Arama

Ara Güler - Tek Mesaj #3

HerHangiBiri - avatarı
HerHangiBiri
Ziyaretçi
26 Kasım 2008       Mesaj #3
HerHangiBiri - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  aragüler1.JPG
Gösterim: 379
Boyut:  22.0 KB
Ara'dan geçen 77 yıl
Mesleğe 1950 yılında başlayan Ara Güler, fotoğraf makinesini elinden hiç bırakmadı.
Görsel tarih yazan 'foto muhabiri' Ara Güler, yarın 77 yaşında. Doğum günü 77 siyah-beyaz klasiğin yer alacağı sergi ve fotoğraf albümüyle kutlanacak

CELAL BAŞLANGIÇ (E-mektup | Arşivi)
Yarı alaylı, yarı ciddiydi babası. "Bir gün alıp da beni memlekete, doğduğum yere götürmeyi düşündün mü hiç?" dedi, "Doğduğum evi görmek istiyorum. Hem gel, sen de gör. Beni sen götürürsen bir değeri
olur. Yoksa her köy köydür."
Kaçamak yapma şansı kalmamıştı. İşlerini ayarladı. Vapurla Giresun'a, oradan taksi tutup Şebinkarahisar'a gittiler.
Babası altı yaşındayken ayrılmıştı köyünden. İstanbul'a okula gönderilmişti. Bir köy çocuğuyken kentli olmuştu.

Bir haftada Giresun

"Sonra anımsadım. Zaman zaman bu dağları bir haftada yürüyerek nasıl kıyıya, yani Giresun'a vardıklarını daha önce anlatmıştı. 1910'lar olsa gerekti. Bir köy çocuğunun imparatorluk merkezine okula gitmesi, bayağı büyük bir şans. İstanbul'un Ortaköy'ündeki okulda temiz bir okul üniforması giymek, pazar günleri Kuruçeşme'deki kilisede Gomidas'ın korosunda şarkı söylemek, kendi yaşındaki kentli çocuklarla oynamak, gülebilmek... Ve yıllar geçmiş aradan, az zaman değil, 70 yıl. İşte şimdi köye gidiyoruz."
Babasının Şebinkarahisar'dan ayrılmasından yaklaşık beş yıl sonra hiç Ermeni kalmamıştı bu topraklarda. Okumak için İstanbul'a gitmese, Suriye'ye doğru giden 'tehcir' kafilelerinde olacaktı belki de.
Dacat Güler'in doğduğu Yaycı Köyü, Şebinkarahisar'ın yaklaşık sekiz kilometre ilerisinde. Yüksek karoserli bir arabayla varırlar köye. Anlatırlar niye geldiklerini. Ayranlar içilir. Sonra babası evini aramaya başlar:
Ad:  4.JPG
Gösterim: 422
Boyut:  40.5 KB

'Aha burada'
"Sağa saptık, sola saptık, sonunda 'İşte burası' dedi. Gösterdiği yerde ev mev yoktu. Harabe olmuş. Karşımızda büyük taşlarla örülmüş bir duvar yığını vardı. Belli ki ev yıkılmış, zamanla yok olmuştu. Babam birden köylülere döndü. 'Köyün meydanında çeşme vardı, bir sürü yerinden su akardı, nerede?' dedi. 'Aha burada' dediler. Gittik, peder çeşmenin her gözünden doya doya su içti. 'Oh be' dedi, 'Su dediğin budur işte.' Oradan, buradan konuşuluyordu. Peder birden harman yerini sordu. Onlar yine 'Aha işte şurda' dediler. Oraya gittik."

Dövende bir çocuk gibiydi
Babası boş duran döveni göstererek, "Hep buna biner, döner dururdum" der, "Belki de ağırlık olsun diye anam beni bindirirdi."
Köylülerden biri atları getirir, biri döveni atlara bağlar. Babası da ceketini çıkarıp biner dövene. Belki yarım saat, belki daha fazla.
Atlar durup babası dövenden indiğinde gözlerindeki yaşı görür Ara Güler.
Sonunda İstanbul'a dönerler. Çok memnundur Dacat bey. Eczanesine her gelene köyünü anlatır. "İçine başka türlü bir yaşama isteği gelmişti sanki" der Ara Güler.
Bir gün oğluna, "Köye gittik, çeşmesinden sular içtik, adamlarla konuştuk, dövende döndük, ayranlar içtik, hepsi iyi, ama bir şeyi unuttuk" diye yakınır. Sözünü ettiği memleketinin dut kurusu, pestili, kayısısı... İstanbul'a okula gelmek için köyden ayrılırken annesinin bir torba içinde bu yemişlerden verdiğini, yol boyunca yediğini anlatır.
Ad:  29.JPG
Gösterim: 231
Boyut:  30.3 KB

