Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Mayıs 2006       Mesaj #650
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Nice Lodoslar Yorgunu Moda

BABALAR VE KIZLARI... YA DA “ALWAYS ON MY MİND”

Nice lodoslar yorgunu Moda’nın köklü ailelere mensup, görmüş geçirmiş, soylu erkekleri ikiye ayrılırlardı... Elvis koleksiyonerleri ve Beatles koleksiyonerleri...
Bunlar birer tür sığınışlardı... Çağlarca sürmüş çatışmaların düğüm noktası, kıtaların buluştuğu arıza lokalin, fırtına yemekten bezmiş, depresif insanlarının sığındığı birer koy ya da... Çünkü bir Modalı kolay kalamazdı hayatta... Mutlaka genç yaşta başına bir şey gelir ve ölür giderdi... Çünkü çağ hastalıkları, derin melankoliler, yadsıyıcı duyarlılıklar, sanatçı kavrayışın gelişkinliğinden mütevellit ince hastalıklar, kentli kaygılar ve daha niceleri asla peşini bırakmazdı bu bedbin semtin yaşamdan istifa etmeye can atan karamsar insanlarının...
Moda sokaklarında rastladığınız ak saçlı, yaşını başını almış, sıhhatli, mesut, dingin ihtiyarlar asla Modalı değillerdir. Ya emekli asker aileleri, ya kıdemsizlik yıllarını tamamlamış bürokratlar ya da parayı güngörmüşler arasında yemeye gelmiş eşraftan taşralılardır onlar. Çünkü gerçek Modalı yaşlanmaz... Bir kelebek gibi, kısacık bir zaman diliminde solar gider... Yarım kalmış tutkular kalbinde, bir yarım şarkı kulaklarında, gözü yaşlı, yadigar kadınlar bırakmış geride, gamlı...
Ve fonda hep o ağlatan şarkı “Always on my mind”... Elvis’ten...
O, Moda’nın sadece görmüş geçirmiş bir ailesinin yenik erkeği değil, sağlam bir Elvis koleksiyoneriydi aynı zamanda... Ve de belki de Kadıköy’ün en talihsiz adamı bir de... Çünkü kötülüklerin kuşattığı bir çağda, aymazlıklar otağı olmuş bir cangılda bir küçük melek yetiştirmek zorundaydı aynı zamanda...
Kimi zaman onun evden çıkarak Kadıköy’ün hırpani kalabalıklarının arasına dalmasını kederle izlerdi. Her biri birer Tarantino figürüne dönüşmüş, kaba sabalığı ve serseriliği çağcıllık ya da avangardizm sanan, kötü yetişmiş, berbat erkekler arasına küçük meleğini saldığında kederden ölecek gibi olur, hiçbir zaman inanmadığı tanrıya yüzünü çevirerek yalvarmaya başlardı: “Tanrım ne olur ona dokunmasınlar... Bu adaletsizliğe izin vermemelisin... Bedeli neyse benden alabilirsin...”
Bu yalvarışlar yatıştırıcı olmaya yetişmezdi çok zaman... Ancak eski yıllardan kopup gelen balladların koynuna kendini atarak yatışmayı başarabilirdi... İlk önce yine hep aynı şarkıyı, yine “Always on my mind”ı dinler ardından soylular arasında geçen bir Rus nehir romanının karlı sayfaları arasına dalarak her şeyi unutmayı denerdi... Ama yine de, Anna Karenina’nın bir Petersburg vakansını okurken bile, puslu, karla kaplı stepler ve taygalar arasından sıyrılır gelir Küçük Melek’in ilk makyaj yaptığı gün döktüğü gözyaşlarını yanaklarında hissederdi... Yine kapı aralığında durup, onun bir Tolstoy kahramanı, sosyeteye ilk defa çıkacak bir Küçük Bayan Kuprinska gibi süslenişini görürdü hep...
Bir erkeğin kendi kızına duyduğu aşk neden hep gözyaşıyla kaplıdır?.. Bunu kim bilebilir?.. Her kız babası bilebilir mi?.. Asla!.. Ama Moda’da yaşamış bir Elvis koleksiyoneri rind... Hıms, neden olmasın?.. Yeter ki öyküsünün kahramanı Küçük Melek kadar güzel olsun... Ve bir de şarkısı: “Always on my mind” kadar...
