Arama

Dua Ufku - Tek Mesaj #104

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Mayıs 2006       Mesaj #104
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Dua, zikir, Mecmuatü'l-Ahzab ve el-Kulûbü'd-Dâria üzerinde geçen hafta bir nebze durmuştuk.
Bu yazı dizisinde evvela, el-Kulûbü'd-Dâria'dan seçtiğimiz dualardan mecmuanın 55. sayfasında yer alan Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin ‘Münacâtü's- Seheriye'sine yer vermek istiyoruz.
Abdülkâdir Geylânî (kaddesellahü sirrahû), hakkında kelâm etmenin zâid olacağı, cümle âlemin malûmu bir Hak dostudur. Tasavvuf tarihinde öteden beri Gavsü'l-a'zam, Kutb-u Rabbânî, Sultânü'l-evliya, Kutbü'l-a'zam gibi üstün pâyelerle anılagelmiş, emsali nâdiren gösterilebilecek âlî bir zincirin altın bir halkasıdır o. Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle ‘ hem ş ahsen, hem vazifeten büyük ve harika zâtlardan birisidir.' Hem seyyid hem de şeriftir. Yani, Hazreti Geylânî'nin nüfus kütüğündeki silsilenin üst basamaklarına doğru çıkıldıkça hem Hazreti Hüseyin hem de Hazreti Hasan efendilerimizle karşılaşılır. Evet, o, aslı da nesli de pırıl pırıl, İslam'ın, insanlık tarihine armağan ettiği en müstesna değerlerden birisidir. Mevsûk eserlerde kaydedilen o kadar çok menkıbesi vardır ki, saymakla tükenmez. Sünnet-i seniyyeyi hayatına tatbik ve ahlâk-ı hasene ile tahalluk (ahlaklanma) hususunda o kadar yükseklerde dolaşmıştır ki, ne kalemler ne de mürekkepler onun ‘hal'lerini ifadeye yetmez. İşte bunun için o ve onun gibi hep yükseklerde pervaz eden Allah dostlarından bahisler açmakla onların kıymetlerine bir kıymet ilave edilemeyeceği müsellem bir hakîkattir. Bizim onları yâdetmekten muradımız, onları anmak suretiyle bereket ve feyze nâil olmak ve tanışıklık hesabına onlara bir nâme göndermekten ibarettir. Cenab-ı Mevlâ, ötelerde, bizi o büyüklerin şefaatine nâil eylesin! Amin!
Abdülkâdir Geylânî hazretleri de hiç şüphesiz bütün evliyâullah gibi bir dua insanı ve bir gece aşığıdır. Onun az sonra vereceğimiz münacâtına ve daha başka niyazlarına bakıldığında görülecek şey, Cenab-ı Hakk'a karşı ondaki teveccüh yoğunluğu, el açıp dua etme aşk u iştiyakı, dualarındaki aşkınlık, büyüleyicilik ve derinliktir. Tabiî o da bizim idrak ufkumuzun –bizim gibiler için ufuksuzluk demek belki de daha doğru olur- dar çerçevesine girebildiği kadar..
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin hayatını ele alan eserlerde onun dua hakkında şöyle dediği nakledilir:
“Allah ü Teâlâ'dan dünya ve ahiretin hayırlarını iste! Sakın; ‘Ben istiyorum. Fakat Allah vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim.' deme! Duaya devam et! Eğer istediğin şey ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allah ü Teâlâ'dan istedikten sonra, onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızık ezelde senin için takdir edilmemiş ise, Allah ü Teâlâ seni o şeye muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rıza gösterme nimetini ihsan eder. Eğer senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allah ü Teâlâya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allah ü Teâlâ sana razı ve memnun olacağın bir hal verir. Eğer , ezelde borçlu olmak takdir edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için dua edersen, Allah ü Teâlâ alacaklıyı sana kötü muamele etme halinden vazgeçirir. Hatta borcundan azaltma veya hepsini bağışlama haline çevirir. Eğer dünyada borçlu halden kurtarmazsa buna karşılık sana bol sevap verir.”