Ölüm, köyünden önce geldi
Bir süre sonra ölür babası.
"Cenazeye gitmek için evde bekliyorum. Tören saat ikide başlayacaktı. O sırada kapı çaldı. Açtım. İki kişi duruyor kapıda.Ellerinde büyükçe bir tahta kutu var. 'Buyrun' dedim, 'Dacat Güler beyi arıyorduk' dediler, 'Bunu kendisine getirdik.Şebinkarahisar, Yaycı Köyü' nden. Anımsadım köylüleri. İçeri aldım. 'Peder öldü' dedim 'Şimdi cenazeye gidiyoruz, isterseniz siz de gelin.'
Şaşırmışlardı. Bir sessizlik oldu. Kutuyu açtım. İçinde dut kurusu, pestiller, kuru yemişler, hem de bol bol. Artık cenazeye gitme zamanı gelmişti. Üç küçük naylon torba buldum. İki-üç avuç dut kurusu, birkaç parça pestil, biraz erik kurusu.. Hepsini naylonların içine doldurdum. Yemişleri peder gömülürken tabutuna koydum."
Yalnız Beyoğlu'nda bir eczacı değildir Ara Güler'in babası Dacat bey. Bugün akıp giden zamanı ölümsüzleştiren 'foto muhabiri' olarak bir Ara Güler varsa; ona dostu Muhsin Ertuğrul aracılığıyla tiyatro dersleri aldıran, ilk 35 milimlik film makinesini armağan edip sinemaya sevdalandıran, sonunda da eline bir fotoğraf makinesi tutuşturup 'mavi başlıkla' çıkan Yeni İstanbul gazetesine 'foto muhabiri' olarak gönderen Dacat beyin katkısı kuşkusuz çok büyüktür.

İlk çektiği fotoğraf Ticaniler
Böylece 1950 yılında, hâlâ süren serüvenine başlar Ara Güler.
"İlk çektiğim fotoğrafı da hatırlıyorum. O zaman Ticaniler denen gerici bir grup vardı. Atatürk'ün Gümüşsuyu'ndaki heykelini kırmışlardı. Basında ilk çıkan fotoğrafım o oldu."
Bir yandan iktisat fakültesine devam ederken bir yandan da gazeteciliği sürdürür. Time-Life, Paris-Match ve Der Stern dergilerinin Yakındoğu foto muhabirliğini üstlenerek sınırların ötesine taşar.
Ara Güler olmak kolay değil. Bir olay bile en ufak bir başarının arkasında nasıl bir sabır olduğunu göstermeye yeter. Yıl 1958. Kemer Barajı açılacak. Hayat dergisinin orta sayfası için fotoğrafını çekecek. Aydın'a gider. Vali bir araç verir şoförüyle. Ama ışık terstir barajda. Dönmesini bekler. Akşama kadar kalır. Aşağı indiğinde şoförü telaş içinde bulur, "Bittim ben, karım bekliyor" diye.
Ad:  8.JPG
Gösterim: 265
Boyut:  37.6 KB

Roma sütununda domino
O telaşla şoför bilmediği bir kestirme yoldan gitmek ister. Kaybolurlar. İlk köyde kalmaya karar verirler. Açık buldukları kahveye girince bir de bakar içerdekiler domino oynuyor, ama dominoyu Roma sütun başlarının üzerine oynuyorlar. Bir başka köşede lüks lambası asmışlar sütun başının üstüne.
Sabah kalkınca, "Burada bir durum var" diye dolaşmaya başlar. Her yan tarihi eser. Köylüler lahitin içinde üzüm eziyorlar. Hipodrom olan yerde orakla tarla biçiyorlar.
Yazıişleri müdürü fotoğrafları görünce, "Sen de gidip taş çekiyorsun" diyor. Koymuyor sayfaya. Araştırıp, oranın eski Roma kenti Afrodisyas olduğunu öğreniyor. Çalıştığı İngiliz gazetesine gönderiyor. Onlar kullanıyor. Buradakiler fotoğrafları Ara Güler'in çektiğini unuttukları için o İngiliz gazetesinden kesip kesip kullanıyorlar. Amerika'da Horizon dergisinden bir telgraf geliyor "Röportajınızı gördük, biz de basmak istiyoruz. Renkli slayt gönderin" diye. Ara Güler siyah-beyaz çekmiş. "Bir haftada gönderirim" diyor. Doğru Aydın'a. Validen aynı şoförü istiyor. Adam kayboldukları yeri eliyle koymuş gibi buluyor. Antik kentte 1800'lerin başında hafriyat yapılmış, sonra da unutulmuş.
Hayat dergisi, Magnum Ajansı, İngiltere'de yayımlanan Photography Annual Antolojisi'nin onu dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak göstermesi, Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneği'nin tek Türk üyesi olması, Almanya'da çok az fotoğrafçıya verilen Master Of Leica unvanını alması... Böyle başlıyor Ara Güler'in 'foto muhabirliği'nin ilk yılları ve 800 bini aşkın slayt, onlarca sergi, onlarca kitapla geliyor bu güne kadar.

