Vatanseverlik: Kurtuluş savaşının ilk günlerinde ilk kez gözüken, Türkiye’deki Türk ulusuna dayanan topraksal bir ulus-devlet fikri, dönemin koşullarının bir anlamda ortaya çıkardığı bir zorunluluktu. Anadolu’daki milliyetçilerin temel isteklerini içine alan Misak-ı Milli’si, üzerinde tam ve bölünmez egemenliğin istendiği, “dinen, ırkan, emelen, müttehid Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskun alanlardan söz eder.
Bu ant, halen Türklerden değil, Osmanlı İslamlarından söz eder. Mustafa Kemal, çok geçmeden ister dinen ister ırkan belirlenmiş olsun, ulusal sınırlar ötesinde belirsiz ve daha geniş her hangi varlık için değil, Türkiye halkı için savaştığını açıklığa kavuştururdu.
1908’den beri kültürel milliyetçiliğin büyümesi, yeni Türk kuşaklarını Türklük, Türk ulusuna dayanan özdeşlik ve bağlılık fikrine alıştırmıştı. Kurtuluş savaşı yeni bir fikir, Türkiye vatanı fikrini getirdi. Bu fikir o kadar yeniydi ki Türk dilinde bunun için bir ad bile yoktu. Genç Osmanlılar, Farsçadan yararlanarak Türkistanı uygun görmüşken Mehmet Emin Türkeli’nden söz etmişti. Ancak genç Türkler döneminde Türkiye adı yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Osmanlı İmparatorluğunun geriye kalan ve Türklerle meskun merkezi oluşumunu ifade etmek üzere bu ad resmen ilk kez Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı öncüleri tarafından benimsendi. 1921 Anayasasın da ve 1924 Cumhuriyet Anayasası’nda ülkenin adı olarak kullanıldı.
Bu yeni toprak esasına dayanan Türkiye devleti düşüncesinin, bu kadar uzun süre din ve hanedana bağlılıklarına alışmış bir halkın zihnine yerleşmesi hiç de kolay olmamıştı. Yeni devletin bizzat sınırları yeni ve alışılmamış şeydi; Ülkenin adı, Türkiye bile kavram olarak, yeni şekil olarak yabancıydı. Bu yüzden eski metinlerde yazılışı ve okunuşu da farklı olmuştur. Eski neslin Türkiye yerine Türkiya demesi gibi.
Anadolu Vatanı: Bu düşünce ne kadar yabancı, güçlükler ne kadar büyük olursa olsun bir ulusal Türk devleti oluşmakta idi. Uzun süre Osmanlı İmparatorluğunun ağırlık merkezi olan Balkanlar yitirilmişti. İslam anayurdunda Arap toplulukları kendi ayrı yollarına gitmişlerdi. Anadolu, Ermeni ve Rumlara karşı son mücadeleden sonra Türk Ülkesi olarak elde tutulmuş ve başkent bile, kozmopolit ve levanten İmparatorluk İstanbul’undan, üzerinde Selçuklu kalesi bulunan bir Anadolu şehrine aktarılmıştı.
Bir Türk ulusu düşüncesi, Türk aydınları arasında çabuk gelişti. Fakat kendisiyle birlikte yeni bir tehlike de getirmişti. Bu İmparatorluğun kaybıydı ve nispeten küçük ulus-devleti tatminkar ve çekici görmeyen bir çok kimsenin hala yüreğini yakıyordu. Pantürkist çevrelerde ve özellikle Tatar sürgünleri arasında, ereği çok dilli ve çok uluslu Osmanlı İmparatorluğunu yeniden canlandırmakta olan Ege’den Çin denizine kadar Türk ve Tatar halklarından yeni bir Pan-Türk İmparatorluğu kurmak olan, yeni bir İmparatorluk kaderinin Türkleri beklediği düşüncesi ve ülküsü yaygındı.
Bütün bu çeşit tasarılara ve tutkulara Mustafa Kemal kesinlikle karşı idi. Türklerin Anadolu’da yapacakları uzun ve zor bir görevleri vardı. Diğer yerlerdeki Türk kardeşleri, onların sempati, ilgi ve dostluğundan yararlanabilirlerdi; Fakat kendi siyasal kaderlerini kendileri yaratmalı, Türkiye Cumhuriyeti kendi işinden alıkoyup, uzak ve tehlikeli maceralara sürüklemeye çalışmamalıydı.
Gerekli olan şey milliyetçilikten çok vatancılık yani, ulus gibi iyi tanımlanamayan ve çeşitli şekilde yorumlanan bir varlıktan çok; mevcut, hukuken tanınmış, egemen Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılık idi.