Bu kısacık girişten sonra şimdi El-Kulûbü'd-Dâria'da yer alan duamızı, eksik-gedik de olsa, bir tercümesi ile verebiliriz:
* * *
إِلٰهِي غَلَّقَتِ الْمُلُوكُ أَبْوَابَهَا، وَبَابُكَ مَفْتُوحٌ لِلسَّائِلِينَ * إِلٰهِي غَارَتِ النُّجُومُ، وَنَامَتِ الْعُيُونُ، وَأَنْتَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ، اَلَّذِي ﴿لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ﴾ إِلٰهِي فُرِشَتِ الْفُرُشُ وَخَلَا كُلُّ حَبِيبٍ بِحَبِيبِهِ، وَأَنْتَ حَبِيبُ الْمُجْتَهِدِينَ، وَأَنِيسُ الْمُسْتَوْحِشِينَ * إِلٰهِي إِنْ طَرَدْتَنِي عَنْ بَابِكَ فَإِلَى بَابِ مَنْ أَلْتَجِي * إِلٰهِي إِنْ قَطَعْتَنِي عَنْ جَنَابِكَ فَجَنَابُ مَنْ أَرتَجِي * إِلٰهِي إِنْ عَذَّبْتَنِي فَإِنِّي مُسْتَحِقٌّ لِلْعَذَابِ وَالنِّقَمِ، وَإِنْ عَفَوْتَنِي فَأَنْتَ أَهْلُ الْجُودِ وَالْكَرَمِ * يَا سَيِّدِي لَكَ أَخْلَصَ الْعَارِفُونَ، وَبِفَضْلِكَ نَجَا الصَّالِحُونَ، وَبِغُفْرَانِكَ أَنَابَ الْمُقَصِّرُونَ، يَا جَمِيلَ الْعَفْوِ أَذِقْنِي بَرْدَ عَفْوِكَ وَحَلَاوَةَ مَعْرِفَتِكَ، وَإِنْ لَمْ أَكُنْ لِذٰلِكَ أَهْلًا، فَإِنَّكَ أَهْلُ التَّقْوَى وَأَهْلُ الْمَغْفِرَةِ
Ey Yücelerden Yüce Rabbim! Bütün mal ve mansıp sahipleri kapılarını sürmelediler. Sen'in yüce dergahının kapısı ise asla kapanmaz ve dilekte bulunanlara her zaman açıktır.
Ya Rabbî, Ya İlahî! Yıldızlar gaybûbet âlemine, gözler de uykuya daldılar. Sen ise, ey Rabbim, Hayy'sın, Kayyûm'sun; uykudan, uyuklamadan sonsuz defa münezzeh ve müberrâsın.
Ya Rab! Gece, karanlığıyla mevcûdâtın üzerini örtünce döşekler de seriliverdi ve sevenler sevdikleriyle başbaşa kaldılar. Sen, Sen'in yolunda, Sana ulaşma istikametinde cehd ü gayret içinde bulunanların biricik sevgilisi, (benim gibi) yalnızlık gurbetine maruz kalanların da yegane enîsisin!
Ya İlâhî! Ulu dergâhına sığınan bu kimsesiz kulunu kapından kovacak olursan ben gidip hangi kapıya iltica edebilirim ki! İlâhî! Yakınlığından mahrum edersen beni, o zaman ben kimin yakınlığını umabilirim ki! İlâhî! Şayet Sen bana azap etmeyi murad buyurursan, ben biliyorum ki, cezalandırılmaya fazlasıyla müstehakım! Fakat affınla sarıp sarmalarsan, o da Sen'in lütfun ve keremindir.
