Arama

Kültürel varlık nedir? - Tek Mesaj #3

Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
19 Kasım 2008       Mesaj #3
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Bilindiği gibi doğal ve kültürel varlıklar, herhangi bir bireyin ya da toplumsal sınıfın emek ve sermaye harcamasıyla oluşmaz. Çoğunluğunun varlıklarını sürdürebilmesi için de yine herhangi bir bireyin ya da toplumsal sınıfın emek ve sermaye harcaması gerekmez. Öyle ki, özel olarak düzenlenmediğinde, bu varlıkların getirilerinden herkese yararlanabileceği gibi götürüleri de herkesi etkiler. Bu nedenledir ki, tüm doğal ve kültürel varlıklar kamusal varsıllıklardır; dolayısıyla, kamu yararını ençoklayabilecek doğrultuda "değerlendirilmeleri" gerekir.
Ancak, bilindiği gibi, kapitalist üretim ilişkileri, bu gereğin yerine getirilmesini gücü yettiğince engellemeye, en azından güçleştirmeye çalışır, bu doğrultuda çeşitli düzenekler geliştirir ve işletir. Tüm tarihsel dönemlerde ve dünyanın her yanında çoğu zaman en acımasız biçimde işletilen bu yönelimde temel sürecin sermaye birikimi olduğu bilinmektedir. Kapitalist üretim ilişkileri ancak bu süreci geliştirebildiği ölçüde varlığını sürdürebilmiş ve yaygınlaşabilmiştir. Bu evrensel gerçeklikler, özellikle son yirmi yirmibeş yıldır hem dünya genelinde hem de Türkiye özelinde, deyiş yerindeyse gözle görülebilir elle tutulabilir somutlukta yaşanmaktadır. Emeğin yanı sıra doğal ve kültürel varlıkların, örnekleri ancak 19. Yüzyılın başlarında görülebilecek biçim ve düzeyde sömürülmesine yönelik düzenlemeler artık ülkemizde olağanlaşmıştır.
Mayıs ayı başlarında 3996 sayılı "Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkından Kanun"da yapılan değişiklik de siyasal iktidarın "orman" sayılan arazilerin, otlakların, bozkır ve makiliklerin, verimli tarım arazilerinin, kıyıların, akarsu ve göllerin, yaylaların vb doğal varlıkların çeşitli yollarla yerli ve yabancı sermayeye açma çabasının en son örneklerinden birisidir.
Siyasal iktidar artık "sineğin de yağını çıkarma" çabasında...

Bilindiği gibi, 3996 sayılı Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkından Kanun, "...kamu kurum ve kuruluşlarınca (kamu iktisadî teşebbüsleri dahil) ifa edilen, ileri teknoloji ve yüksek maddî kaynak gerektiren bazı yatırım ve hizmetlerin, yap-işlet-devret modeli çerçevesinde yaptırılmasını sağlamak" amacıyla, 1994 yılında, çıkarılmıştır. Akla gelebilecek her türlü kamusal "...yatırım ve hizmetlerin yaptırılması, işletilmesi ve devredilmesi konularında, yap-işlet-devret modeli çerçevesinde sermaye şirketlerinin veya yabancı şirketlerin görevlendirilmesini..." düzenleyen Yasada Mayıs ayı başında yapılan değişiklikle, kapsam alabildiğine genişletilmiş, uygulama da büyük ölçüde kolaylaştırılmıştır. Öyle ki, bu düzenlemeyle "...milli park (özel kanunu olan hariç), tabiat parkı, tabiatı koruma alanı ve yaban hayatı koruma ve geliştirme sahalarında planlarda öngörülen yapı ve tesisler..." de "yap-işlet-devret" kapsamına alınmıştır.
Milli parklar, tabiat parkları, tabiatı koruma ve yaban hayatı koruma ve geliştirme alanları da ticari yapılaşmaya açılacak !

Bilindiği gibi ülkemizde milli parklar, önceleri 1956 yılında çıkarılan 6831 sayılı Orman Kanunu‘nun 25. maddesi ve milli parkların yanı sıra tabiat parkları, tabiatı koruma alanları 1983 yılında çıkarılan 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu, yaban hayatı koruma ve geliştirme alanları ise 2003 yılında çıkarılan 4915 sayılı Kara Avcılığı Kanunu uyarınca belirlenmekte ve yönetilmeye çalışılmaktadır. Kolaylıkla kestirilebileceği gibi, çok özel doğal, tarihsel ve kültürel özellikleri nedeniyle daha etkili biçimde korunabilmesi için ayrılan bu alanların özel yaklaşım ve tekniklerle yönetilmesi gerekmektedir. Başka bir söyleyişle; bu alanların tüm öğeleri ve süreçleriyle korunması, hem koruma altına alınmalarının doğası gereğidir hem de Anayasanın 63. maddesi ile anılan yasaların zorunlu kıldığı temel bir yönetsel ilkedir. Sözgelimi, 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu‘nun 2. maddesine göre;
"tabiatı koruma alanları, bilim ve eğitim bakımından önem taşıyan, tehlikeye maruz veya kaybolmaya yüz tutmuş ekosistemler, türler ve tabiat olaylarının meydan getirdiği seçkin örnekleri ihtiva eden ve mutlaka korunması gerekli olup sadece bilim ver eğitim amaçlarıyla kullanılmak üzere ayrılmış tabiat parçalarıdır"
biçiminde tanımlanmaktadır. Yasanın 10. maddesine göre bu alanlarda sözü edilen amaçlar dışında kullanımlara izin verilemez. Oysa, 3996 sayılı "Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkından Kanun"nda yapılan söz konusu değişiklikle, bu alanlarda bile "yap-işlet-devret" yaklaşımıyla ticari yapılaşmaların yolu açılmış olmaktadır.
Hangi yasa uygulanacak ?

