Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Mayıs 2006       Mesaj #93
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer' in İstanbul'da, Harp Akademileri'nde subaylara hitaben yaptığı konuşma, TBMM Başkanı Bülent Arınç ve Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Sezer'in ele aldığı konulardaki açıklamaları ve en son Danıştay hakimlerine yapılan silahlı saldırı etrafındaki tartışmalar ve kamplaşmalar Türkiye'nin siyasi rejiminin ana karakterini bir kere daha açığa vurmuştur.
yorum

Lafı uzatmadan söylemek gerekirse, Türkiye' de, totaliter cumhuriyet anlayışıyla demokratik cumhuriyet anlayışı arasında, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan beri süren ve yakın gelecekte de biteceğe benzemeyen bir mücadele vardır. Gerek Türkiye içinde, gerekse Türkiye dışında, Türkiye Cumhuriyeti tarihini bir bütün olarak görme ve değerlendirme eğilimi hayli yaygındır. Ancak, bu, vahim bir hatadır. Türkiye Cumhuriyeti tarihi, ana hatlarıyla, iki dönemden oluşmaktadır. İlki, 1925-1946 ( veya 1950) arasındaki tek parti yönetimi dönemidir; ikincisi ise, dört askerî müdahaleye rağmen, 1950'den beri sürmekte olan demokrasi dönemidir. Bu iki dönem arasındaki farklılık ve kesiklik, ortaklık ve süreklilikten çok daha belirgindir. Bunun böyle olduğunu, söz konusu iki dönemi temel özellikleri itibarıyla karşılaştırırsak, kolayca görebiliriz.
Totalitarizmden demokrasiye
Birinci dönem, adı üstünde, bir tek parti dönemidir. Birçok bilim adamı, bu dönemi tek parti diktatörlüğü olarak da adlandırmaktadır. Ve bu dönemde, tek parti rejimlerinin tipik özellikleri kolayca teşhis edilebilecek haldedir. Siyasi haklar mevcut değildir. Bir tek parti tahakkümü vardır. Başka partilerin doğmasına izin verilmemektedir. Dolayısıyla, siyaset yarışmacı değil, tekelcidir. Siyasal iktidarın iktidar sahipliği halkın tercihlerinden değil, partinin varlığından ve kendine biçtiği misyondan kaynaklanmaktadır. Bu parti, iktidar tekelini elinde tutmakla yetinmeyip toplumu yeniden yaratmayı hedeflediği, yani toplum mühendisliğine yeltendiği için otoriterizm ile totalitarizm arasında salınmaktadır. Meşruiyetini halkın tasvibinden ve iktidarını halkın tercihinden almayan bu parti, halkın temsilcisi veya halkın değer ve taleplerini siyasi sisteme yansıtılmasının aracı değil, halka parti egemenlerinin uygun gördüğü değerlerin taşınmasının ve bu değerlere iman etmeyenlerin tasfiye edilmesinin aracıdır. Özgür bir ülkede olması gerektiği gibi değer ve amaç skalaları çokluğu değil, tam tersine, tekliği söz konusudur. Halkın, siyasi sistemin işleyişinde ve temel kararların alınışında söz hakkı yoktur. Seçimler demokratik ve yarışmacı değildir. Hür ve adil seçimlerden ziyade atama söz konusudur. Sistemin otoriter- totaliter doğası gereği, sivil özgürlükler, yani, ifade, basın, teşkilatlanma ve seyahat özgürlüğü yoktur. Doğal özgürlükler olan hayat, hürriyet ve mülkiyet hakkı ise iktidarın insafına bağlıdır ve anayasal garanti altında olmaktan uzaktır. Hukukun hakimiyeti de bulunmamaktadır. Laiklik ise, din ve vicdan özgürlüğü, din ile devletin birbirinden ayrılması, din adına ve din yüzünden insanlara baskı yapılmaması anlamına gelmemektedir. Dine egemen elitlerin istediği gibi şeklin verilmesi ve dindarların iktidar alanından ve kamusal alandan dışlanması anlamına gelmektedir.