İçindeki ukte, Yahya Kemal
İstanbul'u sokak sokak çeker. Ağrı Dağı' nda Nuhun Gemisi'nin ilk fotoğrafını çekmek de Ara Güler'in işi, katır sırtında Nemrut'a dokuz saatte tırmanmak da... Cevat Şakir'den Orhan Veli'sine edebiyatımızın 300 yüzü objektifine takılmıştır da bir Yahya Kemal'i çekemediğine yanar. Ne Picasso kaldı çekmedik, ne Dali, ne İndra Gandi.
Endenozya'da kurukafa avcılarının peşinde koşar, ama hayata hep insandan baktığı için, "Bütün yamyamlar yese yese 10 bin kişi yemiştir. Bir Hitler çıkıyor 4 milyon kişiyi öldürüyor. Bir yamyam daha medenidir böyle Avrupalılardan" demekten de geri kalmaz. İnsanın öyküsünü fotoğraflarla yazan 77 yaşındaki dünyanın en genç foto muhabiri, belki de şu anda yaşamla görsel tarih arasına bir kare fotoğraf daha koyuyor deklanşörüyle!
Ad:  16.JPG
Gösterim: 285
Boyut:  34.1 KB

Zamanı durduran üstad: Ara Güler Photos 'ışık', graphe 'yazı' demek: yani 1839'da keşfedilen fotoğraf için, 'ışık ile yazı yazmak' diyebiliriz. Fotoğrafın sanat sayılıp sayılmadığı ise her zaman şüphe götürmüştür. Ünlü Fransız şair ve sanat eleştirmeni Charles Baudelaire, "Fotoğraf Sanat mı?" isimli yazısında, fotoğrafın sanat değil, sanayi olduğunu söylemiş. Bu konuda herkes farklı düşünebiliyor; "Ne var ki, basacaksın işte makinenin düğmesine, hele bir de doğru ışıkla güzel bir enstantane yakaladın mı, al işte sana iyi fotoğraf" demek mümkün tabii.
Elbette bu işin teknikleri, kursları, ustaları, sergileri var; ama yine de bir Van Gogh tablosu ya da Beethoven konçertosu ile bir fotoğrafı aynı kefeye koymak da içimizden gelmiyor. Belki de burada farklı kıstaslar söz konusudur, işte Türk fotoğraf sanatının ve aynı zamanda bu yazının kahramanı Ara Güler, kendi sözleriyle bizi burada çıkmazdan kurtarıyor gibi: "Fotoğraf niye sanat değildir? Çünkü hakikatin parçasını yakalayan bir şeydir. Hakikat olduğu için fotoğraf mevcuttur". Fotoğrafı sanat olarak değil, bambaşka bir açıdan değerlendirmesi bile Ara Güler'in neden sıra dışı bir fotoğrafçı olduğunu ortaya koyuyor.
"İstanbul Fotoğrafçısı" lakaplı Ara Güler, fotoğrafçılık dendiği zaman büyük ihtimalle çoğumuzun aklına ilk gelen isim. 1928 doğumlu, Ermeni asıllı Ara Güler, lisede okurken sinemacılık ve tiyatro oyunculuğu ile ilgilenmiş. Babasının hediyesi olan 35 mm bir makine ile sinemacılığa da kendi çapında adım atmış. Yani görsel sanatlarım tümüne gönül vermiş diyebiliriz. O kadar ki, yazım sanatının artık fazla ilgi çekmediğini, günümüzde aslolanın görüntü sanatları olduğunu söylüyor.
Kaderin bir cilvesi olarak sinemacılıktan kopmak zorunda kalmış ve fotoğrafçılık yapmaya başlamış. Üniversitede ekonomi okumuş, aynı zamanda Yeni İstanbul gazetesinde çalışmış. Sonraları Time, Paris-Match ve Der Stern dergileri için muhabirlik yapmış. Hayat Dergisi'nde çalışmaya başladıktan sonra, dünyaca ünlü fotoğrafçı Henri Cartier Bresson ile tanışmış ve Paris'te de fotoğrafçı olarak adını duyurmuş. İngiltere'de yayımlanan Photography Annual, onu dünyadaki yedi en iyi fotoğrafçıdan biri olarak duyurmuş. 1962 yılında, fotoğrafçılık adına büyük başarı sayılan "Master of Leica" unvanını kazanmış.


