Arama

Japonya'da Din ve Felsefe - Tek Mesaj #9

venüsün_kızı - avatarı
venüsün_kızı
Ziyaretçi
22 Mayıs 2006       Mesaj #9
venüsün_kızı - avatarı
Ziyaretçi
Japonya Örneğinde ‘Modern Aydın’ın Öncesi ve Sonrası

SALİH SELÇUK
ATSUKO FURUKAWA *

1860 yılının 24 Mart sabahı, Shogun naibi İi Naosuke Kamon-no-Kami, tipi halinde yağan kara aldırış etmeden 400 silahlı adamıyla birlikte Shogun’un sarayına doğru yol almaktadır. Japonya’yı Batılı ülkelere açmak konusunda kilit rol oynamış olan naib, birazdan, ülkenin en güçlü kişisinin karşısına çıkacağı için adamlarına tören giysileri giymelerini emretmiştir. Tipide birden ortaya çikan 17 samuray, kafiledeki herkesi haklar ve İi Naosuke’nin de başını uçurur. Olayı ayrıntılarıyla yazan Joseph Heco, 17 savaşçının böyle bir fırsatı aylarca beklediklerini ve buna çok iyi hazırlandıklarını anlatır. (1)

Bu, sıradan bir saldırı değildir. Saldıran 17 savaşçının amacı sadece İi Naosuke’yi öldürmek değildir, birlikte kaleme aldıkları bir manifesto vardır yanlarında ve orada şunlar yazmaktadır: ‘Barbarlarla ticari ilişkiler kurmak, bu barbarları saraylarda karşılamak, onlarla anlaşmalar yapmak, ülkemizin çıkarlarına aykırıdır ve bizim onurumuzu lekelemektedir. (…)’ (2) Burada, ‘barbar’ (gaijin) diye niteledikleri, Batı’dan gelen sömürgecilerdir. Başka bir Japon, onların gelmesi ile birlikte yerel ekonomideki yıkıcı değişiklikleri şöyle anlatır: ‘Barbarlarla yapılan ticaret her geçen gün daha da arttı ve herşeyin fiatı yükseldi. Çalışkan olanlar fakirleştiler.’ (3) Samurayların saldırısının nedeni bu kadar da değildi. ‘Mississippi’ gemisiyle birlikte Japonya’ya taşınan kolera, daha iki yıl önce ikiyüz bin insanın canını almıştı.

Japonlar’ın ‘Kara gemiler’ diye tanıdığı, Albay Perry’nin komutasındaki savaş filosu, Japon sahillerini topa tutarak Japonya’yı 1853’ten itibaren, Batılı düşünceye açılmaya, Batılılar’la ticaret yapmaya zorladı. Bu gelişmelerin ardından başlayan Meiji reformları (4) sırasında, savaşçı samuraylar gereğinde top/tüfekle yokedildiler. Ama Batı’nın herşeyi kabul edilip alınırken bile Batılılaşma, kontrollü bir şekilde yukarıdan aşağıya doğru uygulanan sıkı bir devlet politikasıydı. Sloganı ise, ‘Japon ruhu, (artı) Batı yeteneği’ (Wakon yosai) idi.

Fransız İhtilali ve Ekim Devrimi gibi büyük olaylar, modern Batılı aydına maledilirken, modern Japon aydını, Meiji reformlarının 1888’e kadar olan döneminde ortaya çıkmıştır (5) ve asla benzeri büyük olaylarla ilişkilendirilmez ve Batı’daki hemcinslerinin tersine hiç bir zaman güçlü olmamıştır. Japonya’da daha o zamanlar, modern/rasyonal düşünceyi aşmayı hedefleyenler vardı ve bu bağlamda ortaya çıkan ‘Japonya’ya dönüş’ (Nihon kaiki) fikri, toplumdaki etkisini yüz yıl kadar sürdürmüştür. Japon kültürü, diğer Doğu kültürleri gibi irrasyonal yanı ağır basan bir kültürdür ve bu Japonca dilinde de açıkça görülür. (Türkçe gibi bir Ural-Altay dili olan) Japonca bir Batılı için; son derece muğlak, absürd ve sezgilere önem veren bir dildir. (Ancak Japonlar, rasyonalizmin zorlamasına uyarak irrasyonal dillerinin/kültürlerinin yanında, Meiji döneminden beri son derece rasyonal bir bilim diline de sahiptirler ve birbirina tamamen zıt görünen bu ikisini bugün bir arada rahatça kullanmaktadırlar.)