Türkiye yirmi-yirmi beş yılını böyle bir sistemde yaşamış ve bu sistem halk tarafından hep kuşkuyla ve sık sık kuşkuyla karşılanmıştır. Doğal ve sivil hakları tanımaması yanında, devletçiliği yüzünden, ekonomik bakımdan da başarılı olamayan sistem hem baskı ve fakirlik üretmiş hem de, bu yüzden, iktidarını, gittikçe daha fazla güç temerküzü gerçekleştirerek sürdürebilmiştir.
Halka rağmen bürokratik iktidar
1950'de barışçıl yollardan demokrasiye geçerek, Türkiye, bütün Ortadoğu coğrafyasında bir ilki gerçekleştirmiştir. Bu dönüşüm, doğal olarak, ilk dönemdeki birçok değer ve kurumun reddini ve onların yerine yenilerinin yerleştirilmesini gerektirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin bu ikinci döneminde tek parti sistemi yıkılmış, çok partili bir siyasi sistem kurulmuştur. Siyaset monist olmaktan çıkmış, yarışmacı olmuştur. İktidara geliş ve gidiş halkın tercihine bağlanmış ve süre bakımından sınırlandırılmıştır. Topluma değer, amaç ve hayat tarzı dayatmaları önemli ölçüde sona ermiştir. Halka amaç ve değer empoze eden bir sistemden halkın değer ve taleplerini dikkate almak zorunda olan bir sisteme geçilmiştir. Halk temel kararların alınmasında temsilcileri aracılıyla söz sahibi olmuştur. Sivil hak ve özgürlükler tesis edilmeye ve bu çerçevede totaliter laiklik anlayışı yerini demokratik- özgürlükçü laiklik anlayışına bırakmaya başlamıştır. Halk adeta nefes almıştır. Artan özgürlük ve daha az devletçi ekonomi politikaları iktisadi hayatta da hızlı gelişmeler yaratmıştır. Elektrik, şeker, yol vs. nedir bilmeyen milyonlar yavaş yavaş bunlara kavuşmaya başlamıştır.
Görüldüğü gibi, tarihimizin bu iki dönemi birbirinin zıddıdır. Değerler, amaçlar, kurumlar ve yöntemler bakımından bir arada barınmaları da, beraber bulunmaları da, aynı anda savunulmaları da mümkün olamaz. Bunlardan birini esas alınca, diğerinden vazgeçmek gerekir. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti tarihi yekpare bir bütün değildir; farklı özelliklere sahip iki ana parçadan oluşmaktadır. Türkiye, demokrasiye geçmesine rağmen, totaliter cumhuriyet anlayışını tam olarak yenememiş, tarihe gömememiştir. Bu zihniyet hem kendini yeniden üretmiş hem de zamanda devlet yapılanması içinde sağlam mevziler edinmiştir. Müthiş propaganda sayesinde kendine kısmi bir halk desteği de sağlamıştır. Böylece, Türkiye, iki ana zihniyetin ve hatta iki iktidarın bulunduğu bir ülke haline gelmiştir.
Birinci iktidar, bürokratik iktidardır. Bürokrasinin çeşitli şubeleri, halktan tasvip görme şansı bulunmadığı için, bu iktidarın en önemli sac ayağıdır. Bu iktidarı halk seçmez. Onun mensupları kendi kendilerini atarlar. Halktan aldıkları vergilerle varlıklarını sürdürür; ama halka tepeden bakarlar. Bürokratik iktidar on yıllar içinde kendine hukukî, siyasî, ekonomik payandalar edinmiş ve bir kapıkulu sistemi yaratmıştır. Elemanlarını halktan devşirir, sonra onları anne babalarına yabancılaştırır ve toplumun efendisi olduklarına inandırır. Bu iktidar demokratik iktidarın sınırlarını bizzat belirlemeye çalışır. Bunda önemli ölçüde başarılı da olur. Bu iktidarın hedefi, tek parti rejiminin değer, amaç ve iktidar paylaşımını yaşatmaktır. Demokratik süreçler bunun tam olarak gerçekleştirilmesine izin vermediği için demokrasi sevilmez. Bu iktidar elitlerinin dilinde demokrasi süs kelimesidir. Gönüllerinin aslanı, tek parti cumhuriyetidir. Yani totaliter cumhuriyettir.
