Arama

Aydınlanma Çağı - Tek Mesaj #1

virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
16 Eylül 2008       Mesaj #1
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi

Aydınlanma Çağı


17. ve 18. yüzyıllarda Tanrı, us, doğa ve insan kavramlarının yeni bir bireşime ulaşmasıyla ortaya çıkan ve Avrupa’da sanat, felsefe ve siyaset alanlarında devrimci gelişmelere yol açan düşünce akımı. Aydınlanma düşüncesinin temelini, usu işler kılma ve yüceltme oluşturur. Aydınlanma düşünürleri, evrenin us aracılığıyla kavranabileceğini, bu yolla insanoğlunun bilgiye, özgürlüğe ve mutluluğa ulaşabileceğini savunmuşlardır.
Ad:  Aydınlanma Çağı2.JPG
Gösterim: 5366
Boyut:  91.7 KB

Kökenleri.


Aydınlanmanın kökenleri, Eski Yunanlı düşünürlerin, doğanın belli bir düzeni olduğunu kavrayarak bu düzenin temelinde ussal bir ilke aradıkları döneme uzanır. İnsan ve onun zihinsel gücü üzerinde odaklaşan Eski Yunanlıların kültürel mirasını Romalılar devraldı. Ama Yunan Roma kültürü, kişisel kurtuluşu öngören Doğu dinlerinden gelen dalgayla sarsıldı. 4. yüzyıla gelindiğinde, Hıristiyanlık Roma imparatorluğumdaki tek din olmuştu.

Yunan Roma dünyasına çok yabancı bir ortamda gelişen Hıristiyanlık o kültürün tam karşıtı amaçlar taşıyordu. Oysa yeni dini benimseyenlerin büyük çoğunluğunu Yunanlılar ve Romalılar oluşturmaktaydı. Hıristiyanlık bu yüzden kültürel bir uyum gerçekleştirmek zorunda kaldı; putperestliğin ahlak dışı yönlerini ayıklayarak öbür yönlerini dinsel inanca özgü amaçlarla bağdaştırmaya çalıştı. Bu yöndeki en büyük katkıyı, 13. yüzyılda Aristoteles’in yeni bulunan el yazmalarını Hıristiyan felsefesinin temel taşlarına dönüştüren Aquinolu Aziz Tommaso sağladı. 14. yüzyılda İtalya’ da Francesco Petrarca’nın öncülüğünde klasik metinlere yönelen büyük ilgi pek çok kişinin unutulmuş el yazmalarının ardına düşmesiyle sonuçlandı. Ortaçağ boyunca bazı klasik yapıtların yok olması önlenmişti, ama bunların çoğu Hıristiyanlığın yorumlarıyla biçim değiştirmişti.

Hümanizm olarak bilinen akımın amacı, bu yapıtlarda büyük bir bilgelik ve söz ustalığıyla dile gelen gerçek Yunan ve Roma ruhunu canlandırmaktı. İtalya’da doğan hümanizm, yüz yıl içinde Almanya’ya ve Avrupa’nın başka yörelerine ulaştı. Buralarda yeni akımın başlıca amacı dine hizmet etmekti. Ama Reform döneminde geleneksel Batı Kilisesi her anlamda ikiye bölündü. Rönesans’ın klasik metinler ile Hıristiyanlığı uzlaştırma çabalan bir sonuç vermemişti. Hıristiyanlık ile bağdaşmakla birlikte ondan bağımsız görüşler arayan Avrupalılar, Stoacılığı yeniden canlandırmaya yöneldiler.

Bu görevi ilk kez Hollandalı hukukçu Hugo de Groot (Grotiuş) üstlendi ve De Jure Belli ac Pacis (1625; İyi Yasa ve Banş Üzerine) adlı yapıtında uluslararası ilişkilerde doğal hukuka başvurulmasını önerdi. Grotius’a göre doğal hukuk öylesine kesin ve dokunulmazdı ki, onu Tanrı bile değiştiremezdi.

Bilimsel devrim.


Yeni yeni oluşan modern bilim, dine dayalı baştan savma yanıtlara ve Yunan-Roma biliminin safsatalarına karşı çıkıyordu. Yeni bilim anlayışının öncüsü Bacon’ın, hızlı adımlarla ilerleyen matematiğin yöntemi konusunda kuşkulan vardı; bilimsel yöntem olarak tümevanmı öneriyordu. Descartes ise bunun tam karşıtı bir tutumla felsefe sistemini, doğrulukları yadsınamayan yalın düşünceler üzerine kurmuştu ve tümdengelim yöntemini savunuyordu. Aralanndaki büyük ayrılığa karşın, ikisi de geçmişe savaş açmışlardı, insanlığın yazgısını bilimin çizeceğini, bunun için de bilim ile ilahiyatın birbirinden aynlması gerektiğini, deneyin zorunlu olduğunu vurguluyorlardı.