Kitapların artık elle yazılmayıp basılmaya başlandığı dönemde, dünyada yeni bir tip düşünce tarzı yayılmaktaydı. Bu yeni düşünce tarzı, dünyayı anlamak için aklı esas alan, heşeyi parçalara ayırarak parçalar halinde inceleyen (ele alan), maddeden başka kuş tanımayan, mekanik düşünce tarzıdır ve doğası gereği kitabî bilgiye dayanır (kitabi olmayan tasavvufi/mistik/esrik/sezgisel bilgiyi ve bu yollardan varılan bütün sonuçları reddeder). "Bir yerde ne kadar çok yazılıp okunuyorsa, ne kadar çok kağıt tüketiliyorsa orası o kadar ileridir/gelişmiştir/zarttır/zurttur" önyargısı, bu mekanik düşünce tarzının tek düşünce tarzı sayılmasından kaynaklanır. Bugün dünyanın heryerinde, tarihte hiç olmadığı kadar çok okunup yazılıyor, ama o "okumuşlar", o sonsuz kâğıt tarlasının içinde global çevresel/sosyal felaketlere doğru, bilimsel bilimsel ilerliyorlar.

1453’den,17’inci yüzyıl ortasına kadar süren dönemde şekillenen bu düşünce tarzına kısaca ‘Rasyonal düşünce tarzı’ deniyor. Rasyonal düşünce tarzı, kurukuruya kullanılmadığı takdirde elbette kötü değildir. Saf/katışıksız (seküler) haliyle tarihte uç bir istisna teşkil etse bile, gene de düşünce tarihine bir katkı sayılabilir. Kötü olan şey, onun tek/doğru düşünce tarzı olduğunun (topla/tüfekle/roketle!) bütün dünyaya dayatılıp, insanlığın onbinlerce yıllık doğal düşünce biçimlerinin/tarzlarının önce "cehalet" ilan edilip baskı altına alınması ve sonra Aydınlanma/rasyonalizm/kapitalizm adına yok edilmesidir. Bu elbette tam anlamıyla başarılı olamamıştır ama insan ruhunda muazzam tahribat yapmıştır. Bugün ‘düşünce’ denince aklına önce Descartes gelenler, işte bu tahribatın çağdaş temsilcileridir. Bugün ise, son üçyüz yıllık rasyonal düşünce döneminde insanın neyi kaybettiğini içgüdüleriyle de olsa hissedenler, tütsülü/mumlu apartman dairelerinde taytlarıyla bağdaş kurup "meditasyon" falan yaparken "beynimizin tek tarafını değil, hem sağ hem de sol tarafını kullanalım" cinsinden cümleler kuruyorlar. İşte modern/rasyonal insan böyle yarım akıllıdır. Aklının yalnız rasyonel düşünen tarafını kullanır. (Ama -Tanrı’ya şükür- yarımlığını yavaş yavaş farketmektedir) Peki kaybedilen diğer yan nedir?

Ünlü İranlı filozof Dâryûş Şâyegân, bunu şöyle anlatıyor: ‘Asya’da bir bilgenin sahip olduğu değerle Batılı bir bilgine duyulan saygı bir değildir. (…) Bu bilge insanların çeşitli türleri arasındaki ortak yön, özgürlük, kayıtsızlık ve minnetsizlikti. (…) Aydın, Asyalı bilgenin sahip olduğu hürmete sahip değildir. (…) İran, Hint, Çin ve Japon manevi deneyiminin künhüne inecek olursak; (…) ortak bir manevi deneyim cevherinden söz etmenin mümkün olduğunu görürüz. Bu ortak cevheri belirleyen şey, bu uygarlıkların hepsinin bir şekilde farkında oldukları seçkin bir amaç olmuştur ve bu amaç kurtuluş ve özgürlüktür. (…) Gerçekleşme tarzı, (…) mistik deneyimle yoğrulmuş bir halde olmuştur: Bu deneyim ister Japon için satori, ister Hindu için mokşa, ister Çinli için Tao’da yok olmak, ister Müslüman ve İranlı için fenâ fillâh olsun.’ Msn Demon

Enternasyonal bir sözcük olan ‘entellektüel’, (Türkiye’de yaygın kullanılan şekliyle ‘aydın’); ‘genellikle öğrenim görmüş, çok okumuş, kültürlü, bilgili, görgülü, ileri ve açık düşünceli, kendisi aydınlanmış (?) olduğu için çevresini de aydınlatabilecek nitelikte olan kimse’ diye tarif ediliyor. (7) Entellektüel, ‘idrak eden kişi’ anlamında bir söz Msn Note ve doğrudan ‘akıl’a atıfta bulunuyor. Dünyada "entellektüellerin" hemfikir olduğu şekliyle (klasik anlamda) ‘aydın’, Aydınlanma’nın ürünü seküler/rasyonal düşünceyi ve onun klasiklerini yutmuş, o fikrin temsilcisi modern akıllı-okur-yazar anlamında kullanılmaktadır.