Ya Seyyidî, ya İlâhî! Marifet erbabı kulların Sen'i bulduklarında Sen'den başka ne varsa hepsinden yüz çevirmişlerdir. Salih kulların Sen'in fazlınla necâta ermişlerdir. Taksîratı pek çok günahkarlar da “Tevbe, ya Rabbi!” deyip yine Senin kapına yönelmişlerdir.
Ey affı güzel Rabbim! Ne olur, affının serinliğini ve marifetinin halâvetini benim ruhuma da duyur ve beni onlarla doyur! Her ne kadar ben bunlara lâyık olmasam bile, haşyetle önünde iki büklüm olup ikâbından sakınılmaya lâyık olan da, mücrimlerin günahlarını bağışlama şanına yaraşan da yalnız Sen'sin!
* * *
Burada istidrâden ifade edelim ki, virdin aslındaki üslup güzelliğinin ve fesâhatin –avam tabiriyle– bu yarım yamalak tercüme ile zedelendiği, örselendiği ve kıymet-i asliyesinin haleldâr olduğu muhakkaktır. Onun için de manası bellendikten sonra duanın kalbe heyecan katan, ruha da incelik kazandıran asıl metni terdâd edilmeli ve tadı, şîvesi içte duyulmaya çalışılmalıdır.

Seherlerde Eser Bâd-ı Tecellî
Yukarıda, Abdülkâdir Geylânî hazretlerine ait bu duanın isminin ‘münacâtü's- seheriye' olduğu ifade edilmişti. ‘Seher' kelimesi bilindiği üzere, gecenin sonu ve fecirden az evvelki vakti ifade etmektedir. Kelime ‘ha' ile değil de ‘güzel he' ile ele alınacak olursa, o zaman da gecenin tamamını uykuyla geçirmeyip bir kısmında uyanık halde bulunmak anlamına gelir. Böyle olunca seher vakti denildiğinde teheccüd vakti de dahil olmak üzere işrak vakti (güneşin doğuşu)na kadar geçen zamanın kastedildiği anlaşılabilir. Seher vakitleri Allah'tan gelen tecellî esintilerinin en yoğun şekilde dalga dalga yayıldığı kutlu zaman dilimleridir. Abdülkâdir Geylânî hazretleri de –muhtemelen– bu virdini daha ziyade gecelerde, seher vakitlerinde okuyor ve bu zaman dilimlerinde okunmasını arzu ediyordu.
Cenab-ı Allah, Kur'an-ı Kerim'de, iki grup ayet-i celîlede seher vaktinin önemine işaret buyurmuştur. İlki Âl-i İmran suresinin 15, 16 ve 17. ayetleridir ve meâlleri şu şekildedir:
“De ki: Size, ihtirasla istediğiniz o şeylerden çok daha iyisini bildireyim mi? İşte Allah'a karşı gelmekten sakınan müttakiler için Rabbileri nezdinde içinden ırmaklar akan cennetler olup, kendileri orada ebedî kalacaklardır. Hem orada onlara tertemiz eşler ve hepsinin de üstünde Allah'ın rızası vardır. Allah bütün kullarını hakkıyla görmektedir. O müttakiler: ‘Ey bizim ulu Rabbimiz, biz iman ettik, günahlarımızı bağışla ve bizi Cehennem azabından koru!' diye yalvarırlar. Onlar sabırlı, imanlarında sadık ve samimi, Allah'ın huzurunda itaatla divan duran, mallarını hayırda harcayan, seher vakitlerinde Allah'tan af dileyen müminlerdir.”
İkincisi ise, Zâriyat suresinin 15, 16, 17 ve 18. ayetleridir ve Allah (celle celâlühû) bu ayetlerde meâlen şöyle buyurmaktadır:
“... ama müttakiler bahçelerde, pınar başlarındadırlar. Rabbilerinin kendilerine verdiği mükâfatları almaktadırlar. Çünkü onlar, daha önce dünyada sâlih amel işleyen kimselerdi. Geceleri az uyurlardı. Seher vakitleri istiğfar ederlerdi.”
