Arama

Sahipsiz Mektup'lar - Tek Mesaj #36

KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
20 Mayıs 2006       Mesaj #36
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Sahipsiz mektuplar
BİRİNCİ MEKTUP

Tarih hiç önemli değil, olmadı da hiçbir zaman. Bölünmüşlüğümüzün bir kalıntısı o da. Bizi, kendi özümüzden ve yetielrimizden mahrum bırakan ve insanların yarattığı acımasız bir sınır “tarih”. Şu anda yazdıklarım sadece benimle “ben” arasında karalamalar. Neden ve nasıl yazdığımın hiçbir önemi yok, önemli olan şu anı yakalyıp kendimi aktarabilmek. Beni birilerinin anlayıp anlamaması da zerre kadar ilgilendirmiyor artık. Ben kendi halimde, kendi dört duvarımda yaşamaktan başka şansı olmayan - elimden kendi ellerimle çekip aldım bu şansı haince- kendime sesleniyorum artık.

Yapabildiğim tek şey kağıda kaleme sarılıp düşüncelerimi onlara hapsetmek senin bana ya da benim sana ulaşıp ulaşmamam gerçel zamanın bir sorunu. Yani bizim dışımızda ama dehşetle haberdar olduğumuz bir süreç. İnsanların yaşamlarında birçok kez yaşadıkları ve unutup gittikleri bir süreç . En son okuduğum kitapta da söylendiği gibi böyle bu. Birçoğumuzun yaşamı nefes alıp vermekten öteye geçemiyor. Kendimizi hayatın kollarına bırakakmıyoruz. Korkuyoruz, inatla kurallar ve sınırlar oluşturuyoruz kendimize. Kendimiz dışındaki insanları dışlayarak acımasız bir bencilliğe gömülüyoruz. Neden bu sence? Niye böyle bir yolda ilerleyerek zavallı dünyaya eziyet ediyoruz? Yani kişinin kendinde özünde hiç mi sorumluluk yok?

Zihnimizin karanlık köşelerinde sıkışıp kalan o zamanın mirasını ve çığlıklarını kullanmamak sadece bizim kendimizle ilgili bir sorun değil belki ama eğer yenilmemek için hiçbir uğraşı verilmiyorsa kişinin kendisiyle olan savaşını yitirmesi olarak değerlendirilemez mi bu?

Amaç ne olmalı ya da ne olmamalı. Bunu açıkça ortaya koynak mümkün mü? Bir amaç olmalı mı ya da? Yani ıssızlığında varlığımızın bir toz zerresi gibi yuvarlanırken bizden sonrakileri düşünmek ve bunun için çaba harcamak kendimize yapılmış bir haksızlıktır denebilir mi? Bence hayır. Her ne kadar aydınlığın uzakta olduğunu bilsek de diğerlerine aldırmadan ve onları kapsamya çalışmaksızın, kendimizi ve varlığımızı ortaya koyarak, bozuk gömrdüğümüze bozuk, yanlış gördüğümüze yanlış diyebilmeliyiz, kendimize haksızlık etmemek için yapmalıyız bunu. Toplumdan soyutlanmak, hain ya da deli ilan edilmek, sevilmemek korkutmamalı bizi. Çünkü doğanın ve kendimizin potansiyelideki sevgi bize yeter. Hainlik ve delilikse zamanın bir oyunu sadece.

Bu sana ilk mektubumdu. Sen okumayacaksın belki bunu ama benim bunları yazmış olmam yeterli .





İKİNCİ MEKTUP

Sana yazmak zor iş. Ne yazacağım ve nasıl yazacağım problem çıkartıyor. Basit bir iş değil mektup yazmak. Her kelimeyi özenle ve tereddütsüz seçmek zorundasın . Karşı karşıya olmadığın bir insan tarafından yanlış anlaşılman olası, gerçi ille de doğru şekilde anlaşılsın gibi bir niyetim de yok aslında ve anlattığımın benim gibi algılanmayacağını da biliyorum, bu ürkütmüyor beni. Ama hala yıkamadığım ve yıkmakta büyük zorluk çekeceğim sınırlar var içimde. Beni bir anlamda özgürlüğümden etseler de alışılagelmiş olamaları ve kök salmaları yüzünden beynim ve yüreğim ikileme düşüyor. Bir yanım onlara kaldırılıp atılacak sünepe serzenişler olarak bakarken diğer yanım dört elle sarılıyor. İşte beni bu ürkütüyor. Diğer insanların beni anlamamaları ya da yanlış değerlendirmeleri beni ilgilendirmese de bizzat kendim tarafımdan anlaşılamamak ve önemsememek yıkıyor beni, bunun doruğa çıktığı anlarda da yazıyorum, ne olursa, nasıl olursa.

