Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Mayıs 2006       Mesaj #95
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Kim ne derse desin, değişmeyen bir gerçek var karşımızda: Danıştay’a yapılan kanlı saldırı Türkiye’nin yüreğini ağzına getirmekle kalmadı, bu ülkenin cepheleşme tuzağına birkaç saat içinde düşebileceğini gösterdi.

Olay duyulur duyulmaz herkes, tabii bir refleksle, katilin kimliği ve dünya görüşüyle ilgilendi. Elde edilecek bu tür bilgiler sayesinde menfur saldırının hangi güç odakları tarafından düzenlendiği anlaşılacaktı. Üst düzey bir yargı mensubunun kameralar karşısına geçip sanığın saldırı öncesi tekbir getirdiğini söylemesi kamuoyunu -ve tabii ki medyayı- yönlendirmeye yetti. Ayrıca “Allah’ın askeriyiz” diye bağırdığı da söyleniyordu. Arabasından Vakit’in Danıştay üyeleriyle ilgili o tasvip edilemez kupürü de çıkınca ve 2. Daire’nin başörtüsü ile ilgili tartışmalı kararı ile irtibatlandırılınca olay adeta bir saat içinde çözülmüş (!) oldu. Hükümet hakkında verip veriştirmeler olayı bir yandan siyasi bir platforma çekerken diğer yandan da laik-anti laik kavgasını kızıştırıyor, toplumun bir bölümü ağır bir itham altında tutuluyordu. Konuşulanlara bakın; daha ilk saatlerden itibaren orduyu göreve çağırmaya yeltenen, demokrasiyi rafa kaldırmayı salık veren beyanlara rastlarsınız. Neden? Tetikçinin daha ilk dakikalardan başlayarak çizilen portresi onu “milliyetçi, dindar, ülkücü, Türk-İslam sentezcisi” gibi sıfatlarla yâd ediyordu da ondan.
Rejim krizi çıkarmak bu kadar kolay mı?
Saldırgan Alparslan Arslan’ın kimliği biraz deşelenince, bağlantıları bir bir ortaya çıkınca anlaşıldı ki menfur saldırının faili hiç de sıcağı sıcağına resmedildiği gibi değil. Üstelik o çirkin saldırıyı gerçekleştirirken tekbir falan da getirmemiş. Gariptir; tekbir iddiasının sahibi kamuoyundan hâlâ özür dilemedi. Her neyse... Sanığın içki masasında anlaştığı yardımcıları, katıldığı eylemler ve o eylemlerin sakinleri, telefon trafikleri, dostluklar-düşmanlıklar ortaya çıktıkça, kamuoyu anladı ki bu hain saldırının son aylarda adeta tesadüflerle ortaya çıkan çetelerle benzerlikleri var. Katilin portresi ortaya çıktıkça, ilişkiler yumağı çözüldükçe kamuoyunun zihninde onlarca soru işaretleri belirdi. Umarım bu sorulara net, ikna edici cevaplar verilir ve bir daha benzer bir olay yaşanmaz...
Bu menhus olay sonrasında ortaya çıkan en büyük soru işareti şu cümlenin sonunda yer alıyor: Bir katilin kimliği üzerinden bir ülke bir anda rejim kriziyle karşı karşıya getirilebilir mi? Vahim bir durum bu! Düşünün bir cinayet bir ülkeyi -o ülkenin siyasetini, kurumlarını, medyasını vs.- bir anda iki safa ayırıyor ve asabı bozuk insanlar bir anda cinnet getirircesine birbirini yiyip bitiriyor. Bu kadar da basit olmamalı; çünkü esas tehlike, rejimi hain bir saldırının kalleş bir planıyla pamuk ipliğine bağlamaktır...
Melun saldırının üzerinden on günden fazla süre geçtiğine göre sanırım herkes daha soğukkanlı yorumlar yapabilir. Mesela katil gerçekten de “milliyetçi-muhafazakar” bir görüşe sahip, belki “ülkücü”, belki “dinci”, belki “İslamcı” olabilirdi. Bütün bu iddialar doğru çıksaydı, başta siyasi iktidar olmak üzere kendini “milliyetçi, muhafazakar, ülkücü, İslamcı” vesaire gören ya da öyle görülen insanlar bir lince mi tabi tutulacaktı? Hukukun en temel düsturu suçun şahsiliğidir; yani hiç kimse bir başkasının cürmünden mesul tutulamaz. Her zaman deliler, meczuplar, manyaklar, hasta fanatikler çıkabilir; üstelik her toplumdan çıkabilir bu tür hasta ruhlar. Böyle bir durumda iki büyük yanlışa düşme riski var:
1) Meseleyi hukuki çerçeveden çıkarıp siyasi bir harekata dönüştürerek insanları korkutma en azından bazılarını gayrete getirmek için “elden gidiyor” psikolojisi uyarma...