Söz konusu değişiklikle, iki yasa arasında çelişkili bir durum da yaratılmıştır: 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu‘nun yukarıda değinilen 2 ve 10. maddelerine göre, "tabiatı koruma alanlarında", bilimsel araştırma ve eğitim dışında hiçbir etkinliğe izin verilmemesi gerekmektedir. 3996 sayılı yasa da yapılan değişiklik ise "sermaye şirketlerinin veya yabancı şirketlerin..." bu alanlarda da işletebilecekleri tesisleri yapmalarını olanaklı kılmaktadır. Öyle ki, bu durumda hangi yasanın uygulanacağı, bu çelişkinin nasıl giderilebileceği belirsizdir.
Doğa rantı özelleştiriliyor...

Yapılmak istenenin "doğa rantının" özelleştirilmesi, giderek de yabancılaştırılmasının dışına başka bir amacı yoktur: Milli parklar, tabiat parkları, tabiatı koruma ve yaban hayatı koruma ve geliştirme alanları, görece olarak üstün sayılan doğal özelliklere sahip oldukları varsayıldığı için ayrılmış ve yasal olarak koruma güvencesine kavuşturulmuştur. Bu nedenle de, görece olarak daha az bozulmuş, yapılaşmış ve kirlenmiş alanlardır. Dolayısıyla, bu gibi alanların sahip oldukları "doğa rantı", çevresindeki alanlara göre çok daha yüksektir. Siyasal iktidar bu gerçeğin de ayırdına varmıştır ve üstlendiği misyonun gereğini yerine getirmeye; "doğa rantını" da özelleştirmeye çalışmaktadır. Böylece; 2006 yılı sonu itibariyle, tümüne yakın bir kısmı "devlet ormanı" sayılan yaklaşık 3 milyon hektar alandaki;
•· 38 milli park (877 616 hektar),
•· 21 tabiat parkı (76 869 hektar),
•· 22 tabiatı koruma alanı (64 353 hektar) ve
•· 123 yaban hayatı koruma ve geliştirme alanının (1 851 317 hektar)
"doğa rantına" özel yerli ve yabancı sermayeli şirketler tarafından el konulabilecektir. Böylece, 2005 yılında "...eko-tarım ürünleriyle AB pazarlarında yüksek gelir sağlamayı hedeflediklerini..." belirten ve ardından da;
"...Dilek Yarımadası Menderes Deltası Milli Parkı Uzun Devreli Gelişme Planı çerçevesinde tarıma uygun Hazine arazilerini çiftçilere kiralayacaklarını belirterek, Almanya ve Hollanda gibi ülkelerden talep aldıklarını kaydetti. Almanya, Çanakkale‘deki Troya Tarihi Milli Parkı için teklif verdi. Hollanda ise büyükelçilik düzeyinde başvuruda bulundu."
açıklamasını yapan Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürü‘nün yaklaşımına hukuksal dayanaklar da sağlanmış olmaktadır.
***

Kapitalizm, ülkemizde de, deyiş yerindeyse "denize düşmüş, yılana sarılma" açmazına girmiştir; yeni ve daha kolay sermaye birikim alanları bulma çabası içindedir. Bu amaçla, şimdilerde ülkemizin, henüz tümüyle yerli ve yabancı sermayeye açılmamış her türlü doğal ve kültürel varsıllığına yönelmiştir. Siyasal iktidar ise, yine deyiş yerindeyse "meydanı boş bulmuştur" ve türlü olanağı yerli ve yabancı sermayeye sınırsızca sunmaya çalışmaktadır.
3996 sayılı "Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkından Kanun"nda Mayıs ayında yapılan değişiklikle milli park, tabiat parkı ve tabiatı koruma alanlarının da "yap-işlet-devret" düzeniyle yatırımlara açılması bu amacın en son ürünüdür.
Bakalım, Turizm Teşvik Kanunu‘ndaki değişiklik karşısında hemen hemen hiçbir etkili çabaya girmeyen ya da giremeyen ilgili meslek kuruluşları, çevre/doğa korumacı kişi ve kuruluşlar bu gelişme karşısında edilgenliğini ne denli sürdürecek; göreceğiz.
Quo vadis?