Uy(u)k(u)lama
[gerçek sandığım]
Akrep soktu yelkovanı saat sabaha karşı tam dörttü. Kokusunu da yüklenip pahada ağır, sıyrılıp yorganın altından yükte hafif, çekti gitti; ardısıra kapıyı da örttü. ’Gitme’, diyemedim...
Yağmur yağıyordu Cadde-i Kebir’e çıkan o ara sokakta ve tramvayın telaşlı çıngırağı kilisenin çanına bulaşmaktayken ben ıslanıyordum epil epil. Damlalar tenimden süzülüp yere karışıyordu usulca; ayaklarım yoktu. Çırılçıplaktım ve saat sabaha karşı dörttü. Bu bir düş olmalı dedim kendi kendime çünkü üşümüyordum, ruhum kupkuru. Motelin yanardöner tabelası yalaz yapalak titriyordu bedenimde ve sokak bomboştu [düpedüz yalan]...
[rivâyetin rivâyeti]
Caddenin başında durmuşum, kollarım ruhama sarılıymış; utanmışım ve yüzüm kızarmış. Oysa kimse görmüyor ayaklarımı. Gözlerimi kırpıştırıp dikkatle bakmışım ayaklarıma, ancak farkedebilmişim kırmızı ojelerimi parmaklarımı oynatınca. Tut ki kimse bilmiyormuş kırmızı ne demek...
Kalabalığa karışmışım sonra, yuna arına insanların arasına. Sümüklüböcek misali şeffaf, beyazımtırak bir iz [adı günâh] bırakarak ardımda, senin bana bırakmadığın kokuna inat, Küçükparmakkapı’dan tutturmuşum Çiçek’e kadar. Taşların çizgilerine basmadan, sek sek adımlarımla hoplamış zıplamışım. Aznavur’da bir kaç dosta rastgelmişmişim faraza, selam bile vermemişim; yazmışlar kara kaplıya. Eski sevgililerimden biri, sarılıp öpmüş Aynalı Pasaj’da beni; ’özledim, görünmüyorsun ortalarda’, demişmiş; ’*****r’ çekmişim besmele kıvamında. Cumhuriyet Meyhanesi’nin önünden geçerken laf atmışlarmış; duymazdan gelmişim. Gizli Bahçe’nin merdivenleri gözümde büyümüş, Galata Kulesi’ne gittiğimiz o gün yaptığım gibi üşenmiş, kaldırıma oturuvermişim. Sabaha karşı dörtte, biri gelmiş götürmüş beni eve, seni kim getirdi geriye?
[şimdiki zaman]
Uyanmışım...