yaptırmayı unutmayınız! Her yıl 31 Aralık gecesi ‘Hogmanay’ yani ‘Edinburgh’un yeni yıl gecesi’ kışın dondurucu soğuğuna rağmen dünyanın her yanından gelen 100 bini aşkın kişinin katıldığı dev partinin yaplıdğı Princess Street Gardens’ı ve tüm şehri doldurmasıyla şehir dev bir dans pistine dönüşür.