2) Bir cani yüzünden milyonlarca insanı hedef göstermek, onlara “katiller” diye bağır(t)mak. “Azmettiricilik” de hukuki bir tabirdir ve kendi disiplini içinde ölçüleri vardır; yani öyle ulu orta kullanılarak binlerce insan zan altında tutulamaz.
Daha açık söyleyeyim; katil dindar birisi çıksaydı, buna en çok dindarlar üzülecekti. Çünkü bu güzel din “Bir insanın öldürülmesi bütün insanlığın öldürülmesi gibidir” diyerek cinayeti haram kılıyor. Bu gerçeği görmediğinizde samimi dindarları sürekli rencide edersiniz ve bunun farkına bile varamazsınız...
Katil yakalanmamış olsaydı
Düşünün ki katil hiç yakalanmayabilirdi. Ele geçirilmediğinde bugünkü bilgilere asla ulaşılamayacaktı. Tıpkı daha önceki siyasi cinayetlerde (Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu...) olduğu gibi bir varsayım üzerine kurulacaktı bütün iddialar. Ve bu iddialar belli bir dünya görüşünü zan altında bırakacaktı hep...
Sembollerin gölgesine sığınılarak işlenen cinayetlere, o cinayetlerin maksadına daha dikkatli bakmak gerekiyor. Olayın algılanma şekliyle oluşturulmak istenen hava arasında önemli bir bağ var. Kalabalıklar bir algı seline bir anlık öfke sonucunda teslim olabilir; buna bir mana vermek mümkündür; ancak ülkenin aydınları dolduruşa gelmemekle yükümlüdür.
En uç noktayı söylüyorum; bu hain saldırıyı düzenleyen adam hiçbir örgüt bağlantısı olmayan bir fanatik de olabilirdi; buradan hareketle ülke insanını kamplara bölmek, hükümeti devletin diğer kurumlarıyla karşı karşıya getirmek, siyasi tansiyonu yükseltmek, Çankaya hesabı uğruna kavgayı körüklemek, anti demokratik hislere teslim olmak vs. yanlış...
Sanık Alparslan Arslan’ın ulusalcılarla irtibatı üzerindeki farklılığı tekrar düşünmek gerekiyor; çünkü ulusalcılık Kızılelma çatısı altında toplanırken demokrasi dışı heveslerini zaten dışa vurmuştu. Organizasyonun içinde karanlık ilişkiler olması, bağlantıların cuntacılık kuşkusunu güçlendirmesi, bu topluluğu sıradan bir sivil toplum kuruluşu olmaktan çıkarıyor ve “şok tesiri yapacak eylemler” konusunda şüphelerin oluşmasını sağlıyor. Üstelik ilk defa da gündeme gelmiyor bazı karanlık suçlamalar. Son aylardaki gazete arşivlerini tarayan herkes bu organize ile çete oluşumları ve derin bağlantıları rahatlıkla görebilir...
Sözün özü şu: Türkiye’de laiklik de tehlikede değildir Cumhuriyet de; çünkü Türk halkının çok büyük bir çoğunluğu -ki bu çoğunluğun içinde dindar insanlar büyük yekun tutar- aşırı hareketlere izin vermez. Herkesin sürekli zan altında tutulması, ülkenin temel tercihlerini güçlendirmez; tam aksine hayatın merkezindeki barışıklığın yerini husumetler alır. Rejimin ikide bir tehlikede olduğunu iddia etmek kadar rejimi gerçekten tehdit edecek başka bir düşünce olamaz; çünkü halka güvensizliğin bundan daha feci bir örneği gösterilemez. Üstelik bu büyük bir zaaftır; bu zaaf Türkiye’yi karıştırmak isteyenlere de yeni senaryolar bahşettiği gibi provokasyonlar için de cesaret veriyor...