...
Tanrının, olasılıkla övünmek için yarattığı bu küçük melek Dekadans Bar’a her girdiğinde absürdün “dalağı” yarılırdı gözümde... Masumiyet ve güzelliğin bu rafine tezahürü, tikilerin, cikslerin, mış gibi yapan rocker özentilerinin, yuppilerin, cosmoların, kaba saba feministlerin, hooliganların, kart zamparaların, şarlatan sanatçıların, kompleks dolayısıyla yazar geçinen kıroların, kız tavlamak için ressam görüntüsü veren maymunların, sahte işadamlarının ve müzik otoritesi kılığına girmiş kurnazların arasında belirdiğinde nasıl bir absürd duygusuyla sarsılırdım, anlatamam... Onu hayranlıkla izler, her adımını gördükçe içimin erimesine mani olamazdım... Onun şiir yazma telaşını, entelektüalizm heveslerini, sanat yapmaya çabalamasını, en çok da kendini anlayabilecek bir genç adam aramasını kaygıyla izlerdim... Çünkü bunlar olanaksızdı... Çünkü o, yazmak için değil yazılmak için doğanlara benziyordu ve onun duyarlılıklarını, inceliklerini ve telaşlarını anlayacak genç adamlar üretmiyordu bu çağ... O, romantikler çağından kopup gelmiş bir Shakespeare figürü gibi ortalıklarda çaresizlikle dolaşırken aleladelik her taraftan eline ayağına sarılmaya çalışıyordu... O, yanlışlıkla cüzzamlılar arasına atılmış bir Sappho’ydu oysa... Kendine dokunulmasını engellemekten başka bir tasası olmamalıydı hayatta... Ama tüm melekler gibi bunu bilebilmesi olanaksızdı...
O yüzden kendine yapılan kötülüklere ve sefilliklere mani olamaz, bu haliyle kalbime acı veren öykülerin kahramanı olurdu hep. Kimi zaman ortalara atlamak, kavga-dövüşe bulaşmak ite kopuğa haddini bildirmek ve saygı duyulması gereken bir kutsal ikonaya karşı takındıkları alçakça tutumlar için hesap verecekleri mahkemeler kurmak üzere harekete geçmek isterdim. Ama bunları asla yapamazdım. Hiç de azımsanmayacak yaş farkımız dolayısıyla kötü bir görüntü vermekten korkardım. Bir kart zampara olarak görülmekten korkardım...
Evet onu çok seviyordum ama bu, bir azizeye duyulan tapınma ve saygı gibi bir şeydi... Güzellik karşısında şairane ilhamlara düşmek gibi bir şey... Ya da nasıl söylemeli!.. En basit şekilde ifade etmek gerekirse, siyah-beyaz Türk filmleri zamanından kalma, gelinliklerin gökyüzünden süzüldüğü aseksüel aşklarda olduğu gibi süblime bir duygu.... Neredeyse, “Son Hıçkırık” filmindeki kadar budalaca ve naif ve ama bir o kadar da yüce, saf ve çocuksu...
Bu şaşkın anlatımlara kapılarak onu gökyüzünden gelinlik içinde inen Hülya Koçyiğit imgesi ile anmayı düşünmek büyük yanılgı olur... Çünkü o, örneği fresklerde görülebilecek duru güzelliğiyle, yaşadığı çağı lanetleyen bir azizeye benziyordu daha çok. O yüzden de zaten hiç gülmezdi. Hüzünle kaplıydı yüzü hep... Ve bu, onu görmekten bir azize görmüşçesine mutluluk duyan bana da hüzün verirdi...
Kimi zaman, sefil genç adamların, hesapçı, fesat, gayretkeş kuşatmalarından sıyrılıp yanıma geldiğinde birkaç kelime konuşma olanağımız olurdu. O vakitler çok mutlu olurdum ama onu mutlu edecek sözler sarfetmek yerine hep müzmin yakınmalarımı sayar dökerdim. Onda çok zaman sitem gibi tınladığını sonradan farkettiğim bu konuşmalardan sonra binbir pişmanlık duyar, sabaha kadar uyuyamazdım... Sabaha karşı, martılar son çöp artıklarını da kapışmak için çığlık çığlığa harekete geçtiklerinde, Moda sahillerinde ilk vapur düdükleri çınladığında ona bir kısa mesaj geçer ve bitkinlikten uykuya dalardım: “Always on my mind.”