Bilimlerdeki yeni gelişmenin öncüsü Galileo Galilei oldu. Tann’nın, biri doğa kitabı, öteki Kitabı Mukaddes olmak üzere insana iki kitap gönderdiği biçimindeki eğretilemeyi sürdürerek, doğa kitabının matematiğin diliyle yazıldığını savundu. Doğayı mekân ve hareket gibi matematiksel analize elverişli özelliklere indirgeyerek, şaşmaz doğa yasalarıyla betimlenebilir bir araştırma konusuna dönüştürdü. Ayrıca Kopernik, Tycho Brahe ve Kepler’in gökbilim ile ilgili çalışmalarını bir aşama daha ileriye götürdü. Kopernik, Ptolemaios’un yermerkezli evren düşüncesini, Yer’in Güneş sisteminde bir gezegen olduğunu açıklayarak sarsmıştı. Galilei, kendi teleskopuyla yaptığı gözlemler sonucunda, bir gökcisimleri sisteminin ve bir hareket düzeninin varlığını saptadı. Görüşlerini, 1632’de Dialogo sopra i due massimi sistemi del mondo, tolemaico e copernicano (İki Büyük Yer Sistemi, Ptolemaios ve Kopernik Sistemleri Üzerine Konuşmalar) adlı kitapta sergiledi. Geriye, çözümlenmesi gereken önemli bir sorun kalmıştı: Gökcisimlerinin devinimini, maddenin yeryüzündeki davranış biçimini gözlemleyerek açıklamak. Sir Isaac Newton, bazı matematik usavurmalara dayanarak kütleçekimi yasasını ortaya koydu ve doğanın ussallığını vurguladı.

Aydınlanan din.


Kilise, bu yeni olgular ve açıklamalar karşısında uzun süre direndiyse de, değişen düşünce ortamına duyarsız kalamadı. 18. yüzyıl başlarında, köklü değişimlere yol açabilecek birçok yeni düşünce açıktan açığa tartışılmaya başlamıştı. Öte yandan, o güne değin ilkçağ dışında kendi bilgi düzeyleri ile karşılaştırabilecekleri bir başka birikim tanımayan usçular, özellikle Cizvit misyonerlerinin gezileri aracılığıyla dindar Çinlileri, Mısırlıları, Siyamlıların tanıdılar ve onlar arasında da erdemli, örnek kişiler bulunduğunu şaşkınlıkla öğrendiler. Hıristiyanlığın doğa görüşünün, deneysel us karşısında ayakta duramayacağı da artık ortaya çıkıyordu. Huzursuz zihinler, bütün dinsel farklılıkların gerisinde her yerde ve bütün insanlar için geçerli, doğadan kaynaklanan tek bir din, ortak bir inançlar bütünü olduğu düşüncesine yönelmeye başladı. Daha sonra yaradancılık adını alan bu akıma göre, Tanrı, us ve doğa arasında bir denge kurulması gerekiyordu ve felsefe de doğa bilimlerinin yöntemlerini izlemek zorundaydı.

Bu tür bir din anlayışı, mucize inanışına da son veriyordu. Çünkü Tanrı’nın varlığına olanak sağlayan yasaların aynı zamanda bu tür us dışı olgulara yer vermesi düşünülemezdi. İlk kez İngiltere’de yaygınlık kazanan yaradancılığı savunanlar, Hıristiyanlığın doğa dinini engellediğini ileri sürdüler. Ama çabaları İngiltere’de olumlu sonuçlar vermedi, çünkü siyasal çıkarları ve toplumsal iktidar kaygıları. ağır basan Anglikan Kilisesi yeni görüşlere açık değildi ve yaradancılık akımı 18. yüzyılın ikinci yarısında kara Avrupa’sına taşındı.

