Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Mayıs 2006       Mesaj #82
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Öncelikle Danıştay 2. Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’e yapılan menfur saldırıyı tel’in etmek ve ailesine başsağlığı dilemek, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliğimizin ötesinde, bir insanlık borcu.

Saldırıyı yapanın kimliği ile ilgili bilgiler, ait olduğu ya da olabileceği örgütsel bağlantılar ortaya çıktıkça, hepimiz Türkiye üzerinde oynanmakta olan bu kirli oyunun niteliği ve oyunun maşası hakkında daha fazla kanaate sahip olacağız.
Ancak bu gelişmeleri “basit” bir cinayet, ardından yaşananları ise “olağan” tepkiler kavramları ile niteleyemeyiz. Söz konusu sıfatlar herhalde içine sürüklenmekte olduğumuz kısır döngüyü anlatmakta oldukça hafif kalacaktır.
Türkiye’deki temel sorunun bir dönemlerde Aziz Nesin’in ifadesi ile Türk halkının IQ’sunun (dilerseniz buna basit zeka) düşüklüğünde olmadığını bu vesile ile bir kez daha vurgulayalım. Türk insanı en kötü ekonomik koşullarda yaşama becerisini gösterip, hatta bu dönemlerden başarı ile bir üst sınıfa atlamayı beceriyorsa, bu noktada IQ ile ilgili bir sorunun olmadığı açıktır. Hatta amiyane tabiri ile en basit avantayı gördüğümüz yerde uyum yeteneğimiz mükemmele yakın.
Ancak sorun EQ’ya yani duygusal zekaya geldiği noktada, IQ için ifade ettiklerimizi yineleme şansına ne yazık ki sahip değiliz. 70’li yılların karanlık ve sisli günlerinde yaşayan benim akranlarım, provokasyon, provokatör kavramlarını ezbere bilmenin ötesinde, acaba kaç gecenin kâbusu içinde bu kavramlarla mücadele etmişlerdir? Yeni nesil için Türkçesini söyleyelim, provokasyon kışkırtma, karıştırma, provokatör de kışkırtıcı, karıştırıcı anlamında kullanılmaktaydı.
Bizim nesil her türlü provokasyona ve provokatörlere alışarak büyüdü…
Ardından bir 12 Eylül 1980 dehası olarak ortaya atılan ve sistematik olarak (takdir edelim başarıyla) uygulanan gençliğin apolitize edilmesi (politika düşünmeme, kendi kendisini politikadan soyutlama) süreci ile söz konusu kavramlar unutuldu. Ancak toplumumuz genetik sorunu olan duygusal zeka azgelişmişliğinden asla kurtulamadı.
Türkiye tarihinde örnekleri sayılamayacak kadar çok olmakla birlikte son döneme ışık tutacak birkaç örnek olay ne dediğimizin daha iyi anlaşılmasına imkan tanıyacaktır.
İsviçre milli maçı sonrasında yaşananlar… Orhan Pamuk, Hırant Dink davaları vesilesi ile yaşananlar ve söylenenler…
Fenerbahçe’nin çizdiği imaj ve yaşadıkları, yaşattıkları…
Umudum, Danıştay 2. Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’e yapılan menfur saldırı sonrasında da aynı sonuçların yaşanmaması.
Bu satırların yazarı, bir dönem Avrupa hukuku ile fazlası ile ilgilendiği ve dönem dönem bizdeki eksikliğin ne olduğunu sürekli sorguladığı için kendi kendisine geldiği son tez, hukukun aslında bir etik zeka ürünü olduğu, ne yazık ki duygusal zekadan sınıfta çakanların bir türlü hukuku algılamada ve uyumda inanılmaz güçlükler çektiği doğrultusundadır. Duygusal zekasına hakim olamayan toplumlar ve bu toplumların yine duygusal zekadan bihaber yöneticileri ne yazık ki çok sevdikleri toplumlarını rahatlıkla uçuruma yuvarlayabilmektedir.
Yine anılara dönüp, 70’li ve 80’li yıllardan kalan kulağa hoş gelen, ancak içi boş sözleri bir kez daha hatırlama yoluna gittiğimde, “hele onların seviyesine bir gelelim, bırakın onlar bizim kapımızı çalsın!..” lafı, galiba duygusal zeka kıtlığımıza en güzel örneklerden bir tanesini oluşturmaktadır. Bu lafı ileri süren liderleri ne de coşku ile alkışlamıştık meydanlarda…
Sonra bekledik… Bir daha bekledik…
Meğerse Godot beklemekle gelmezmiş, öğrendik, ama faturası acı oldu… Bir türlü onların seviyesine çıkamadık.
Toplum olarak hepimiz kaybederiz
Ancak tarihin şans topu her ülkenin önüne yüzyılda bir kere gelirse, bizim önümüze, içinde bulunduğumuz koşulların özelliğine de bağlı olarak birkaç kez gelmeye başladı… Bize, bütün direncimize, bütün korkularımıza, hatta bu korkulardan yararlanarak genlerimize kadar işleyen korku yönetimlerimize rağmen AB ile müzakerelere başladık, dünya ile bütünleşme şansını yakaladık.
Ama yine hakim olamadığımız duygularımız bize neyi yakaladığımızı bile doğru dürüst değerlendirme şansını bırakmadı. Herkes kendi kafasına göre bir tanım yakıştırarak, olmayan özgürlüklerin AB’si ile, olmayan korkuların AB’sini tarif etmeye başladı.
Bizim duygusal zeka eksikliğimiz, gerçekleri görüp değerlendirme yerine, komplo teorilerinin sınırlarında kendisini gerekçelendirebilen radikal yaklaşımlara çanak tutmayı yeğledi.
3 Ekim 2005 günü Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en önemli kilometre taşını döndü.
Bunu bile anlayamadık…
Hatta bu işten en fazla yararlanabilecek konumda olan iktidar partisi bile, ağzını açmamayı yeğledi. Yeğlemese bile içine girdiği suskunluk nedeni ile her türlü spekülasyonun gelişmesine bir tür çanak tuttu. Kimine göre artan milliyetçi tepkilere karşı bir pasif korunma, kimine göre yaklaşan seçimleri dikkate alan ince ayarlı politika.
Duygusal zekamızdaki sorun iktidar ya da muhalefet tanımıyor aslında.
Sorun halledilemediği oranda birbirini en ufak futbol maçı için bile gırtlaklamaya hazır toplumsal yapının nerelere sürüklenebileceğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek var mı?
Ne olur herkese biraz daha sağduyu. Belki bizlerden gelip geçiyor, ama bu topraklarda yaşayacak çocuklarımız ve torunlarımızın hatırına biraz daha ağzımızdan çıkanı kulağımızın duymasına çaba… Hepimizin ciddi bir terapiye gereksinim duyduğu çok açık değil mi?..