Sonraki yıllar boyunca, dünyanın çeşitli ülkelerinde fotoğrafçı olarak elde edilebilecek çeşitli başarılar kazanmış: İsviçre'nin prestijli fotoğraf dergisi Camera tarafından kendisine özel bir sayı ayrılmış, Japonya'da yayımlanan Dünya Fotoğraf Antolojisi'nde eserlerine yer verilmiş, New York Modern Sanatlar Galerisi'ndeki 'Renkli Fotoğrafın On Ustası' sergisinde yer almış, Almanya'da Türkei ismindeki fotoğraf albümü yayımlanmış… Gördüğünüz gibi saymakla bitecek gibi değil: bütün bu başarılar da Ara Güler'in dünyanın sayılı fotoğrafçıları arasında yer almasını sağlamış. Güler, 1966 yılında ilk kişisel sergisini açtıktan sonra başarılarının ardı arkası kesilmemiş: Almanya'da, Fransa'da, Amerika'da ve daha başka ülkelerde de eserleri sergilenmiş, hala da sergileniyor. Ara Güler'in fotoğrafladığı ünlülerin isimleri de hayranlık uyandırıcı cinsten açıkçası: Picasso, İsmet İnönü, Winston Churchill, Indira Gandi, Alfred Hitchcock, Salvador Dali... Ara Güler çalışmalarıyla tarihe gerçekten de tanıklık etmiş yani.
Ad:  19.JPG
Gösterim: 243
Boyut:  31.7 KB

Ara Güler, Wall Street Journalda
Wall Street Journal gazetesi, Ara Güleri Fotoğrafın İstanbul Maceracısı olarak tanıttı.

NEW YORK - Ara Gülerin fotoğraf sergisinin Moskova Politeknik Müzesi’ndeki açılışını duyuran yazıda, gazeteci, foto muhabiri ve sanatçı Gülerin 20. Yüzyıl’ın ünlülerini görüntülediği vurgulandı.


Ara Güler WSJ’ye verdiği röportajda, tanıdığı ve görüntülediği ünlüleri de anlattı.


‘Fotoğrafla, yazıdan daha çok şey anlatırsınız’ diyen Ara Güler, ‘Ben ve fotoğraflarım biraz romantiğiz. Ben normal ışıkta resim çekmem. Ya gündoğumunda, günbatımında, ya da sabah erken. Ayrıca da her karede bir şey açıklamak isterim. Mesela -Seni Seviyorum- gibi. Her resim bir şey açıklamalı.’’

Ara Güler, İstanbul ve mevsimler için ‘İstanbul’un her zamanı güzel. Bir kadını yaz - kış öpersiniz. Mutluluk her mevsim vardır’ dedi.

‘’FOTOĞRAF BAŞKA SANATLARIN KÖLESİ OLDU”
Fotoğrafçılığın artık biçim değiştirdiğini ve dijital teknoloji sonucu ‘fotoğrafın başka sanatların kölesi olduğunu’ anlatan Ara Güler, soru üzerine ‘Benim dijital kameram yok. Ama onları sevmeye başladım’ dedi.

“BEN BURADA TÜRKİYE’DE DOĞDUM. BEN TÜRK’ÜM”
Ara Güler, etnik kökenini soran WSJ muhabirine şu esprili karşılığı verdi: ‘‘Babam Ermeni, annem Ermeni. Ama ben burada Türkiye’de doğdum. Ben Türk’üm. Benle Başbakan arasında bir fark yok. Hangimiz Başbakanız? Başbakan benim. Dünyanın hiçbir yerinde ikinci sınıf vatandaş olmam. Hep birinci sınıf vatandaşım.’’


Ara Güler'in Picasso anıları...

Foto muhabiri Ara Güler, fotoğraflarını çektiği ünlü ressam Pablo Picasso ile ilgili anılarını anlattı. "Picasso İstanbul'da" sergisinin bulunduğu Emirgan'daki Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi'nde, Doğan Hızlan'ın gerçekleştirdiği söyleşide Güler, 1971'de, Cannes'daki evinde Picasso ile görüştüğünü ve burada ünlü sanatçının çok sayıda fotoğrafını çektiğini kaydetti. Güler, bu fotoğraflardan birinin, Picasso eserlerine yer verilen "Metamorfoz" adlı kitabın kapağında kullanıldığını belirterek, "Görüşmeye gittiğim zaman kaldığım oteldeki barmen, Picasso ile görüşeceğimi duyunca güldü. Çünkü, Lenin nişanını kendisine vermek üzere gelen Rusya Büyükelçisi bile görüşememişti" dedi.
Picasso'nun o dönemde önemli bir mal varlığına sahip olduğunu ve kendisine ait bir şatoda görüştüklerini ifade eden Güler, şöyle devam etti:
"Ben sürekli fotoğraflarını çekiyordum. Bir ara bana, 'ben de senin resmini çizeyim' dedi. O sırada boş kağıt bulamadığım için odada elime geçen bir kitabı verdim ve o kitabın boş bir sayfasına, bana bakmadan resmimi çizmeye başladı. Bana, 'Sezar'a benziyorsun' dedi. Sonra, resmin çizildiği kitabın da antika olduğunu öğrendim. Tabii o sayfayı kitaptan kopartamadığım için çizimin öprodüksiyonunu yaptırdım ve odama astım. Onunla tanışmak benim için büyük bir olaydı. İlginç yönleri de vardı. Bir gün kendisine çok sayıda çek getirildi ve hepsini tek tek imzaladı. Ben de merak ettim, 'neden bu kadar çek imzalıyor' diye sordum. Evin tüm harcamaları için çek imzalıyormuş ve çekleri alanlar da 'Picasso' imzası var diye çekleri bozmuyorlarmış..."
Ad:  5.JPG
Gösterim: 252
Boyut:  23.2 KB