Mektup yazmaktan bahsetmiştim başta. Uzun süredir yazarken haz duyduğum ve rahatladığım mektuplar yazamıyorum. Belki zamanın boşa harcanması gibi geliyor ama öyle olamdan dehşetle haberdarım. Mektup, eski zamnaların gizemli bir mirası bize. Yazılırken ve okunurken teknolojik artıklara bulaşmayan, diğer kimselerce koayca paylaşılamayan ve kalıcı olan tel miras belki de. Kalıcılığını bir kanara bırakırsak insanların en özgür haberleşme ve dertleşme olanağı olarak nitelendirebilirim mektubu.

İlk mektuplarımı anımsıyorum şimdi. Klasikbir girişle başlar “merhaba, nasılsınız? İyisinizdir inşallah” ve klasik bir sonla biterdi. “ellerinizden öperim vs..” Yani emekleme devreleriydi yaşamın. Onalrın da kendilerine has bir ezgisi bir güzelliği vardı. En azından tümüyle saf ve temizdiler . “Ellerinizden öperim” derken bunu içinden gelerek, ikiyüzlülüğe bulaşmadan ve öyle olması gerektiğine inandığı için söyler insan o mektuplarda. Sonraları mektuplşarda bir sahtelik , bir ikiyüzlülük beliririr. Sırf nezaket olsun diye zırvalanır. İnsan , mektuplarda , kendisiyle beraber kelimleri de kirletir , çirkefleştirir. Oysa kelimelr kendi anlmalarında ve samimiyetlerinde öylece kalabilirler uzun yıllar. Ama biz onalrı değişmeye, ölmeye, kirlenmeye, fesatlığa, öldürmeye zorlarız. Oynarız onlarla, bizim onlar tarafından yönlendirildiğimizden habersiz ve cahilce. Yaratttığımız şeylerin uşağı olmakta hiçbir zaman rakibimiz olmadı çünkü. Dili biz yarattık ama kullanmayı sadece birkaç kişinin eline bırakıp argoya ve basit olana koştuk. Ve önceleri saf kelimelerle yazılan mektuplar sonraları bozulmuş ve kullanılmış kelimelerle gerçek güzelliklerini yitirdiler.

“Güzellik gözlerdedir, bakılanlarda değil”

Asaf böyle derken hiç de haksız değil. Güzelliği yaratan biz olduğumuza ve netlendirecek başka kimse bulunmadığına göre önce biz, kendimiz, içimizde ve düşüncelerimizde güzellik kavramını oluşlturmalıyız. Bu her boyutunda böyle olmalı yaşamın. Yani eğer etrafımızda güzellik arıyorsak önce biz güzel olmayı, güzel bakmayı öğrenmeliyiz . Kelimeler için konuşursak şöyle bir tablo çıkar ortaya; insan kelimeleri algılayışı ve dile getirişi esnasında beynini ve duygularını kullanır. Amaç duyguları dile getirmekken beyin araçtır, düşünceler dile gelirken beyin öznedir, kendimizi dile getiriken beyin oyuncaktır sadece. Yani kelimlerle oynarken kuralları özümüz koyar. İnsan kelimeleri kötüye çekiyorsa ya da kötüye kullanıyorsa suç kelilmlerde ya da dil de değil insanın kendisindedir. Bunu benden önce bir sürü insan söylemiştir mutlaka, ama bu benim de söylememe bir engel değil. Zaten Cicero’nun da dediği gibi;

“İşin saçma tarafı, en saçmasını bile filozofun birininin söylemiş olmasıdır.”


ÜÇÜNCÜ MEKTUP

“Sen kazandın ama ben haklıydım”

Kazanmak herşey midir? Yada kazanan haklı olma durumuna, kazandığı için geçmiş mi olur? Kazanmak başarısını gösteren insanlar tüm haklılıkları bünyelerinde toplayarak mı bu noktaya gelmişlerdir? Kazanmak, özünde, diğer insanlara karşı yapılmış bir haksızlığın olamaz mı acaba? Yani ortada bir kazanan varsa bir kısım insanların da haliyle kaybetmiş olmları kuvvetle olasıdır. Ne diyor bu adam diye düşiünebilirsin. Şu ana ben de tam ayıordında değilim bunun. Çünkü tüm karmaşalar gibi bu da kendi halinde ve durağan ve beni şiddetle üstüne çeken bir varsayımı doğanın. Ne bileyim doğmak gibi, yaşamak gibi, öylesine olup bitiveren.