1726’da İngiltere’ye sığınmadan çok önce Hıristiyanlık karşıtı bir usçuluğu savunan Voltaire, iki yıl sonra ülkesine döndüğünde yaradancılık akımının din anlayışını çarpıcı bir üslupla kaleme aldı. Voltaire, varlığının kanıtlan doğada gözlemlenebilen ve toplum düzenini sürdürmek için varlığı zorunlu olan bir Tanrı düşüncesini savunuyordu. 1760’larda yazdığı Dictionnaire philosophique (Felsefe Sözlüğü, 1943-46, 1976-77) ile din adamlarını açıkça karşısına aldı. Voltaire’in görüşlerini paylaşmamakla birlikte, Jean-Jacques Rousseau da Ğmile: ou de Veducation (1762; Emil yahut Terbiyeye Dair, 1930, 1966) adlı romanıyla Tanrı ile insan arasına giren bütün öğretilere ve dinsel kuruluşlara meydan okuduğunda Voltaire onu destekledi.

Kuşkusuz, kurulu düzen de dini ve kendini savunmak için önceden sınanmış yöntemlere başvurdu. Yalnızca 1770’te Fransa’da Katolik inancını savunan 90 kitap yayımlandı. Enkizisyon mahkemelerinin yanı sıra sivil mahkemeler de dinsel yargılamalara girişerek ölüm cezaları verdi. Ardından Yasak Kitaplar Listesi (index Librorum Prohibitorum) hazırlandı; kilise ve devlet sansürü ortaya çıktı; kitap yayımı izne bağlandı, kitaplar yakıldı. Gizlice satılan kitaplar, yazarı belli olmayan yapıtlar, basımevi belirtilmemiş yayınlar dönemi başladı. 1772’de Viyana’da resmî yetkililer bir Yasaklanmış Kitaplar Katalogu yayımladılar, ama çok geçmeden bu katalogu da yasaklanmış kitaplar arasına almak zorunda kaldılar, çünkü katalog “kötü niyetli kişiler” için bir tür okunması gerekli kitaplar listesine dönüşmüştü.

Felsefede Aydınlanma.


Sıra yeni görüşlerin ışığında insanın doğasını açıklamaya gelmişti. Hıristiyanlığın bu konudaki görüşü kesindi: İnsan, İsa’nın ödediği kefaret aracılığıyla kurtuluşa erişinceye değin, Âdem’in günahını sırtında taşıyacaktı. Oysa ussal çıkarım, Tanrı’nın, kendi us gücünü ve iyiliğini insana da aşıladığı vargısına götürmekteydi ve bu çerçeve içinde ilk günaha yer yoktu.

İnsan doğasını incelemek için Newton’ın yeni bilimsel yöntemine başvuruldu. Öncülüğü yapan Locke, önce zihnin işleyişini inceleyerek insan bilgisinin boyutlarını ve sınırlarını araştırmaya koyuldu. 1690’da yayımladığı An Essay Concerning Human Understanding (İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme) ile bilginin tümünün deneyimden, düşünme edimiyle ayıklanıp sınıflandırılmış duyumlardan kaynaklandığını savundu. Doğuştan gelen idealar yoktu, insan zihni doğuşta boş bir levha (tabula rasa) gibiydi; yaşamı boyunca edindiği deneyimler sırasında dış dünyanın verileri bu levhanın üstüne yazılırdı. Locke’a göre, insanı biçimlendiren, yaşadığı ortamdı ve insanı geliştirmenin yolu da yaşadığı ortamı gçliştirmekten geçiyordu.

Ingiltere’de Aydınlanma akımının son temsilcisi olan David Hume’un felsefesinin temelinde de usçu düşüncenin kalkış noktasını oluşturan nedensellik ilkesinden duyduğu kuşku yatıyordu. Ama Hume, Locke’tan farklı olarak, her ideanın önce bir izlenimi olması gerektiğini ileri sürüyor, deneyimlerin temeline insanın saf algılarını koyuyordu.

Almanya’da Aydınlanma düşüncesi yaratıcı olamadı, başlıca görüşlerini İngiliz ve Fransız Aydınlanma felsefelerinden derledi. Bu durum Alman tarihinin gelişmesiyle ilgiliydi. Reform hareketinin yarattığı uzun süren kargaşalıklar Almanya’nın, Fransa ve İngiltere’de gelişen bu büyük kültür sürecine katılamamasına neden olmuştu. Alman Aydınlanmasının en tipik düşünürü Chris- tian Wolff’du. O da 17. yüzyılın ikinci yansında gelişen Leibniz felsefesini sistemleştirerek bir okul felsefesi yapmıştı. Büyük düşünür Immanuel Kant da ilk bilgilerini Leibniz Wolff felsefesinden almış, sonra bu felsefe ile tartışa tartışa kendi görüşüne varmıştı. Kant “Vas İst Aufklârung ?”da (1784; “ ‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt”, 1983) Aydınlanmayı şöyle tanımlıyordu: “Aydınlanma, insanın, kendi yüzünden içine girdiği bir ergin-olmayış durumundan kurtulup usunu kullanmaya başlamasıdır”. Kant’a göre insan bu duruma us yüzünden değil, onu kullanamaması yüzünden düşmüştür; çünkü o döneme değin hep başka kılavuzların yol göstericiliğini aramıştır. Kant bir bakıma Aydınlanma felsefesi içinde yer alırsa da, öbür yandan bu felsefeyi aşmış, 19. yüzyılın ilk yarısını kapsayan Alman idealizminin çıkış noktası olmuştur.

