Ünlü İtalyan gazeteci Orianna Fallaci gibi seslere kulak verecek olursak Avrupa, çok kültürlülük, bir arada yaşama vs. sloganları altında Avrupalılık iddiasından vazgeçmek üzere. Öfke ve Gurur kitabının yazarı Fallaci’ye göre, bu Avrupa’nın sonu demek. “Çok, çok, ama çok öfkeliyim.” diyen Orianna Fallaci, Avrupa’nın ayağa kalkmasını ve Batı’yı savunmasını istiyor. İngiltere’de geçtiğimiz haftalarda yapılan yerel seçimlerin galibi Muhafazakar Parti ve İngiliz Ulusal Partisi oldu. Çoğu siyasi gözlemci için bu sonuç bir sürpriz değil. Sağ ve milliyetçi söylemlerin güç kazandığı Avrupa’da merkez, uzun bir süredir sağa doğru kayıyor. Bu eksen kayması, Avrupa’daki göç ve entegrasyon tartışmalarının ve İslam-Batı ilişkilerinin de yoğun bir şekilde tartışıldığı bir döneme rastlıyor. İngiltere’de yapılan yerel seçimlerde, iktidardaki İşçi Partisi önemli kayıplar verdi. Merkez sağı temsil eden Muhafazakar Parti ve aşırı sağı temsil eden İngiliz Ulusal Partisi, hem İşçi Partisi’nin iktidar yorgunluğunu hem de muhalefette olmanın avantajını kullanarak önemli bir seçim kazandı. İşçi Partisi 319 belediye meclis üyeliğini ve 18 belediye meclisini kaybetti. Seçimlerde Muhafazakarlar 68, İşçi Partisi 29 ve Liberal Demokratlar 13 belediye meclisini kazandı. Yerel seçim sonuçları ulusal seçimlere göre dağıtıldığında çıkan tablo İşçi Partisi için iç açıcı değil: Muhafazakar Parti yüzde 40, Liberal Demokratlar yüzde 27, İşçi Partisi yüzde 26. Bu eğilimi göğüslemek zorunda olan Tony Blair, kabinesinde önemli değişiklikler yaptı. İngiltere siyaseti şu anda bu değişiklikleri konuşuyor. Fakat dipteki dalga, farklı sorunların varlığına işaret ediyor. İngiltere’de yaşanan, Avrupa genelinde yaşanan bir sürecin paralelinde işliyor. Avrupa’da aşırı sağ ve milliyetçi siyasetin ana tezleri, merkez ve sol siyasi partilerin söylemlerine adım adım nüfuz ediyor. İşsizlik, güvenlik, göç, entegrasyon, eğitim, çok kültürlülük, AB’yle ilişkiler ve dış politika konularında, sol ve merkez partiler, daha korumacı ve muhafazakar politikalara yöneliyorlar. Ülkenin birlik ve bütünlüğünü güvenlik stratejisine dayandıran yaklaşımlar, sağ, sol ve merkez bütün siyasi aktörler arasında taraftar buluyor. Vatandaşlık hakları ve göçmenler konusunda Fransa ve Almanya’ya göre daha temiz bir sicile sahip İngiltere’de bile, “küresel ulusalcılık” diyebileceğimiz bir eğilim azınlıklar başta olmak üzere pek çok insanı tedirgin ediyor. Ünlü İtalyan gazeteci Orianna Fallaci gibi seslere kulak verecek olursak Avrupa, çok kültürlülük, bir arada yaşama vs. sloganları altında Avrupalılık iddiasından vazgeçmek üzere. Öfke ve Gurur kitabının yazarı Fallaci’ye göre, bu Avrupa’nın sonu demek. “Çok, çok, ama çok öfkeliyim.” diyen Fallaci, Avrupa’nın ayağa kalkmasını ve Batı’yı savunmasını istiyor ve ekliyor: “(11 Eylül, Madrid ve Londra’daki) terörist eylemleri yapanların ve onlara göz yuman sol aydınların yüzüne tükürüyorum.” Avrupa ulusalcılığı Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da ulusalcılık olarak ortaya çıkan siyasi eğilim, ırk ya da kültür üstünlüğüne dayalı bir siyasi dil kullanmıyor. Klasik milliyetçiliğin millet vurgusunun yerini, iki faktör almış durumda: Öteki olarak tanımlanan gruplara karşı tepki ve ülkeyi sömürüp işgal edeceğine inanılan sistem. Birinci faktörü temsil eden gruplar, bazen bir dinî topluluk, bazen etnik bir grup, bazen de kültürel bir geleneğin