Demokratik iktidar hep aşağılandı
İkinci iktidar, demokratik iktidardır. Bu iktidarı serbest seçimlerle halk belirler. Bu iktidar geçicidir. Ondan her sorunun altından kalkması beklenir. O her konuda yetkili değil; ama her konuda sorumludur. Yani, davul bu iktidarın boynunda; ama tokmak bürokratik iktidarın elindedir. Demokratik iktidarların cumhuriyet rejimine pek itirazları yoktur, itirazları cumhuriyetin demokratik olmamasınadır. Demokratik olmayan bir cumhuriyeti savunmaları bu iktidara mensup ve destek olanların intihar etmesi anlamına gelecektir. O yüzden, bürokratik iktidar mensupları ne kadar kızarsa kızsın, Türkiye'de, ana çizgi siyaset, hiçbir zaman totaliter cumhuriyeti bir bütün olarak savunmamıştır ve savunmayacaktır. Demokratik iktidar, demokrasilerde olması gerektiği gibi, yani kişi hak ve özgürlükleri lehine değil, bürokratik iktidarın sınırlamasını istediği anlamda, yani bürokratik iktidar lehine sınırlı iktidardır. Bürokratik iktidarın topluma değer ve hayat tarzı empoze etmesine, özgürlükleri gasp etmesine, hakları çiğnemesine engel olursa tedip ve terbiye edilir. Ülkenin her sıkıntısının sorumlusu demokratik iktidar, her başarının sahibi ve yaratıcısı bürokratik iktidardır. Bürokratik iktidar mensupları Tanrısal yanılmazlığa sahip görülürken demokratik iktidarın sahipleri hep kötülenir, aşağılanır. Bürokratik iktidarın sahipleri ve destekçileri toplumda azınlıktır; ama medyada ve kilit bürokratik mevkilerde çoğunluktadır. Türkiye'deki kavganın ana sebebi budur. Hayat, dünya, tecrübe, akıl Türkiye'yi demokratik cumhuriyet olmaya zorlamaktadır. Totaliter cumhuriyetçiler ise buna direnmektedir. Demokratikleşmeyi önlemek için her yola başvurmaktadır. Meselenin özü budur; gerisi teferruattır. Günümüz Türkiye'sinde AKP ile bürokratik iktidar ve toplumdaki marjinal medyadaki çoğunluk destekçileri arasındaki kavga görüntüsü kimseyi aldatmamalı, kavganın asıl taraflarının gözden kaçırılmasına sebep olmamalıdır. Bugün AKP'ye ve Başbakan Erdoğan'a yöneltilen suçlamaların hepsi zamanında DP'ye ve Menderes'e, AP'ye ve Demirel'e, ANAP'a ve Turgut Özal' a da yöneltilmiştir. Ve, hiç şüpheniz olmasın, bir gün tek başlarına iktidar olurlar ve halkın taleplerine kulak verirlerse, Erkan Mumcu' nun ANAP'ı , DYP ve MHP de aynı ithamlar, suçlamalar, ayak oyunları, tehditler ve şantajlarla karşılaşacaktır. Bugünlerde, totaliter cumhuriyetçi çevrelerin dolduruşuna gelmemek için, tarih okumak, yakın tarihi hatırlamak gerekiyor.


Prof.Dr. Atilla Yayla

GAZİ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