Gecenin, seher ve fecir vakitlerinin namaz, Kur'an tilaveti, ilimle iştigal, dua ve niyazla Cenab-ı Hakk'a teveccühte bulunma gibi ibadet ü taatla değerlendirilmesi üzerinde ne kadar durulsa sezâdır ve başta Allah Rasûlü (sallallahü aleyhi vesellem) olmak üzere ümmetinden seçkin kulların hayat-ı seniyyeleri bu vakitlerin uyku gafletinde değil de uyanık ve Hak'tan gelecek tecellîleri avlama peşinde geçirimesi gerektiğini en güzel şekilde ortaya koymaktadır. Evet, Efendimiz bizim için biricik ‘üsve-i hasene/güzel örnek'tir ve ümmetinin ileri gelenleri de ortaya koydukları hayat tarzlarıyla kendilerine uyulması gereken birer muktedâ bih'tirler.

Sadece Bir-İki Örnek
İbrahîm b. Hâtıb (radıyallahü anh) babasından naklediyor: “Mescidin bir köşesinde seher vaktinde birisini Allah'a el açmış yalvarırken gördüm. Şöyle diyordu: ‘Rabbim! Sen emrettin, ben de Sana itaat ediyorum. İşte seher vaktinde kapına geldim, hatalarımı bağışlamanı diliyorum.' Bir de baktım ki, o zât, Allah Rasûlü'nün sâdık yârânından Abdullah ibn-i Mes'ud hazretlerinden başkası değil.”
Bu konudaki bir başka örneğimiz de yine sahabenin en mümtazlarından Abdullah ibn-i Ömer (radıyallahü anh)tır. Gördüğü bir rüya münasebetiyle Peygamber Efendimiz, onun hakkında, “İbn-i Ömer ne salih bir kuldur. Keşke gecelerini kıyamla ihya etse!” buyurmuş, o da bu emr-i nebevîyi duyduktan sonra çok az bir kısmı hariç geceleri hep uyanık vaziyette geçirmeye başlamıştı. Mevlâsı Nafî' (radıyallahü anh) onun seherlerdeki hâlini şöyle anlatır: “İbn-i Ömer geceyi namazla geçirir sonra da ‘Ey Nafî'! Seher vakti geldi mi?' diye sorardı. ‘Evet' cevabını alıncaya kadar namaz kılmaya devam eder, ondan sonra da istiğfara başlar, sabahı dua ederek karşılardı.
Enes b. Mâlik (radıyallahü anh) da, “Biz seher vakitlerinde yetmiş defa istiğfar çekmekle emrolunduk” derdi.
Cafer b. Muhammed hazretleri, “Kim geceyi namazla ihya eder, gecenin sonunda da yetmiş defa istiğfarda bulunursa o, -ayet-i celîlede geçen- ‘müstağfirîne bi'l-eshâr/seherlerde istiğfar edenler'den sayılır” demiştir.
Tirmizî'nin bir rivayetine göre, Hazreti Yakub (aleyhisselam) evlatlarına, ‘Sizin için tevbe ve istiğfarda bulunacağım” demiş ve hemen istiğfarda bulunmayarak istiğfarını kıymetinden dolayı seher vaktine ertelemiştir. Nitekim Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ) bir hadis-i şeriflerinde, “Cenab-ı Allah her gece dünya semasına nüzûl buyurur ve ‘Melik Benim, Melik Benim. Dua edenlere icabet eder, dileği bulunanların muradını gerçekleştirir, arınmak için istiğfarda bulunanları da bağışlarım' der ve bu hal fecrin doğuşuna kadar devam eder” demiştir.
Alî ibn-i Bekkâr (‘Bekkâr', erken kalkan/erkenci manasına gelir) hazretleri de, “Tam kırk senedir beni güneşin doğmasından daha fazla üzen bir şey olmamıştır” der ve gecelerle olan aşkını seslendirirdi.
