IRAK'IN GENEL COĞRAFYASI
Bir Ortadoğu ülkesi olan bugünkü Irak Cumhuriyeti'nin Arapça resmi adı El-Cumhuriyetü'l-Irakıyye'dir. 1926 yılında resmi olarak tarih sahnesine çıkan bugünkü Irak kuzeyden Türkiye, doğudan İran, batıdan Suriye ve Ürdün, güneyden Suudi Arabistan, Kuveyt, Tarafsız Bölge ve Basra Körfezi ile çevrilidir. Kuzeyden ve güneyden ülke topraklarının en uç noktaları 37° 22' 50" ile 29° 05' 20" kuzey enlemleri arasında bulunur. Kuzeyden güneye ülke topraklarının en uç noktaları arasında uzaklık 8° 17' 30" dir ki, bu da aşağı yukarı 925 km. eder. Ülke topraklarının doğuda ve batıda yer alan en uç noktaları ise 48° 45' ile 38° 45' doğu boylamındadır. Ülkenin doğuda ve batıda bulunan topraklarının en uç noktaları arasındaki uzaklık 10° dir ki bu da yaklaşık olarak 950 km. tutar. Böylece ülkenin kuzeyden güneye olan uzunluğunun doğudan batıya olan uzunluğuna, aşağı yukarı yakın olduğu ortaya çıkmaktadır.
Ülkenin harita üzerindeki şekli düzgün değildir. Irak'ın yüzölçümü 438.317 km2 dir. Irak aslında bir kara ülkesi sayılır. Deniz ile olan bağlantısı Basra Körfezi iledir.Denize olan kıyı sınırı 60 km. ye yaklaşan Irak'ın kara sınırı 3500 km. civarındadır.
NÜFUS
Irak'ın Sami kökenli eski halklarının, geçmiş yüzyıllarda birbirini izleyen göç dalgaları sonucunda, ülkeye giren yeni halklar arasında eridikleri kabul edilmektedir. Sonradan Araplaşmış toplulukları da içine alan Araplar ülke nüfusunun beşte üçünü oluştururlar. Arapların büyük bölümü ülkenin orta ve güney bölgelerinde yaşarlar. Ekonomik ve siyasi gücün Arapların elinde olması da, ırkçı ve aşırı bir Arap şövenizmi güden siyasî iktidarın baskıları ve uygulamaları sonucunda sağlanmıştır.En büyük azınlık olan Kürtler, kuzey ve kuzeydoğudaki dağlık bölgede yaşarlar. Tahmini olarak ülke nüfusunun yüzde yirmisini oluştururlar. Irak'ın kuruluşundan beri merkezi yönetim ile çatışma içine giren Kürtlerin kırsal hayat yaşadıkları ve çoğunlukla hayvancılıkla geçindikleri söylenebilir. Irak'a önceleri yoğun olarak ve genelde 9-11. yüzyıllarda topluca yerleşerek bölgeyi yurt edinen Türkler, günümüzde Irak'ın orta, kuzey ve kuzeybatı bölgelerinde yaşarlar. İleride de göreceğimiz gibi, Osmanlı dönemine kadar sürekli Türk göçleri ile beslenen Irak Türkleri, Kürtlerden sonra ikinci büyük azınlık olarak nüfusun yüzde onikisini teşkil ederler.
Göç dalgaları ile, geçmişte Irak'ın doğu kesimine yerleşen İran kökenli etnik nüfus, Irak yönetimi tarafından uygulanan sınır dışı etme politikası sonucu, hemen hemen yok olmuştur. Öteki etnik gruplar arasında ilgi çeken bir azınlık topluluk da nüfusları tahminen yüzde dört civarında olan Süryanîlerdir. Ayrıca Musul'un batısında ve kuzeyinde yaşayan Yezidiler, Bağdat'ta oturan Mandayyalar ve İran sınırında yaşayın Lurlar gibi azınlıkların da ülke nüfusu içindeki oranları yüzde dört kadar kabul edilmektedir. Bu hususta hemen şunu da ifade edelim ki, Irak'ta yaşayan vatandaşların, konuştukları dilleri ve etnik kökenleri esas alan sağlıklı bir nüfus sayımı yapılmamıştır. Özellikle tarafsız gözlemciler denetiminde nüfus sayımlarının yapılmaması, bu hususta verilen istatistiki veriler, yapılan çalışmalar ve nüfus üzerine verilen rakamlar, daha çok ülkenin yıllık nüfus artış hızını baz alarak yapılan tahminler ile ortaya çıkmaktadır.