Sporu düşün mesela. Uzun bir süre kendinden ödünler vererek , büyük bir gayret ve ciddiyetle çalışırsın. Büyük bir inançla çıkarsın rakibinin karşısına . Her kaz*****n bir rakibi vardır çünkü. Onun ne denli güçlü ya da zayıf olduğunu düşünmeksizin yoğun bir savaş verirsin . Tek amacın vardır; kazanmak! Oysa kaybetsen de o kadar fazla şey değişmeyecektir. Kendini hiçe sayarak yoruluşun aklının ucundan bile geçmez. Yenilince emeklerinin yok oluşuna değil şanssızlığına üzülürsün. Gerçekler dışına iterek kendini koyu bir matem havası içinde yenilginin faili meçhul sorumlularını sorgularsın. En büyük yanılgıdır bu yaşamda.

Kazanmak; haklı olmak değildir!

Kazanmak; hileli yollara gebedir!

Kazanmak; kan ister bazen !

Ve her kazanan iyi değildir !

İnsan yoğunluğuna yaşamalıdır yaşamı ve kazanmak önemsiz bir ayrıntıdan öte bir şey olammalıdır. Ve insan kaybetmeden, kaybedeni bilmeden, kazanmanın hazzını çekemez damarlarına.



ÖRDÜNCÜ MEKTUP

Uykuyu bir sisteme dayandıran tek yaratık bizizherhalde. Nereden çıktı bu diyebilirsin . Biraz önce gözüme bir kart ilişti, oradan geldi geldi aklıma. Kartta uyku sistemleri ve ev gereçleri yazıyordu.

Canım şimdi bunu söylemenin ne anlamı var diyorsundur . Haklısın belki de ama biraz düşünmek istiyorum sanırım. Aslında insanoğlu her türlü ortam ve koşulda , uyumak istediğimüddetçe , uyuyabilir. Yani insanın uyuması için ille de ipek çarşafa gereksinimi yoktur . Yani insan bir yer döşeğinin ya da iki tane minderin hatta sandalyede bile uyuyabilir. Burada şunu sorabilirsin; insanın rahat rahat yatmasında bir yanlışlık mı var ? Yok tabii ki ama kimi ipek çarşaflar ve kuş tüyü yastıklarda milyonlarca pra vererk uyurken kiminin de köprüaltında betonun üstünde sızıp klamsında kocaman bir yanlışlık değil mi ? Söz konusu insan ve onun rahatı olunca kimse kendine toz konduramıyor ama birey kendi dışındaki bireylerin de insan olduğunu unutup kendi rahatı için eziveriyor diğerlerini . hatta köprüaltında ya da şehrin uzak mahallelerinde yaşayan insanları, buna kendilerinin sebep olduğukları gerekçesiyle küçümseyebiliyor, karalayabiliyor. Ve bu rahat insanlara hizmet verenler de onları daha da rahat ettirmek ve ebedi uykularından uyandırmamak için uyku sistemleri geliştiriyor . Bu isistem aslında birkaç mobilya ya da bez parçasından ibaret değil, insanlar toplum halinde çeşitli politik ve dinsel temalarla uyutuluyorlar. Yüzyıllardır süren ve sürdürülmesi için yoğun çabalar verilen ve sürekli ad değiştirerek insanların önüne konulan bir temcid pilavı bu.

19.yy başlşarın da Metternich çok yoğun bir şekilde eğilmiş bu konunun üstüne. Özellikle kendisi ve kendisi gibi birçok insanın, hükümdarların, imparatorların, binbir özenle hazırlanmış uyku sistemlerinin yıkılmaması için var gücüyle saldırmış. Sonuçta belki o gitmiş ve savunduğu değerler yok olmuş gibi görünse de insanlar bir müddet sonra başka bir uyku sistemi bulmuşlar kendilerine.