Fudayl b. İyaz (radıyallahü anh) da aynı duyguyu şöyle terennüm ederdi: “Güneş gurûba kayınca Rabbimle başbaşa kalma imkanı bulabildiğim için içim ferah ve sürûrla dolar. Güneş doğduğunda da işte o kadar üzülürüm.”
Yine ehlullahtan Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle derdi: “Leylî/gececilerin Allah huzurunda durmaktan aldıkları lezzet, oyun ve eğlence peşinde koşanların yaptıkları şeylerden aldıkları lezzetten daha fazladır. Şayet geceyi huzurda geçirenlere duydukları zevk ve lezzet ile amellerinin sevabı arzedilseydi onlar mutlaka birinciyi tercih ederlerdi.” Ebû Süleyman (radıyallahü anh)'ın ibadet ü taatın lezzet ve zevk için de yapılabileceğini düşüneceğine ihtimal verilemeyeceğine göre onun bu ifadeden kastının gecelerin insanın ruhuna ve gönlüne attığı ve beklentisiz gelen münezzeh zevk ve lezzet olduğu anlaşılacaktır.
Bazı Allah dostları da: “Dünyada Cennet nimetlerine benzeyen bir tek şey kalmıştır. O da Allah dostlarının gecelerde yaptıkları münacaatın halavetidir. Allah onu sadece dostlarına duyurmuştur ki, başkasının onu duyması mümkün değildir” demişlerdir.
Muhammed ibnü'l-Münkedir (radıyallahü anh) da, “Dünyaya ait üç tane hakikî lezzet vardır. Bunlardan birincisi geceleri kıyamla geçirmek, ikincisi dostlarla sohbet meclislerinde biraraya gelmek, üçüncüsü de namazları cemaatle kılmaktır.” der.
Yine evliyaullahtan birisi şöyle demiştir: “Allahü Teâlâ seher vaktinde uyanık bulunan kullarının kalblerini nurlarla doldurur.”
Bu sayılanların sadece birkaç misalden ibaret olduğunu söylemeye gerek bile yok. Büyüklerden hangisinin sergüzeşt-i hayatına bakılacak olursa olsun, onların geceleri ve seher vakitlerini mutlaka dolu dolu değerlendirdikleri görülecektir. Zaten onları seyr u sülûk-i rûhânîde, kalbin zümrüt tepelerinde zirvelere taşıyan en önemli dinamiklerden birisi de hiç şüphesiz geceler olmuştur.
Sözümüzü bir dua ve niyaz kahramanı olan Bediüzzaman hazretlerinin 18. Söz'ün hâtimesine dercettiği birkaç mısra ve Fârisî ifadenin tercümesiyle bitirmek istiyoruz:
“Seherlerde eser bâd-ı tecellî
Uyan ey gözlerim vakt-i seherde
İnayet hâh zi dergâh-ı ilâhî
Seherdir ehl-i zenbin tevbegâhı
Uyan ey kalbim vakt-i fecirde
Seher vakti, haşir meydanını andırır. Her şey uyanmış gelmiş, tesbih ediyorlar. Ey nefsim, sen ne zamana kadar böyle gaflet uykusu içinde kalacaksın?! Ömrünün ikindi vakti gelmiş, kabre doğru sefer başlamıştır. Bütün varlığı terkediyorsun. Ney gibi inlemek için niyaz ve namaza gayret et! De ki, ‘Ya Rab! Pişmanım, mahcûbum, utanıyorum. Sayısız günahlardan dolayı perişanım. Zelîlim, gözlerim yaş dolu, hayatım kararsız. Garibim, kimsesizim, yalnızım, zayıfım, güçsüzüm, hastayım, âcizim, iradesizim. Aman diliyorum.. af arıyorum.. yardım istiyorum Senin dergâhından ey Allahım!..”