Türkiye'de Yüzyılın Fotoğrafçısı Ara Güler ile Urfa, Harran ve Nemrut Üzerine Söyleşi
Ara Güler, Yapı Kredi Yayınları'nın hazırlamakta olduğu URFA kitabının fotoğraflarını çekmek için 15-30 Mayıs 2002 tarihleri arasında eşi Suna Hanımefendi ile birlikte Urfa'da bulundular. 15 gün içerisinde birçok ilçemizi ve il merkezini birlikte dolaştık. Bu süre içerisinde il sınırları içerisinde 2.000 km. araba ile, 30 kmye yakın ise yaya olarak dolaştık. Şanlıurfa il sınırları içerisinde 4.000 fotoğraf çekimi yapmış oldu. Sayın Ara Güler ile Urfa'dan ayrılmadan önce 29 Mayıs 2002 tarihinde Urfa, Harran ve Nemrut üzerine konuştuk...

Urfa ve Harran'a ilk gelişiniz ne zamandı? Nereden geldi Urfa aklınıza?
Fransız Televizyonu ile bir dokümanter film yapıyorduk; o film için Urfa ve Harrana gelmiştik. O gün Rus kozmonot Yuri Gagarin, Vostok I uzay gemisiyle ilk uzay uçuşunu gerçekleştirmişti. 12 Nisan 1961 tarihiydi. 108 dakika süren bu uçuş süresince yer çevresinde dolaşmıştı. Biz de gece Harran'dan izlemiştik.

Harran'da, Şıh İbrahim ile tanışmıştık. Harran bugünkü gibi böyle elektrik direkleriyle dolu değildi. Çok daha doğaldı. Yıldızları seyrederek yattığımızı hatırlıyorum.

Kırk bir sene sonra bu gelişinizde Urfa ve Harranı nasıl buldunuz?
Kırk bir yıl içinde birçok kere geldim. Ama bu seferki gibi sizinle birlikte çok ayrıntılı gezmemiştim Urfa ve Harranı. Fakat gördüm ki bu şehirde idareciler çok yanlış işler yapmışlar. Mesela Tarihi Harran Şehrinin her tarafını beton evler, elektrik direkleri ve teller sarmış. Bir şehrin estetiğini bozmak için birebirdir bunlar. Mahvetmişler. Urfa hayalimizdeki Urfa olmaktan çıkmış oldu. Seninle birlikte yaptığımız gibi bir çalışma yapmak isteyenler Urfa'nın estetik bakımdan tahrip edilmiş bir şehir olduğunu göreceklerdir. Görsel kirliliğin belki en büyük örneklerinden biri olmuş Urfa. Valilikçe tarihi kent merkezinde kurtarma ve canlandırma çalışmaları yapılmakta, ama çok yetersiz bunlar. Büyük destek lazım.

Afrika ülkelerini, Bengladeş'i, Endonezya'yı, Hindistanın en ücra yerlerini gezmişim, bu kadar estetiksiz hale getirilen bir yer yok. Yani bu niye böyle ki?
Ad:  17.JPG
Gösterim: 292
Boyut:  21.6 KB

Urfa bir sanayi tarım şehri olma yolunda. Sizce bir kültür şehri olarak mı kalmalıydı? Bu değişimi nasıl karşılıyorsunuz?
Canım, sanayi ve tarım şehri olunması icap ediyorsa tabii ki olmalı. 21'inci asırda bu zenginliklerden faydalanılmalı. Ama bunun bir biçimi vardır. Tarihi yapıların önüne veya yanına elektrik direği dikilmesi kabul edilemez. Konyada da aynı durumla karşılaşıyoruz. Birçok caminin giriş kapısının önüne trafolu elektrik direği dikilmiştir. Hiç estetik görüş yok mu bu adamlarda? Demek ki Elektrik İdaresi Türkiye'yi katlediyor yahu!

Harran'da sur içindeki tarihi alana 1000'den fazla elektrik direği dikilmiş. Bunu yapanlar ne hakla bu işi yapıyorlar? Sit alanı bir bölgede, buna nasıl müsaade ediliyor? Demek ki ilgili kurumlar müdahale etmiyor.