takipçileri olabiliyor. Avrupa’da son yıllarda Müslüman azınlıklara karşı işlenen nefret suçları, ayrımcılık ve kısaca İslamofobia adını verdiğimiz İslam korkusu, Avrupa ulusalcılığının ötekileştirme algısının bir sonucu olarak ortaya çıkmakta. Fransız Katolikleriyle Fransız laiklerinin Fransa’daki Müslüman topluluğa karşı ortak yahut benzer tavırlar göstermesi, bu ulusalcılık türünün pek çok dinî ve siyasi ayrımı aşabildiğini gösteriyor. Fallaci’nin yukarıdaki öfkesi, Avrupalı ve Amerikalı aydınlar arasında giderek taraftar buluyor. Ortadoğu çalışmalarının duayeni kabul edilen Bernard Lewis, bir müddettir Avrupalıları Müslüman göç dalgasına karşı harekete geçmeye çağırıyor. Lewis’e göre Avrupa’nın elli yıl içinde Müslüman bir kıta haline gelmesi işten bile değil. Böyle bir şeyin demografik, siyasi ve sosyal açıdan nasıl gerçekleşeceği konusunda kimse ikna edici bir şey söyleyemiyor. Fakat Lewis’ten Fallaci’ye, Jylland-Posten gazetesinin editöründen Fransa eski Cumhurbaşkanı Giscard d’Estaing’e kadar pek çok Avrupalı “diaspora İslamı”nın, “el-Kaide İslamı”ndan daha az tehlikeli olmadığına kesin olarak inanmış görünüyor. Ne yazık ki bu, İslam’ın Batı’nın “modern ötekisi” olarak yeniden kurgulanmasına imkan sağlayan bir yaklaşım. Bu süreçte pek çok ayrıntı gözden kaçıyor ve Avrupa’daki Müslümanlar bir kültür ve güvenlik tehdidi olarak algılanıyor. Bunun kayda değer örneklerinden biri, 2002 yılında öldürülen Hollandalı siyasetçi Pim Fortuyn. Homoseksüel olduğunu açıkça ilan eden Fortuyn, İslam ve Müslüman göçmenler konusundaki ırkçı görüşleriyle tanınıyordu. 1997 yılında Kültürümüzün İslamlaşmasına Karşı kitabını yazan Fortuyn, “İslam geri bir kültürdür; kanunlar el verse tek bir Müslüman göçmenin Hollanda’ya girmesine izin vermem.” diyor ve ekliyordu: “Ben, İslam’a karşı soğuk savaşın sürdürülmesinden yanayım.” Fortuyn 2002 yılında, Hollanda seçimlerine bir hafta kala aşırı solcu bir çevreci aktivist tarafından öldürüldüğünde bu Hollanda’da bir şok etkisi yarattı. Fakat Theo Van Gogh cinayetinden sonra yaşanan travma yaşanmadı. Kimse sol ve çevreci hareketleri, Avrupa’nın temellerini yıkacak bir tehdit olarak ilan etmedi. İslam ve Müslüman göçmenler şimdilik bu tehdit algısı ihtiyacını yeteri kadar karşılıyor olsa gerek. Avrupa’nın tehdit algısı Avrupa ulusalcılığının ikinci unsurunu oluşturan sistemik güçler ve onların yerel (ulusal) temsilcileri, birincisi kadar açık ve seçik olmasa da ABD ve Avrupa Birliği (AB) üzerinde odaklanıyor. Avrupa’nın Amerika ile olan uzun sancılı tarihi, pek çok evreden geçti. 19. yüzyılda Nietzsche gibi düşünürler için Amerika hiçbir insanı, değer üretememiş bir “iktidar makinesi” idi. Amerikan kurucu babalarının ahlak, vicdan, özgürlük ve eşit vatandaşlık vurgularına rağmen Amerika, Avrupa’nın kültür ve medeniyet derinliğinden yoksun, kaba-saba güce dayanan ve ‘sonradan bitme’ gücü temsil ediyordu. 20. yüzyılda Amerika, Avrupa’nın ötekisi olmaya devam etti. Heidegger’den Frankfurt Okulu’na kadar pek çok Avrupalı düşünür, Amerika’yı “Avrupa’nın olmaması gereken şey”in tecessüm etmiş hali olarak gördü. Amerika, Avrupa solunun siyasi ötekisi, Avrupa sağının kültürel ötekisi olarak kaldı. 11 Eylül sonrasında Avrupa’da yükselişe geçen Amerikan-karşıtlığının İslam dünyası yahut Latin Amerika’dan geri kalmamasına bu yüzden şaşırmamak gerekiyor. DR. İBRAHİM KALIN
HOLLY CROSS ÜNİV. / SETAV GENEL KOORDİNATÖRÜ