Japonca’da, ‘aydın’ sözcüğünün karşılığı olarak birçok sözcük kullanılıyor: ‘Bilgili şahsiyet’, ‘Eğitimli kişi’ gibi sözcükler bunlar. Örneğin İkinci Dünya Savaşı sonrasının aydınına ‘chishikijin’ deniyor ama Batı dillerinden esinlenerek kullanılan ‘interi’ diye de bir sözcük var -ki mürekkep yalamış herkesi ifade edebiliyor. Bundan daha ilginç olanı, küçümseyerek söylenen ‘bunkajin’ (kültürlü insan) diye başka bir sözcük (Bu sözcüğü Türkçe’ye ‘Entel’ diye çevirebiliriz). Daha çok, medya güllerine verilen bir ad bu. "Sistemin akıllısı" anlamında kullanılan ‘entellektüel’ sözü Japonya’da ve Türkiye’de halk arasında, daha çok negatif/itici çağrışımlar yapan bir sözcük ve yuvarlanarak ‘entel’ haline getirilmesinin (küçültülmesinin) -bizce- başka köklü nedenleri de var. Bu nedenlerin başında; ‘aydın/entellektüel’ -her kim ise- onu tanımlayan kişinin de, gene kendisi, yani bizzat ‘aydın/entellektüel’ olmasıdır. Bu tavır bile, Doğu’nun (ve Batı’nın) mütevazi bilgesine ve insanına tamamen testir. Bu nedenle Japonya’da "ben aydınım" diyen sevilmez. (Eskiden Türkiye’de de böyleydi) Rasyonal düşüncenin dünyanın tamamına hakim olmasına rağmen, Doğu ve Batı aydını arasında önemli farklılıklar var. Dimitri Kitsikis, dünyayı sosyopolitik bakımdan Batı, Doğu ve Ara bölge olarak üçe ayırır (Ara Bölge en genel anlamda: Müslüman ve Ortodoks-Hristiyan dünyasıdır. Yani, Balkanlar’dan Çin’e ve Hindiçin yarımadasına ve Indüs nehrine kadar uzanan bölgedir. Güneyde de Kuzey/Orta Afrika’yı içerir). (9) Kitsikis sosyopolitik alana yoğunlaşır ama bu ayrım, düşünce tarzlarının farklı kalitelerine de işaret etmektedir. İnsanın ruh/düşünce coğrafyasına değinirken iki ana bileşkenden sözedebiliriz: Rasyonel ağırlıklı olan (Batı) ile irrasyonel yanı çok güçlü olan (Doğu). Bügünkü haline göre biraz basitleştirecek olursak: Batı düşüncesinin tamamına yakını rasyoneldir; Doğu düşüncesinin ise rasyonel yanı ile birlikte/birarada bir de irrasyonel yanı bulunur. Kitsikis’den başka kimsenin değinmediği Ara bölge ise, Doğu ile Batı’nın sentezlendiği bölgedir. Kitsikis, Ara bölgenin diğer ikisinden farklı olduğunu söyler ama Ara bölgenin asıl farkının, göçebe-kültür kökenli insanların yoğun etkisi altında şekillenmiş olduğu konusuna girmez. Rasyonalizm, insan doğasının (birarada varolması gereken) rasyonal/irrasyonal faktörü arasına yüksek duvarlar örmekte, bir tarafı (rasyonel) ‘Bilimsel’, diğer tarafı (irrasyonel) ‘Sanatsal’ gibi sığ/yapay kategorilere sokmaktadır. Oysa bu ikisi, Taoizm’deki Yin ve Yang (10) gibidirler. İkisi de birbirinden tamamen farklı olmasına rağmen, birbirini tamamlarlar. Bu, Doğu felsefesinin temel taşıdır ve tarihin en materyalist Çinlisi Mao Zedung tarafından bile, ‘Zıtların Birliği’ adı altında, Doğu’da sosyalist teoriye sokulmuştur.

Japonya’da klasik rasyonal aydın’ın zirvelerden düşüşü, daha soğuk savaş döneminde başladı. 90’lı yıllarda ise Japonya’nın (ve Türkiye’nin) endüstri/medya toplumu olması ile birlikte aydın, her türlü otantik/özgün özelliğini bir kenara atarak, televizyonun sığ/aptallaştırıcı çerçevesine sığmaya çalışmış ve okumuş kitleleri eğlendiren entel-enterteynere dönüşmüştür. Ayrıca, modern ütopyaların çökmesi nedeniyle rasyonal aydın, her türlü gelecek perspektifini yitirmiştir ve dayanacak sağlam zemini göçmüştür.