Resmi dilin Arapça olduğu Irak'ta Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Kürtçe konuşulur.Türklerin yaşadığı Musul çevresi, Erbil, Kerkük, Diyala iline bağlı Hanekin, Karatepe, Mendeli gibi kasabalar ve hatta Bağdat'ın içinde olan bir kaç mahallede yaşayan 300.000'e yakın Türk topluluğu Türkçe konuşur. Günümüze kadar kendi kültürlerini, gelenek ve göreneklerini koruyan Türkler, yazılı edebiyat bakımından da Türk dünyasının ayrılmaz bir parçası sayılırlar. Bölge, ağızlarda yaşıyan Türk halk edebiyatı ürünleri bakımından da, Türk dünyası içinde günümüze kadar özelliğini kaybetmeyen zengin yörelerden biri durumundadır.
IRAK'TA İLK TÜRKLER
Bugünkü bilgilerimize göre, Türklerin Irak'a ilk girişleri Hicri 54 (Miladi 674) tarihlerine kadar uzanmaktadır. Emevî Halifesi Muaviye tarafından Horasan'a gönderilen Ubeydullah bin Ziyad 20.000 kişilik ordusu ile Ceyhun Nehri'ni geçerek, Buhara'ya yönelir. Beykenti de geçen komutan Ubeydullah'ın Buhara'ya yaptığı saldırılar karşısında, Buhara prensesi Hatun1 emrindeki Türk kuvvetleri ile şiddetli çarpışmalardan sonra sulh yapmak zorunda kalır. Böylece Ubeydullah sulhtan sonra, yanına aldığı Türk askerlerini Irak'a götürerek, Basra'ya yerleştirir. Tarihi kaynaklar, Basra'ya yerleştirilen Türk askerlerinin 2000 kişi kadar olduklarını ve bunların ok atmakta pek mahir bulunduklarını, bu semte de Buhariyye denildiğini kaydeder. Bu Türk okçularından, Yemame'de asî Arap bedevîlerinin bastırılmasında yararlanıldığı biliniyor. Basra'da Ubeydullah bin Ziyad'ın gözde adamlarından biri olan Reşidü't-Türkî2 adındaki mevlasının da, Basra'ya yerleştirilen Türkler arasından yükseldiği şüphesizdir.
Horasan ve Mâverâünnehir'de fetihlere girişen İslam ordularına katılan Türk beyleri (prensleri, soyluları veya asilzâdeleri), daha Emevîler döneminde orduda önemli görevler almaya başlamışlardı. Türklerin üstün savaş yetenekleri ve ok atmaktaki maharetleri, İslam kumandanlarının dikkatini çekmiş ve onları ordularına almalarına yol açmıştır. Böylece Türkler, henüz okçuluk sanatını bilmeyen Arap askerlerine bu hususta eğitim yaptırıyorlardı.
Hicrî 132 (Milâdî 749) yılında Yezid bin Ömer bin Hübeyra, bir kaç ay kuşatmadan sonra, Ebu Cafer el-Mansur'a Vasıt şehrinde teslim olduğu zaman, yanında 2300 Buharalı Türk askeri bulunuyordu. Horasan Valisi Abdullah bin Tahir, halifenin emri üzerine Türkistan'ın çeşitli şehirlerinde her yıl Irak'a 2000 Türk savaşçısı gönderiyordu. Hicrî 138 (Milâdî 755) yılında ise, Horasan valiliğinde bulunan Fazl bin Yahya el-Bermekî, Abbasî ordusunda hizmete alınmak üzere 20.000 Türk savaşçısını Irak'a gönderdi.
Türklerin Irak'a gelişlerinin, Abbasî döneminde ve özellikle Halife Me'mun ve halefi Halife Mu'tasım'ın iktidarları sırasında meydana gelen bir takım siyasî gelişmelerden dolayı daha da sıklaştığını görüyoruz. Halife Me'mun'un tahta oturmasında büyük rol oynayan Türkler, Bağdat'a yerleştirilmişlerdi. Abbasîlere cephe alan Şii Araplara karşı hilafet makamını savunmak için, Türklere dayanmaktan başka bir çare bulamayan Me'mun, Türkistan'dan Türk askerinden oluşan yeni kuvvetleri hilafet merkezi olan Bağdat'a getirtiyordu.