Uyuyoruz, kimimiz altın yaldızlı yataklarda, kimimiz çöp yığınalrında. Bu sadece vücudumuzun biyolojik bir gereksinimi. Ve hepimiz uykudan aynı şekilde kalkıyoruz, ağzımız kuru ve aptal bakışlarla. Hergün uyanmamıza rağman hiç uyanamıyoruz aslında, çünkü uyuyan vücudumuz değil zihnimiz. Ne yapalım herkese iyi uykular ve tatlı rüyalar.




BEŞİNCİ MEKTUP

Bugün bir şey anladım. Eskiden beri kafamdaydı bu soru. Neredeyim ben, nereye gidiyorum? Bulunduğum nokta diğer insanların arasında nasıl gerçekler beni? Tüm busoruların cevabını bugün buluverdim desem kendime haksızlık etmiş olurum, ama çözümleyebildiğim şeyler var .

Şunu biliyorum ki kesinlikle olmak istediğim noktada değilim , bugün için bu ezmiyor beni ama bu süratle gidersem yakın zamanda ağır yükler altında kalabilirim . Kendim olmam konusunda yoğun bir sorun bu. Bugün anladığım şey bu işte. Aslında üstün hiçbir yanım yok. Hatta bir sürü eksiğim var. Günün birinde birisi telefonda “bir hiçsin” demişti. Haklıydı belki. Gerçi biraz ağır bir ithamdı. Ama düşünmek lazım. Kendimi –kendimizi-diğer insanlardan üstün görmek için ne yapmışız? Okumak – ki nekadar olduğu da tartışılır – ya da yamak – korkarak ve karamsar – beni diğerlerine üstün kılar mı? Üstünlük nedir?

Bazen ahkam kesmek ve savuruvermek kelimleri etraf çok kolay. Yapılan bir espriyi yarım saat sonra anlayabilmek, bir başkasının kendini aşağılamasına izin vermek maddenin doğasına ters aslında. İletişim kurmak için çırpınmak gibiboş bir çabayla saldırvermek yanlış . Anladım bunu. Çünkü kişi aslında özünde diğer kişilere ters ve herkes farklı bir şekilde belli ediyor bunu. Ve en güzel belli ediş şekli de kalbalığın içinde kalabalığı taklit ederek kendini yalanlamak. Çünkü kolay yolu bu. Kendi tersliğini diğer tersliklerle bireleştirip hiç de kendine ait olmayan bir yaşam sürdürmek. Ters kutupların birbirini çekmesi gibi bir basit bir fizik kuralı açıklıyor belki de tüm yaşamın gizini. Ve tüm birlikteliklerde acımasız bir terslikler senfonisi sürüp gidiyor . Ve ben kendime ters olandan dehşetle korkarak ve üstüne atılarak yok etmeye çalışıyorum bu tersliği. Yani gitgide ters düşüyorum kendime . Oysa kimseye ulaşmak ya da iletişim kurmak gibi bir zorunluluğum yok. Kendime yeterim diyemesem de etrafımda dönenleri kapsamak ya da onlarla bütünleşmek zorunda değilim. Kendime kapanarak diğerlerinden soyutlamakta da değil çözüm. Sorun zaman sorunu . Kişileirn istemleri benim istemlerimle paralellik gösterdiğinde zaten kendiliğinden iletişim ortamı doğacak . zorlamalar ve haykırışlar ancak zamanı parçalar, beni böler yani.

Kalalbalığın oratsında yaşamak zorunululuğumuz onunla bütünleşmemiz anlamına gelmez. Aslında insan ne kadar bir başına ve ne kadar kendisi olduğunu kızılca kıyamet bir yığın içinde anlar . Kalabalık yalnızlığın garip bir uzantısıdır. Kalabalık yalnızlıkların biraraya getirilmiş ve sıkıştırılmış bir türevidir. kalabalık yalnızlıktan doğar yani. Toplum denen kalabalık ise bunun organize edilmeye çalışılmış modern bir görüntüsü olabilir ancak. Ve kişi topluma değil kendisine uymakla mesuldür. Toplumun uzantısı olmak sorunu çözmez tersine iyice müzminleştirir.

Tam olarak çözümleyemediğim birçok şey gibi bu da kafamda öylece takılı duruyor. Kendimi bulduğum gün bunu da çözümleyeceğim sanırım .

Ama çözümleyemediğim sorular da var ve bunun nedeni de çözümlerin sadece ben de olmayışı. Sözgelimi, insanlar dünya döndüğü için mi devamlı dönerler, yoksa insanların dönüşüne dünya sadece bir araç mıdır?

Ne dersin?