Birlikte olduğumuz günlerde şehrin tarihi bölgelerinde turistlere sıkça rastladık. Görsel kirlilik, onlar açısından bir estetik sıkıntı meydana getirir mi sizce?

Şimdi bana sorarsan turist bir gelir kaynağıdır. Muhakkak da olacaktır. Turist geldikçe daha çok tanınan bir memleket oluruz. Turistler fotoğrafçıların gördüğü estetik bozuklukları fazla görmeyebilir. Bazı turistler bu tür görüntülerle ilgilenmezler. Tarihçi, arkeolog, bilim adamı turistler ancak bu bahsettiğimiz şeyleri görürler. Hızlı tur yaptıkları için ayrıntıları görmezler. Biraz bilgi sahibi olup dönerler.

Turizm biraz da geleneksel yapıyı bozar. Çünkü onların çeşitli ihtiyaçları için yeni sektörler oluşur. Modern işyerleri, işportacılar vb. yerler çoğalır. O da bir yerde hakikati bozuyor.

Söz, turizmden açılmışken Urfa'yı kültür turizmine hazırlıklı buluyor musunuz?
Mevcut vaziyeti ile biraz otel yetersizliği var. O çok kolay hallolur. Ama çok tarihi bir şehir diye turisti getirip, estetiği bozan ve görsel kirlilik meydana getiren elektrik direği, çöp bidonları, tabelalar gibi şeyler kaldırılmaz ise, daha da kötüsü tarihi-mimari dokuyu yok ederseniz turist hayal kırıklığına uğrar. Bunları bir düzene sokmak lazım. Gelen insanlar fotoğraf ve film çekerler. Döndükten sonra dostlarına gösterirler. Böyle giderse bu bir nevi olumsuz propaganda olur.

Anadolu'da fotoğraf açısından en elverişli yöreler sizce nerelerdir?
Tarihi ve mimarisi, çarşıları ve geleneksel yaşamı ile Şanlıurfa, Mardin, Kapadokya, Van Gölü etrafındaki yerleşim yerlerini sayabilirim. Akdeniz ve Ege'de daha çok deniz turizmi yoğun olduğundan fotoğraf açısından birşeyler bulmak zordur. Ancak buralarda tarihi ve arkeolojik eserler zenginlik gösterir. Ancak, Akdeniz ve Ege sahillerimizde turizmden daha fazla gelir elde etmemiz mümkündür.
Ad:  23.JPG
Gösterim: 223
Boyut:  28.3 KB

Bir gazeteci olarak sizce Türkiye'de gazetecilik nasıl bir noktada?
Türkiye'de çok iyi gazeteciler vardır. Yalnız şimdi bakınız. Bir İngiliz gazetecisi ile bir Türk gazetecisini mukayese ettiğimiz zaman arada şu fark vardır: Bence Türk gazeteciler İngiliz gazetecilerinden daha iyidir. Neden? Mesela bir Türk ve İngiliz gazetecisine desen ki 'Git, Dolmabahçe Sarayı'nda şöyle bir haber yap ve fotoğraf çek, gel.' İngiliz gider, görevliler girilmeyeceğini, müsaade olmadığını söyleyince teşekkür eder ve geri gelir. Ama Türk gazeteci haberini yapmadan geri gelmez. Kafasını çalıştırır. Bir yolunu bulur, o işi halleder. İşte iyi gazetecilik budur.

Yazarları çok önemsiyoruz. Halbuki Vietnam dahil en son harplerde 96 gazeteci ölmüş olup bunların 2 tanesi yazar, 94 tanesi foto muhabiridir. Bütün bu işin en tehlikeli tarafında foto muhabirleri yer alır. Toplumsal olaylarda bile olayın içinde kalır. Yazarları bu olayların içinde göremezsiniz.

Bir olay olduğu zaman fotoğraf aranır. Fotoğraf olmayınca o haber yok sayılır. Gazetecilik esasen haberden ibarettir. Köşe yazılarında yapılan yorumlar gazetecilik değildir. Yazarın kendi görüşleridir.

Fotoğrafçı en çok nelere dikkat etmeli?
Foto muhabirleri ile fotoğrafçı ayrı şeylerdir. Öncelikle bunu belirtmek isterim. Bir yere gitmeden önce epey bilgi edinmeli. Mesela ben ve eşim beraber Kamboçya'ya gidiyorsak orası hakkında epey kitap okuruz. Diyelim Endonezya'ya bir röportaj için gidiyorsun. Uçak, konaklama vb. masraflar yaklaşık 20 000 dolardır. Eğer gitmeden bilgi edinmemişsen, gidip lüzumsuz yerlerde dolaşıp o parayı da yiyip, boş dönersin. Masrafa da yazık olur. Halbuki o parayı harcamışken önemli bilgi ve fotoğraflarla gelmen lazım. Reportörlük budur. Amerika'da gazetecilik böyle olur. Bizde önüne gelen gazeteci oluyor. Gazetecilik ciddi bir iştir.