İnsanın doğasını kavramaya çalışırken, etik sorunlar da önem kazanıyordu. Usçu tümdengelim yöntemiyle bakıldığında (usunu kullanan insan özünde iyi olduğuna göre), neyin doğru olduğunu bilmek, doğru olanı yapmak demekti. Oysa doğru olanı bilenin, her zaman doğru olanı yapmadığı görülüyordu. Bu yüzden de ahlaksal davranışların temellerini araştırmak gerekiyordu. Büyük usçu düşünürler bile, insan doğasının düşünsel olmayan boyutunda, ahlaksal uyarıcıların, yani tutkuların bulunduğunu kabul ediyordu. Hıristiyanlık, hep insanın Cennet’teki mutluluk özlemine ve Cehennem acılarından duyduğu korkuya seslenmişti. İnsana özgü bu eğilim kolayca genelleştirilebilir ve yaşamın dinamik gücünü haz arayışının ve acıdan kaçınma çabasının oluşturduğu savunulabilirdi.

Ahlaksal davranışların kişinin kendi içinden kaynaklandığı konusunda kuşkuya düşüldüğüne göre, bu davranışların kaynağı belki de kişinin dışında aranmalıydı. İnanmış Hıristiyanların yanıtı hazırdı: Tanrı, Kitabı Mukaddes aracılığıyla insana nasıl davranması gerektiğini bildirmişti. Ama Tanrı ile ilişkisini kesmiş düşünürler için bu yanıt yeterli değildi. 17. yüzyıl ortalarında Thomas Hobbes, doğal bir çevrede hazzın ve acının otoritesinde yaşayan insanların, herkesin herkese karşı savaş içinde olduğu bir kargaşa ortamına düşeceği sonucuna varmıştı. Bunun tek çözümü, bir devlet kurmak ve kayıtsız şartsız onun yasalarına boyun eğmekti.

Hobbes’un ardılları, ahlak kargaşasına çözüm olarak, topluluğun refahı üzerine kurulu bir yasalar bütünü oluşturmayı önerdiler. Helvetius, Paris Parlement’ı (Yüksek Mahkeme) tarafından yakılan ve papalıkça mahkûm edilen De Vespri' de (1758; Ruh Üzerine), benmerkezci insanı toplumsal bir varlığa dönüştürmenin tek yolunun iyi yasalar yapmak olduğunu ileri sürüyordu, iyi yasa yapma sanatının özü, benlik tutkusuyla davranan insanları, birbirlerine karşı her zaman adil olmaya yöneltmeyi bilmekti. Jeremy Bentham, laissez faire (bırakmız yapsınlar) demokrasisinin ilkelerini bu birikim içinden bulup çıkaracaktı.

Siyasal ve toplumsal düşünce.


Yaradancıların dünya çapındaki doğa dini araştırmaları, insanların ırk ya da gelenek farklılıklarını değil, tam tersine ortak özelliklerini bulmaya yönelikti. Hume’a göre, insan doğası temelinde çok değişmediğine göre, bu yapının değişmez ve evrensel ilkelerini bulmak gerekiyordu. Doğal hukuk kavramı, toplumsal sorunlara uygulanınca bazı belirgin değişiklikler geçirdi. Yeni anlayışa göre doğal hukuk, artık olanı değil, olması gerekeni gösteriyordu ve olması gerekenin çok uzağında bulunan insanlığın durumu karşısında Aydınlanma, eleştirel, reformcu ve giderek devrimci bir nitelik kazanacaktı.

Locke, Hobbes’un bireyciliğini ve devleti tanrısal bir kurum değil, yararlı bir aygıt olarak gören yaklaşımını benimsedi. Locke’a göre, doğal hukuk insana başta yaşam, özgürlük ve mülkiyet olmak üzere belli haklar tanımıştı. Herkesin kendi hakkını tanımlayıp savunmasının yol açacağı kargaşayı önlemek için, özellikle bireylerin haklarını savunmak üzere bir siyasal topluluk oluşturulmuştu. Devlet, bireylerin onayı ile kurulmuştu ve çoğunluğun kararı doğrultusunda yönetilmeliydi.