Halife Mu'tasım zamanında Türklerin Abbasî ordusuna alınmaları işlemine daha fazla önem verildi. Böylece Suğd, Fergana, Esruşene ve Taşkent bölgelerinden gelen deneyimli Türk subayları, halifenin Hassa ordusuna alınıyordu. Hicrî 211 (Milâdî 836) yılında Mu'tasım'ın emriyle Türk kumandanı Aşnas tarafından Türk hassa askeri için Samerra şehri kuruldu. 70 bin mevcutlu olan Samerra, böylece yarım yüzyıl (836-884) kadar hilafet merkezi olmuştur. Mu'tasım'dan sonra Türklerin sayıları ve nüfuzları arttığı gibi, bu durum, Türkistan'ın da hızla Müslümanlaşmasında büyük rol oynamıştır.
Hilafet ordusunda, özellikle Mu'tasım, Vasık ve Mütevekkil'in halifelik dönemlerinde (840-860) Türk kumandanlarının nüfuzu gittikçe artmıştır. Bu dönemin Türk komutanları arasında adları geçen Afşın, Aşnas, Büyük Boğa, Küçük Boğa, Vasıf ve Hakan, devlet yönetimini ellerine almışlardır. Bu komutanlardan Büyük Boğa Mu'tasım'dan başka beş halifenin hizmetinde bulunmuş, devletin iç güvenliğini sarsan kargaşaların bastırılmasında ve Bizans'a karşı yapılan akınlarda başarılı komutan olarak büyük yararlıklar göstermiştir. Bunun gibi Afşın da bazı isyanların bastırılmasında ve Bizanslıların Ankara yakınlarındaki yenilgisinde önemli rol oynamıştır. Abbasîler arasında Türklerin durumu bir çok Arap şair ve tarihçisinin dikkatini çekmiştir. Türklerin özellikle yüksek ahlak ve fazilet sahibi insanlar oldukları,10 dil ve soylarına aşırı derecede bağlı bulundukları, Arapça ve Farsça öğrenmekle beraber, gururlarına yediremedikleri için, yalnız Türkçe konuştukları, başka dil bilmemekle de öğündükleri, bu arada yiğitlik, şefkat, mertlik ve kahramanlıklarına karşı duyulan hayranlıklar, bir çok kaynakta dile getirilmiştir. Türk askerlerinin üstün meziyetlerinin kaybolmamasına, bizzat halifeler özen göstermişler ve onların sadece Türk kızları ile evlenmelerine izin vermişlerdir. Ayrıca Türklerin, öz yurtlarında alışageldikleri gelenek ve göreneklerinin bozulmamasına da dikkat edilmiştir.
Annesi Türk olan Mu'tasım, çocukluğundan beri yanında Türkleri bulundurur ve Türk gelenek ve göreneklerini çok severdi. Türklerin yiğitlik ve bağlılıklarını yakından bildiği için, halife olunca da, maiyetindeki Türk askerlerinin sayılarını arttırmağa çalışıyordu. Özel hayatında da Türk ananelerine göre davranan Mu'tasım'ın, Türklerden meydana getirdiği hassa askerleri, kıyafet bakımından da diğer askerlerden farklı ve gösterişli idi.
Böylece inşa ettirilen Samerra, Türklerin etnik kökenli unsurlarla karışmalarına engel olacak şekilde planlanmıştı. Halifenin taşındığı bu yeni şehir, öyle bir şekilde düzenlenmişti ki, kendi yurtlarında komşu olan Türk boyları, burada da aynı düzende yerleştirilmişlerdi. Abbasî ordusundaki Türkler için inşa edilen Samerra'da, sanat tarihçileri ve arkeologlar tarafından yapılan incelemelerde, ister mimarî, ister fresko ve süsleme gibi dekorasyon elemanları açısından Türk etkisinin açıkça görüldüğü ortaya çıkarılmıştır.Halifeler, Türk cengâverlerinin Bizanslılarla olan çarpışmalarda kazandıkları zaferleri yüceltiyorlar ve onlara daha fazla sarılmağa çalışıyorlardı. Şii Deylemlerle Türk askerleri arasında başlıyan çekişmeler karşısında halifeler Türklerin tarafını tutuyor ve onların Bağdat'ta Sünniliği savunan en güçlü unsur olduklarından, yetkilerini arttırmak yolundaki isteklerini yerine getirmeğe mecbur kalıyorlardı.