Nemrut Dağı'na giden ilk gazeteci olduğunuzdan bahsetmiştiniz. Hangi yıllardı? Nereden aklınıza gelmişti?
Biliyorsunuz Anadoluda en önemli arkeolojik çalışma, H. Schliemannın Truva kazısı ile başlamıştır. 1871 yılındaki bu çalışmalardan sonra 1800'lü yılların sonlarında diğer arkeologlarla devam etmiştir. O yıllarda Türk ressam ve arkeolog Osman Hamdi Bey ile Ermeni kökenli Türk heykelci Yervant Oskan Fransada eğitimlerini tamamlayıp İstanbula dönerler. Sonra İstanbulda yeni kurulan Sanayi-i Nefise Mektebinde, yani bugünkü Güzel Sanatlar Akademisinde birlikte çalışmaya başlarlar

Osmanlının son döneminde Bağdat Demiryolu yapılırken Alman mühendis ve işçilere, o yörenin köylüleri götürüp Nemrutu göstermişler. Bu bilgilerden haberdar olan Osman Hamdi Bey, 1881de Müze-i Hûmayun (Arkeoloji Müzesi) müdürü olduktan sonra Yervant Oskanla birlikte 1883de Nemruta gidiyorlar. İptidai makinelerle bir takım fotoğraflar çekiyorlar ve bir kitap yapıyorlar. Kitabın adı Le Tumulus de Nemroud-Dagh yani Nemrut Dağı Tümülüsü. Kitap 1883te Fransızca basılıyor. Türkiye arkeolojisinin ilk önemli eseridir. Fakat yıllarca bu kitaptan kimse haberdar değildir.
Ad:  7.JPG
Gösterim: 232
Boyut:  56.4 KB

Hayat Mecmuasında görev yaparken, bir gün İstanbul Arkeoloji Müzesinde Müzemizdeki Meşhurlar' diye bir röportaj için bazı heykellerin fotoğraf çekimlerini yapıyordum. Üç gün çalışmıştım. Öğlen paydosunda görevliler yemeğe gitti. Ben de kütüphaneye geçip kitaplara bakmaya başladım. Bakarken Nemrut hakkındaki bu kitabı buldum. Hayatımda böyle bir yeri duymamıştım. Birçok yere gitmiş ve fotoğraf çekmiştim. Burası neresi diye meraklandım. Arkada bir kroki vardı. Bu krokiyi bir kağıda geçirerek yanıma aldım. Biraz da notlar yazdım.

Sonraki yıllarda, Adıyaman ve Kâhta civarında dokümanter bir çekim için Fransız Televizyonu gelmişti. Medeniyetler Dizisi gibi bir konuydu. 1958ler falandı. Onlarla geziyordum. Bir ara onlara böyle bir yerden bahsederek gitmeyi teklif ettim. Yalnız Fotoğrafları sadece ben çekeceğim. Siz sadece film çekersiniz, dedim. Onlar üç kişiydi. Benimle birlikte dört kişiydik. Eski Kâhtaya gittik, katırlar kiraladık. 9-10 saat dağlarda yol aldık. Şimdiki gibi yol falan yoktu. Hatta tehlikeli bir tırmanış olduğundan ben katıra binmeden uzun süre yaya yürümeyi tercih ettim. Nihayet vardık. Enteresan manzarayı görünce İyi ettik de geldik, dedik. Güneş batıp karanlık oluncaya kadar çekimler yaptık. O zaman kafalardan bir tanesi heykellerin üstündeydi. Sonradan yıldırım çarpınca düşmüş.

Hayat Mecmuasına bu fotoğrafları ve röportajımı gösterdim, önemsemediler. Bir şey anlamadılar. Bunları ne yapalım, dağ-taş fotoğrafı, dediler. Sonra röportajımı Almanyaya gönderdim ve yayınlandı. Kupürlerini kesip saklamışlardı. Benim haberimin olduğunun farkında bile değillerdi. Bu kadar aptallık... Bu röportajım dünyada 100'ün üzerinde sanat ve haber mecmuası ile gazetelerde aynı yıl çıktı. Fransız Paris-Match, Muhabirimizin Keşfi diye vermişti. Böyle büyük dergilerde yer alması çok önemliydi.

Aynı yıllarda Münih Üniversitesinden Prof. Bourner de orada araştıma yapıyormuş. Tabii benim röportajlar yayınlanınca bütün dünyaya onlardan önce ben tanıtmış oldum. Daha sonra bu konuda bir de sergi açtım.

Adıyaman veya Kahta'ya heykelinizin dikilmesi lazım bence...
Ayrıca, Adıyaman turizm gelirlerinden benim hisse almam gerekir. Haksız mıyım?