Bugünkü haliyle rasyonal aydın, medyaya günlük malzeme üreten, yüksek maaşlı yazı/laf işçisi haline gelmiştir. Söylediği ahım-şahım hiçbirşey yoktur. (Zaten yazıp konuşmaktan, düşünmeye/hissetmeye/okumaya pek zamanı kalmamaktadır) Şimdilik tek avantajı, yazan ile okuyan arasındaki malum asimetrik durumdur. Yani birşeyler yazan kişi odur ve millet de gazete okumaya alışkın olduğundan, alıp onu okumaktadır. Tabii bu klasik asimetri, internet sayesinde hızla bozulmaktadır. Artık herkes biryerlerde yazabilmekte ve iyiyse okunmaktadır. Bu nedenle, medyada göründüğü için otomatikman aydın sayılan medya enterteyneri ve rasyonal köşe yazarına, bugünkü şekliyle orta vadede gerek kalmayacaktır.

Japonyada medya entellektüelinin yeni prototipi, son dönemde ‘mistik entellektüel’ diye adlandırılan bir gruptur. Bunlar, düşüncenin rasyonal yanından çok irrasyonal/mistik yanından yola çıkan, Zen Budizm (11), Hint düşüncesi, Şinto (12) gibi konularda gerçek anlamda derinliğe sahip yaşlı-başlı kişilerdir. Fakat sistemin ekonomik yanıyla ilgilenmemektedirler. Sistemin teorik anlamda iflasının her geçen gün daha da belirginleştiği günümüzde Doğu aydını, özellikle son Asya (ekonomik) krizinden beri önemli bir değişim göstermektedir. Soğuk savaş döneminde ve 90’lı yılların ilk yarısında, aydınlar tarafından adeta kutsal bir şeymiş gibi kayıtsız/şartsız uygulanan/savunulan Batı tipi klasik demokrasi ve Batılı değerler, yerel özelliklerle harmanlanmaya başlandı. Bu, henüz çok belirgin değildir ama Doğu’daki esas eğilimin istikametine işaret etmektedir. Yakın zamana kadar global bir yönetim şekli olan şabloncu demokrasi ve Batılı değerler, global kapitalist ekonominin sallanmaya başlamasıyla birlikte bunlardan uzaklaşılıyor ve uzaklaştıkça yerel demokrasilerin özgüvenleri de artıyor. Sorunları çözmek için heryerde, eski bölgesel/yerel siyasi/tarihi deneyimlerden, eskiye oranla daha fazla yararlanılmaktadır. Örneğin Japonya’da seçim öncesi kulis arkası çalışmaları, sonuçlarda daha belirleyici olmaya başlarken, Çin’de (ve Vietnam’da) Komünist Parti’nin siyasi kontrolü daha yerel (özellikler taşıyan) ve (buna rağmen) özgürlükleri kısıtlamayan yöntemlere başvuruyor. Bu gidişle, klasik şabloncu Batı demokrasisi ile yerel özgün demokrasiler arasındaki farklılık gittikçe daha belirginleştirecektir. Bu süreçte ortaya çıkan ‘Düşünen/hisseden, ruh sahibi mütevazi kişiler’, global sistemi; yerel/eski değerlere dayanarak, geçmişe doğru değil, geleceğe doğru aşmaktan yanalar.

Bu insanların duyarlı olduğu konu şunlar: Dünya’da çevre kirliliğinin ve ekonomik/sosyal bozulmanın geri döndürülemez sınırlarına gelinmek üzeredir. Eğer bundan yirmi sene sonra da temiz hava solumak, temiz su içmek, iklimlerin bozulması gibi kökten felaketler yaşamak istemiyorsak; global kapitalist sistemi, onun para sistemini ve insanların her türlü doğal kaynağı tüketen işmahkumu/parabağımlısı modern yaşam tarzını aşmak zorundayız. Artık popülizmin hiç bir anlamı kalmamıştır. Bu dünyada zengin/fakir/doğulu/batılı herkes aynı havayı soluyor. Doğal yaşam koşulları ortadan kalktıktan sonra paranın/çalışmanın ne anlamı olabilir?

Bu global yaşamsal-sorunu aşmak için, ruh coğrafyasının üç bölgesinin üç aydın tipi, güçlü oldukları üç farklı tarzda hepbirlikte, insanlığın bütünü ve tüm kutsal değerleri adına, yapıcı ve özgürlükçü bir çaba göstermelidirler. Zaman aleyhimize işliyor. Bu yüzden eleştirinin dozu yüksek olmalı ve hiç bir popülist, medyalamacı, sığ/dar çerçeveye girmemelidir. Sizce de artık kendimize gelmenin, kültürcü modern ayrı-gayrılıkları bir kenara bırakmanın, bıcırık bebişleri ve bir yeryüzü cennetinde yaşamasını istediğimiz gelecek nesilleri düşünmenin zamanı gelmedi mi?

* Japon bilimci. Dil uzmanı ve çevirmen