908 yılında Halife Muktedir, Emirü'l-Ümera unvanı ile Türk komutanı Munis'e geniş idarî yetkiler vererek, saltanatı fiilen bırakmış oldu. Bundan sonra Türk komutanlarının kendi aralarında baş gösteren rekabetler, diğer yandan Emirü'l-Ümeralık üzerine Şii Deylemlerle olan çekişmeler, halifelerin de bu rekabet ve çekişmeleri körüklemek için entrikalara girişmeleri, Abbasî İmparatorluğu'nun itibarını iyice sarsmağa başlamış ve merkez Bağdat'a bağlı valiler de, bu karışıklıklardan yararlanarak yer yer bağımsızlıklarını ilan etmek yoluna gitmişlerdi. Halife Razi, Vasıt valisi Muhammed bin Raik'a 936 yılında Emirü'l-Ümeralık payesini vererek, bütün devlet yönetimini ona bırakmaktan başka, adının da hutbelerde kendi adı ile birlikte okunmasına izin vermek zorunda kaldı.
Bu sırada İran'dan askerleri ile birlikte kaçan Türk komutanı Beckem, Bağdat'ta halifeye başvurmuştu. Aralarında Tozun, Yaruk ve Muhammed Yınal gibi değerli Türk komutanları da bulunan Beckem'in askerlerini Emirü'l-Ümera Muhammed bin Raik karşıladı ve onları Vasıt'taki ordusuna aldı. Birlikte getirdiği askerin komutanı olarak tayin olunan Beckem, 936 yılında isyan çıkaran Ahvaz Valisi Ebu Abdullah el-Beridi üzerine yürüdü. Büveyhilerden yardım gören Beridi'yi iki defa mağlup etti ise de , başarı kazanamayan Beckem Vasıt'a döndü. Daha önce de değindiğimiz gibi, Emirü'l-Ümeralık için yapılan çekişmeler devam etmiş ve Beckem de, Emirü'l-Ümera Raik'i düşürmek için Vezir Ebu Ali bin Mukla ile anlaşmıştı. Bunu öğrenen Raik, Vezir Mukla'yı hapsetti ve az sonra vezir öldü.
Daha sonra eski düşmanı olan Beridi'yi kazanmaya çalışan Raik, Beridi'nin Beckem'e yenildiğini görünce, Beckem'in tarafını tutmak zorunda kaldı ve bütün teşebbüsleri boşa gitti. Bu başarısı üzerine, Eylül 938 tarihinde Bağdat'a giren Beckem, Raik'in yerine halife tarafından Emüri'l-Ümera tayin olundu. Beckem, ilk iş olarak, vergi vermeyen ve hükûmete karşı direnen Hamdanîlere boyun eğdirmek için Musul üzerine yürüdü. Bunu fırsat bilen Raik'in, 2000 kişinin başında aniden Bağdat'ta görünmesi üzerine, 938'de Hamdanoğlu Hasan ile sulh yapan Beckem, tekrar Bağdat'a dönmek zorunda kaldı. Raik ile Beckem arasındaki anlaşmazlık, barış yolu ile giderildi ve Raik'a Harran, Urfa ve Kinnasrin ile yukarı Fırat havalisi ve sınır kaleleri verildi. Böylece bir çok önemli ve hilafet merkezini yıpratan çekişmeleri nisbeten durduran Beckem'e yalnız Büveyh oğlullarından gelecek tehlikelere karşı bir takım önlemler almak işi kalıyordu. Bunun için Beridi'ninSus'a gönderdiği ordu, Büveyhilerin komutanı Mu'izzü'd-devle tarafından mağlup edilememiş ise de, yardımına gelen Ruknü'd-devle sayesinde Vasıt'a karşı yürüyen Büveyh ordusu tarafından şehrin bir kısmı işgal edilmişti. Bu esnada yardımcı birliklerle yetişen Beckem, Büveyhîleri püskürttü ve Ruknü'd-devle'yi çekilmek zorunda bıraktı.