Uluslararası tasarım ödülleri
snd
Birkaç gündür televizyon ekranlarına yansıyan reklamlarımızdan öğrenmiş olmalısınız; Zaman, bu sene de SND’nin (Society for News Desing) düzenlediği yarışmada ödüller aldı. Artık biliyorsunuz SND, dünya çapında gazete tasarım ödülleri dağıtan bir kurum. Dünyanın bütün muteber gazeteleri bu yarışmaya başvuruyor. Çok sayıda kategorisi var. 29 ülkeden 450 gazete başvuruda bulunuyor. Aralarında Independent, Washington Post, The Wall Street Journal, USA Today, Frankfurter Allgemeine, New York Times, Chicago Tribune, Die Zeit, Los Angeles Times gibi saygın gazeteler var. Bu gazetelerin jüriye sunduğu 15 bin sayfa bulunuyor. Jüri üyeleri büyük bir titizlik içinde seçimlerini yapıyor, sonuçlar açıklandıktan sonra birkaç günlük bir atölye çalışması yapılıyor, ödül almış sayfalardan oluşan kataloglar dünyanın dört bir yanına dağıtılıyor. Bu sene Zaman beş dalda aldığı ödüller ile bu kataloğa bir daha girmiş oldu.

Bu yılki yarışmaya Forum isimli bir gazete de başvurmuş ve bir dalda ödül almış. Ekonomi gazetesi olarak neşir hayatına devam eden Forum’u kutluyorum; diğer gazetelerimizden de bu tür başarılar bekliyorum; zira burada alınan her ödül sadece bir gazetemizi değil, Türk gazeteciliğini ödüllendiriyor. Ümit ederim ki, Zaman müzesi uluslararası ödüllerle dolup taşacak; sevgili okurlarımızın bu desteği sürdükçe başarılar da sürecek. Emeği geçen, ödülde katkısı olan bütün arkadaşlarımı tebrik ediyorum...
Emekli askerlerin hatası TSK’yı bağlamaz


Son aylardaki çete davalarında emekli bazı askerlerin de adı geçiyor. Savcılığa intikal etmiş, dolayısıyla resmî kayıtlara girmiş bu suçlamalar, yenilir yutulur cinsten değil. Çünkü bu çeteler sadece mafya irtibatıyla değil, hükümete karşı psikolojik harp yürütmekle de suçlanıyor. Ele geçen belgelerde “gayri nizami harp planları”na dair krokilerin çıkması da akla kötü şeyler getiriyor. Bu durum demokrasiye gönül veren herkesi rahatsız ediyor; en çok da Türk ordusunun değerli mensuplarını rahatsız ediyor olmalı... Şu gerçeği görmek gerekiyor: Birtakım emekli askerlerin çete iddianamelerinde adının geçmesi halinde bu suçlamaların gazete sayfalarına yansıması doğal. Oradaki suçlamalar Türk Silahlı Kuvvetleri’ne mal edilemez; edilmemeli. Çünkü her meslekten kötü insan çıkabilir, mesleğin hakkını vermeyen çıkabilir, mesleğinin sağladığı bir kısım imtiyazları suiistimal eden çıkabilir... Eminim, emekli askerlerin adının iddianamelere geçmesi ve bu iddianamelerin özünde çetecilik suçlamasının bulunması hem TSK yetkililerini üzmektedir hem de Türk halkını. Türk medyası asker düşmanlığı üzerine yayın yapmaz; gayet iyi bilir ki üç-beş emeklinin yaptığı serkeşlik Türk ordusunun tamamına mal edilemez. TSK yetkilileri de gayet iyi bilir ki çete davalarında yapılan yayınların “orduyu yıpratma” gibi bir amacı olamaz. Bu gerçeği bilmeyen, daha doğrusu bilmezden gelen bazı çevreler çete haberlerinde asıl maksadın “TSK’yı yıpratmak” olduğunu iddia etme cüretinde bulunabiliyor. Bu da gerçeği çarpıtmanın bir başka metodu. TSK’nın sahip çıkmadığı, destek vermediği, tasvip etmediği birtakım karanlık oluşumlara bazılarının sahip çıkması; üstelik bunu TSK üzerinden yapmaya yeltenmesi basit bir hedef saptırmadır. Çeteciler yalnızlaştıkça TSK’yı yanlarına çekmek, düştükleri bunalımdan bu milletin öz evlatlarını “ordu düşmanlığı” ile suçlamakla çıkmak istiyor. Boşuna uğraşıyorlar, bu millet gerçek ordu düşmanlarını gayet iyi biliyor...