Çünkü bu şarkı çok özeldi...
Çünkü bana bunun öyküsünü anlatmıştı. Çünkü bu şarkı ona aşık, soylu ve geçkin, Modalı Elvis koleksiyonerinin şarkısıydı... Ve nedense Dekadans Bar’da geçen konuşmalarımızda hep bana bu şarkıdan söz ederdi. Babasının imgesiyle benim aramda bir korelasyon kurma olasılığını hiddetle aklımdan kovar ona sevdiğim çok sevdiğim Elvis öyküleri anlatırdım çok zaman önce geçmiş yazlarda dolaştığım tavernalardan... O güneşli günleri kendini masallara kaptırmış bir çocuk gibi mutlulukla dinler, dalar giderdi...
Sonraki günlerde “Always on my mind” aramızda bir sinyal müziği haline gelmişti. Hep birbirimize onu dinletir, Dekadans’taki dj’lere yalvararak onu çaldırırdık birbirimiz için... Hatta radyo dj’lerine bile yalvardığımız ve bu şarkıyı birbirimiz için çaldırdığımız olmuştu...
“Always on my mind” çınlıyordu artık gösterişçilikle malul, sert gözükme çabası içindeki, naif özentilerin takıldığı rocker mekanlarında Kadife Sokak’ın... Romantikler çağından kalma bir budala için çalıyordu bu şarkı... Bir azize yetiştirmekten bitap, Modalı, soylu bir Elvis koleksiyonerinin evinden kopup gelen şarkı... Hatta bir gün koca bir albüm kopup bana geldi o evden...
Küçük Melek, babasının tüm plaklarını taramış ve en çok sevdiklerini benim için bir diske kaydedip getirmişti... Onu bana armağan ettiğinde bile o gün için kafama taktığım bir küçük mesele için kırgınlık çıkarıp onu nasıl incittiğimi düşündükçe hala üzülürüm... Rezil bir genç adamın kendisi ile konuşmasına izin vermesini affedemediğim için girdiğim öfke krizlerinden biri olabilirdi bu saçmalık... Ya da başka bir şey... Ama kesin olan şuydu ki; bu duygularla dolu minik bir meleğin, dünyada en çok sevdiği adamın, babasının koleksiyonundan derlediği bu albümü armağan olarak bana getirdiğinde sergilediğim küstahlık utanç vericiydi...
Yine de buna aldırmadı Küçük Melek... İşte tıpkı o çok eleştirdiğim, mahkum ettiğim kaba saba yeni çağ tikileri gibi davranıyordum. Ve o buna aldırmıyordu. Israrla bana armağanı vermeye çabaladı. Ve orta yaşlı küstah yazar beyler sonunda lütfedip ağmağanı kabul ettiler... Tanrım... Nasıl da küçültücü, utanç verici şeyler yaptırıyorsun bazan yaratıklarına!.. Oysa aynı esnada övünmek için yarattığın azize, rencide olduğunu bile düşünmeksizin gerçek bir melaike gibi, gurur filan gibi küçük insan hesapları yapmaksızın armağanını ve sevgisini vermeye çalışıyor... Romantikler çağından kalma bir karakter gibi...
...
Sonunda benim olan albümü her gün her gece defalarca dinledim. Bunu ona sezdirmedim ama her kederin tesellisini o albümde aradım. Yine onunla küçük küçük konuşmalarımız oluyordu ama artık kopup başka yerlere gitmişti, biliyordum... Yine de aramızdaki sinyal müziğini bir “ahit”e dönüştürme kararı almayı başaracak kadar sağduyu gösterebildik. Buna göre o bir azizeydi ve o yüzden beni korumalıydı. O yüzden, her zaman bir şövalye gibi davranmak zorunda olan ben, soylu kaygılarla girdiğim bir kavgada her zor duruma düştüğümde o küçük meleği, o azizeyi uyandırmak için ona kısa mesaj atacak ve “Always on my mind” diyecektim. Bunu görecek ve beni koruyacaktı...