Kara Avrupa’sında ise, 18. yüzyılın huzursuz ortamının nedenlerini araştırmak ve bunlara çare önermek için koşullar uygun değildi. Fransa’da mutlakıyet, kamuoyunu ve açık tartışmayı baskı altına almış, feodal anlayışı ve önemli feodal kurumlan temizleyememişti. Devlet ile Katolik Kilisesi arasındaki sıkı bağlar yüzünden, kiliseye karşı gelmek devlete karşı gelmekle eşanlamlıydı. Bütün bunlar siyasal düşüncenin gelişmesini engelliyordu. Voltaire yaşamı boyunca Fransız tahtını savunmuş; kendisi de bir soylu olan Montesquieu soylulara devlette daha çok görev verilmesini önermiş; soylular ile kral arasındaki çekişmeyi hiçbir zaman kavrayamamış olan Diderot, bazen birini, bazen öbürünü tutmuş, ama hiçbiri mutlakiyete karşı olmamıştı. Hepsi, reform konusundaki umutlarını becerikli hükümdarlara bağlamıştı.

1762’de Fransa’da yepyeni bir siyaset kitabı yayımlandı: Du contrat social (Toplum Anlaşması, 1946 / Toplum Sözleşmesi, 1984). Rousseau bu kitabında, bireyin özgürlüğüne dokunmaksızın onun ahlaksal erdemini yükseltecek bir toplum modeli öneriyordu. Bu modele göre, bireyler tüm güçlerini ve haklarını, bir parçasını oluşturdukları “genel irade”ye devredecekler, böylelikle siyasal yaşama eşit oranda katılacaklardı. Bu sözleşmeden sonra birey, gene doğal durumunda olduğu gibi özgür olacak, ama doğal özgürlüğünün yerini toplumsal özgürlük alacağından, doğal insan ahlaksal bir varlığa dönüşecekti. Locke, tanımlanmamış bir çoğunluktan söz etmişti; Rousseau ise siyasal demokrasi öneriyordu. ABD, Bağımsızlık Bildirgesi ile Locke’un öğretisini benimsedi; Fransız devrimcileri ise bildirilerinde Rousseau’nun genel irade ve ulusal egemenlik kavramlarına yer verdiler.

Genel olarak Aydınlanma düşüncesi, Locke’un, mülkiyetin doğal bir hak olduğu görüşünü aykırı bulmuyordu. Ama Rousseau, bu konuda kuşkuları olan Hume’a katılıyor, siyasal demokrasinin görece bir ekonomik eşitlik olmaksızın gerçekleşemeyeceğini savunuyordu. Adam Smith’in înquiry into the nature and causes of the Wealth of Nations (1776; Ulusların Zenginliği, 1985) adlı yapıtı bir tür ekonomik bağımsızlık bildirişiydi. Aşırılıklardan ve dogmacılıktan yana olmayan Smith’in yararcı görüşlerinin ardında, insanı gündelik çıkarlarının ötesinde amaçlara yönelten “doğanın büyük yönetmeninin gizli eli” ne ilişkin o eski usçu inanç yatıyordu. Devletin, güçlünün karşısında ve zayıfın yanında olması görüşündeydi, ama gönlünde, kendi yazgısını kendi çizen özgür birey imgesi vardı.

İnsanların, ahlaksal ve toplumsal alanda kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi düşüncesi, Avrupa’da bir dizi ütopyacı görüşün ortaya çıkmasına yol açtı. Yaşanan toplumlar umulanı sağlayamadığına göre, yeni toplum modelleri kurmak gerekiyordu. Bu görüşü savunanlar, özellikle Utopia'nın (1516; Utopia, 1964, 1986) yazan Thomas More ve Nova Atlantis’in (1627; Yeni Atlantis, 1957, 1966) yazarı Francis Bacon, alışılmış eski kalıpların dışında yeni bilgi temelleri üzerine kurulu toplum modelleri önerdiler. Aydınlanmanın, zamandışı öncesiz ve sonrasız gerçeklerine inen en büyük darbe, bilimsel sorunları olduğu kadar dünyadaki bütün olayları da sürekli değişim açısından yeniden ele alan tarihsellik bilincinin yükselişinden geldi. Aydınlanmanın son günlerinde Batı düşüncesi, Edmund Burke, Hegel, Darwin ve Marx’a doğru yol almaya başlamıştı.

Kaynak: Ana Britannica
Son düzenleyen Baturalp; 27 Ocak 2017 12:23