Aktif olarak gazetecilik ve foto muhabirliği mesleğini halen sürdürüyor musunuz?
Şu anda Time'ın muhabiri ile konuşuyorsun aslında... Hürriyet'ten tekaüt oldum. Zaman zaman da röportajım yayınlanıyor.

50 yıllık süreç içerisinde nereleri gezdiniz? Kaç fotoğraflık bir arşiviniz oldu?
195odan sonra Amerikadaki Time-Life mecmuasının Türkiye muhabiri oldum. Ondan sonra Paris-Match, Stern gibi mecmua ve gazetelerde çalıştım. Türkiye tarihindeki bütün gazete ve dergileri toplasan bunlar kadar mühim sayılmaz. Bazen onlar röportaj için bir yere gitmemi isterler. Bazen de ben onlara teklif ederim.
Ad:  13.JPG
Gösterim: 234
Boyut:  37.3 KB

Türkiye ve Dünyada benim gitmediğim yer yoktur. Sadece Meksika'nın aşağısı, Alaska civarı, bir de Sibirya ve Kuzey Kutbu dışında her yer...

Dört tane büyük harbe gazeteci olarak gittim. Vietnam, Beyrut Çıkarması, Eritre-Etiopya ve Filipinler...

En son yaptığım röportajlardan biri: Kuru Kafa Avcıları idi. Borneo Adalarında. Endonezyanın kuzeyindeki Güneydoğu Asya takımadalarının en büyük adası. İçinde dört tane devlet var. Saravak ve Sabah Sultanlığı Malezyaya bağlıdır. Kalimantan Endonezyaya ait olup Brunei Sultanlığı ise İngiliz protektorasındadır ve dünyanın en zengin sultanlığıdır. Camilerin kubbeleri altından. Prens 50 yaşlarında gayet kibar, müslüman bir adam. Fotoğraf makinesi meraklısı. 19 tane Leica makinesi vardı. Japonyaya tayyare gönderdi, benim için bir Nikon makine aldırdı. Hediye etti. Makine gövdesinin alt kısmına bir altın plaka yerleştirilmiş ve Prenses Bolkiarın hediyesidir" yazılı. Dönünce makinenin alt kısmından bunu çıkardım. Dolaştırmıyorum.

Bunca sene çalışmam sonunda yaklaşık 800 000 fotoğraflık bir arşivim oldu.

15 gündür Urfa'da epey yoruldunuz. Biz de sizinle birlikte olmaktan büyük keyif aldık. Bu süre içerisinde yeni keşfettiğiniz şeyler oldu mu?
Ben dünyanın birçok yerini gördüğümden, bazı şeyler birbirine benziyor. Benim işim dörtköşe bir karenin içinde bir takım anlamlı, bir mana taşıyan görüntüler tespit etmek. Gerektiği zaman neşretmek...

Birçok görüntü beni şaşırtmaz. Bazen kızdırır ve yorar. Neden? Tam güzel birşey görürsünüz fakat fonda çöp bidonu, teller, direkler gibi şeyler işi berbat eder. Sinir bozar... Bazı değerlerin kayboluşu ise ayrı bir olay...
Ad:  25.JPG
Gösterim: 294
Boyut:  47.3 KB

Fikret Otyam Usta'nın çok eski yıllara dayanan bir "Urfa Sevdası" vardır bilirsiniz. Urfa'ya birlikte gelişiniz oldu mu ?
Fikret'le Adana'ya çok gittik. "Gide Gide" serisinin röportajlarında beraber çalıştık. Biz bir sacayağıyız. Fikret, Ben ve Orhan Peker. Mesela, "Can Pazarı" Adana'da pamuk işçilerinin hayatı... İşçi kıyafetiyle girdik aralarına, çalıştık. İşte öyle röportajlarımız var. Orhan desen çizerdi. Fikret yazı yazar, ben de fotoğraf çekerdim.

Meslektaşlara nasıl bir mesajınız olur?
Fotoğraf çekme işi çok önemli ve zordur. Yaşamın bir gerçeğini saptayıp tarihe mal etmektir. Bir kere görmesini öğrenmek lazım. Çoğu, bakar ama birşey anlamaz. Ayrıca fotoğrafçı kendini pek belli etmemeli. Yoksa doğallık hemen bozulur. Bir şiirden herkes başka şey anlar. Bazı kimseler için belki dünyada en önemli şey kendi mesleğidir. Ama dünyada çok mühim şeyler de vardır. Tıp dünyası ve Uzay çalışmaları gibi...

Çok teşekkür ederim. Sizi Şanlıurfa'da tekrar görmek dileğiyle, buluşmak üzere...
Ben de teşekkür ediyorum. Urfa'da birlikte birçok yere gittik ve güzel fotoğraflar çektik. Urfa'yı daha yakından tanımış olduk...
Son düzenleyen Safi; 20 Ekim 2018 17:28