Savaşı devam ettirmek için yeni planlar ve hazırlıklar yapıldığı sıralarda Beridi, bütün iktidarı elinde bulundurmak için entrikalar çevirmeğe girişince, 940'ta görevden alındı. Az sonra Halife Razi öldü ve yerine geçen Muttaki, Beckem'in Emirü'l-Ümeralık görevini devam ettirdi. Beckem de, Beridi üzerine bir ordu gönderdi; ancak komutanı yenilgiye uğradı. Bunun üzerine Beckem, bizzat kendisi komutayı ele alarak harekete geçti. Fakat Beckem yetişmeden Beridi, Nisan 941'de kesin olarak yenildi.
Bir çok değerli hizmetler yapan ve askerî yeteneği yanında diğer meziyetleri de tarihçiler tarafından övgü ile anlatılan Beckem, bir sefer sırasında, aniden basılarak öldürüldü. Yerine Tozun Emirü'l-Ümera olarak atandı. Bu sıralarda Büveyhoğlu Ahmet, kardeşinden yardım alarak Ahvaz'ı işgal etti. 944 yılında Türk komutanı Emirü'l-Ümera Tozun, Musul'da Hamdanîlerle çarpışmakta olduğu sıralarda, Büveyhoğlu Ahmet Vasıt üzerine bir sefere girişti. Bunun üzerine Hamdanîlerle derhal barış imzalayan Tozun, Vasıt'a doğru yöneldi. 944 yılının Temmuz ayında karşılaşan iki ordunun çarpışması hakkında kaynaklar, değişik bilgiler vermekle beraber, Ahmet'in az sonra Ahvaz'a çekildiği anlaşılıyor.
Büveyhoğlu Ahmet, 945 Mart'ının ortalarında Vasıt'ı işgal için ikinci defa teşebbüse geçti ise de, Tozun tarafından Nisan'da tekrar püskürtüldü. Ancak üçüncü defa Vasıt'a saldıran Ahmet, valinin kendi tarafına geçmesi sonucu, şehri çarpışmasız ele geçirdi. Daha sonra Bağdat üzerine yürüyen Ahmet, Ocak 945 tarihinde Sünnî İslâm dünyasının merkezi ve başşehrine girerek, iktidarı eline aldı. Halife Mustakfî tarafından Emirü'l-Ümera tayin edilen Ahmet'e ayrıca Mü'izzü'd-devle unvanı da verildi. Böylece Irak'ta, 1055'te Tuğrul Bey'in Bağdat'a girmesi ile sona erecek olan ve bir yüzyılı aşan Büveyhoğullarının hakimiyet dönemi başladı.
DİNİ YAPI
Nüfusun yüzde doksanaltısı Müslüman olan Irak'ta özellikle ülkenin güney ve güneydoğusunda yaşayan Şiilerin nüfus oranı yüzde ellibeşi bulur. Bu bakımdan Arap ülkelerine göre Irak, Ortadoğu'da Şiilerin çoğunlukta olduğu tek ülke durumundadır. Şii nüfusun çoğunluğu Arap kökenlidir. Kürtlerin çoğunluğu ise Şafii mezhebindendir. Çoğunluğu Sünni olan Türklerin yüzde yirmiüçü Şii mezhebine mensuptur. Mezhep ayırımı siyasî hayatta Araplar arasında önemli roy oynarken, Türkler arasında, hiç bir sürtüşmeye ve ayrılıklara yol açmaz. Nüfusun yüzde dördünü oluşturan Hıristiyanlar Süryanî, Keldanî ve Nasturî gibi topluluklara ayrılırlar. Yahudîler, daha önceleri kalabalık bir topluluk iken, 20. yüzyıldaki göçlerin ardından, önemsiz duruma düşmüştür. Kerkük yöresinde yaşayan ve önceleri Kerkük Kalesinde topluca yaşadıkları için, halk arasında "Kale Gavurları" diye adlandırılan Türk Hristiyanların sayıları azalmıştır. Çoğu bölgeden göç eden bu Hristiyan Türk topluluğu, dini ayinleri, konuşmaları ve gelenekleri ile tamamen Türk olan bir kültürel yapıya sahiptir.