İşte öyle tuhaf, çocuksu, tatlı, masal gibi bir şey...
Bu oyunu uzun yıllar boyunca oynadık... O yüce güven duygusunun kollarında kendimi gerçekten de çok iyi hissettiğim mücadeleler yaşadım... Bu harika bir duyguydu. Çatışmadaydım ve bir küçük melek beni koruyordu... Bir azize...
Sonra araya başka üzüntüler girdi... Görmeye dayanamadığım bazı görüntüler... Küçük Melek kendine göre birilerini aramaya çabalıyordu ve ben bunu görmekten hiç hoşlanmıyordum. Çünkü biliyordum; ona göre biri yoktu. Bu konuda tıpkı o görmüş geçirmiş, Modalı, Elvis koleksiyoneri bey gibi düşünüyordum... Ama Küçük Melek bu konuda ısrarlıydı. Israrla aradı öyle birini... Aradıkça da asla layık olmadığı üzüntüler yaşadı. O, bu üzüntüleri yaşarken tüm Kadıköy’den ve Moda’dan olabildiğince uzak durmaya çabaladım. Beyoğlu’nun ücra barlarında bezgin edebiyatçılar, gözükara desperadolar, geçkin aylaklar ve kaybetmiş film starlarıyla düşüp kalktım. Hepsi de iyi geldi. Moda’yı ve Küçük Melek’in kendisi gibi birini, yani olanaksızı arama serüvenini görmemek her şeye yetiyordu. O yüzden, artık zorlu kavgalara girdiğimde “Always on my mind,” mesajı atarak meleğimden yardım dilenmeyi de kesmiştim. Çünkü artık ona inanmıyordum.
O inancı ve onun desteğini yitirdikten sonra girdiğim her kavgayı kaybettim. Her geçen gün biraz daha battım. Olabilecek her şeyin daha da kötüsü olabileceğini kanıtlayan serüvenlerde daha daha dibe battım...
Bir gün... Ruhumu yitirmiş, bezgin, mahmur bir halde düştüğüm Kadife Sokak’ta sık sık gittiğimiz bir barın kapısındaki ilanda adını gördüm. O akşam Küçük Melek yapacaktı müziği... Kilitlenmiş halde tabelaya bakıyordum. Yakın dostum barmen Son Mohikan yanıma geldi.
“O zor adam ölmüş,” dedi.
“Hangi zor adam?” diye sordum meraksızca.
“Küçük Melek’in babası.”
“Yaa?..” dedim. Şaşırmamıştım aslında. Ama öylesine işte “yaa” dedim. Soylu bir Modalı bey, bu kirli çağda bir küçük melek yetiştirirken nereye kadar dayanabilirdi ki zaten?..
“Bu akşam onun için çalacak Küçük Melek,” dedi.
Hemen bara girdim. Bütün günü barda geçirdim. Akşam Küçük Melek dj kabinine girdiğinde solgun ve perişan gözüküyordu. Bir “tribute” albümü için toplanmış rock müzisyenlerini andıran genç insanlar vardı çevresinde. İçkiden bitmiş bir haldeki beni gördü barda. Hiç konuşmadık.
“Always on my mind,”ı çaldı ilk önce...
Bunun benim için olmadığını biliyordum. Saygıdeğer bir Modalı bey içindi. Hüzünle yere baktım. Gözümden bir damla yaş süzüldü. O sırada Son Mohikan bir şişe Bacardi’yi yere düşürdü. Bunu bilerek mi yoksa kazayla mı yaptı anlayamadım. Ama kırılan şişenin gürültüsüne sığınıp elimdeli kadehi yere bıraktım... O da kırıldı... Ayağımla yerdeki cam kırıklarını ezdim...
Modaya sis çöküyordu. Küçük Melek barda, dj kabininde ağlıyordu. Elvis “Always on my mind,”ı söylüyordu.
Bense utanıyor ve gözyaşlarımı saklıyordum.
Modalı soylu beylerse, o geceden sonra bambaşka bir şekilde ikiye ayrılıyorlardı... Bu hayata dayanamayıp, albümleri ve romanlarıyla birlikte toprağın altını seçenler... Ve anlamazlığa vurup yaşamaya devam edenler sefiller...