Vatan değiminin modern Türkiye de inişli çıkışlı bir tarihi olmuştu. Cevdet Paşa’ya göre, XIX. Yüzyıl ortalarında bu deyim, bir Türk askerine köy meydanından daha fazla bir şey ifade etmezdi; 19. yy sonlarında, Namık Kemal’e, Arabistan’ın kutsal şehirleri de dahil olmak üzere, bütün Osmanlı İmparatorluğunu ifade ediyordu. 1911’de Pantürkist Ziya Gökalp için vatan ne Türkiye nede Türkistan’dı, geniş Turan ülkesi idi.
Bu farklı görüşlere karşı Mustafa Kemal yeni bir Anadolu Türk vatanı fikrini zihinlere yerleştirmek istedi. Amacı, halen İslam’ı ve Osmanlı bağlılık duygularını yıkmak, Panislamist ve Panturkist heveslere karşı koyma ve Türk ulusunda vatanına karşı yeni bir bağlılık yaratmaktı.
Anadolu vatanı Kurtuluş Savaşı’nın belgelerinede yansımıştır. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, Müterake sınırları içindeki topraklar ülke sayılmış, bu topraklar üzerindeki, idari birlik-bütünlük üzerinde kurulmuştur. Bunun anlamı, soy kümelerine ve bölgeci devletçiklerin kurulmasına karşı çıkmaktır.
Bu ilke Misak-ı Milli’de de kabul edilmiştir. Burada ayrıca, Arapların çoğunlukta oldukları topraklarla Batı Trakya’da ve üç doğu ilinde halk oylaması yapılabileceği belirtilmiştir. Bütün bu kararlar Osmanlı Anayasa hukuku açısından son derece yeni bir durumdur ve tamamen Kanun-i Esasi’ye aykırıdır. Çünkü, 1876 Anayasasında Osmanlı devleti var olan toprakları ve imtiyazlı eyaletleri ile bölünmez bir bütün olarak kabul edilmiştir (Tanör, 1998:56).
Bu yönüyle Misak-ı Milli, Milli bir devlet için Anadolu vatanı amacına yönelikti. Yayılmacı hedefler gütmeyen sadece ulusal niteliklere dayalı yeni bir anlayışı onaylamıştı. Bu ise Osmanlı İmparatorluğunun dağıldığı, onunla birlikte Osmanlıcılık,İslam birliği ve Turancılık politikalarının da terk edildiği, yeni sınırlarıyla bir ülkenin oluştuğu anlamına geliyordu.
Savaş sonrası Türk- Yunan nüfus değişimi de Türkiye’deki Türk kimliğinin oluşmasında etkili olmuştur. Lozan Antlaşması ile Türk-Yunan arasındaki uyuşmazlıkları sona erdirmiş ve aralarındaki ayrı bir anlaşma ile, zorunlu bir nüfus değişimsiyle azınlık sorunlarını sürekli bir çözüme kavuşturmayı öngörmüşlerdi. 1923 ile 1930 arasında 1.125.000 kadar Rum Türkiye’den,Yunanistan’a, 500.000 Türk’de Yunanistan’dan, Türkiye’ye gönderilmiştir.
İlk bakışta bu değişim, her iki tarafta da milliyetçi ve vatancı fikirleri ve ulus ile vatana daha büyük bir birlik ve bağlılık verme arzusunun hüküm sürmesine bir belirti gibi görünebilir. Fakat olup bitenler oldukça farklı olmuştur. Yunanistan’a gönderilen Karaman Rumları, din olarak Hristiyan Rumlardı, fakat çoğu Rumca bilmiyordu ve dilleri Grek yazısı ile yazdıkları Türkçe idi. Aynı şekilde Yunanistan’dan gönderilen Türkler pek az Türkçe biliyordu, esas dilleri Rumca idi. Rumcayı da eski Türkçe ile yazıyorlardı. Yapılan iş bir Türk ve Rum değişimi değil, daha çok bir Rum Ortodoks ve Osmanlı Müslüman Mübadelesi idi.
Ulusal Bilincin Geliştirilmesi:
Modern ulusal kimlikler feodal üretim biçimlerinden kapitalist üretim biçimlerine geçerken şekillenmişlerdir. Bu geçişin tarihi sırası ve devrim veya evrim şeklinde ortaya çıkışı ulusal birimlerin temel niteliklerinin oluşmasında önemli bir rol oynadı. Batıda savaşçı aristokratların yerini fetihçi burjuvalar değişik yöntemlerle aldılar. Bu fetihçi burjuvalar batının ortak değerlerini aristokratik kültür mirası üzerine oturturken, değişik yol ve yöntemleri de ulusal karakterlerin oluşmasına renk kattı. İngilizlerin pragmatizmi ve iktisatçılığı Fransızların despotik iktidarlara karşı kavgayla beslenen devrimcilikleri, Almanların gecikmiş kapitalizmleri de hep bu bağlamda değerlendirildi.
Osmanlı devletinde modern ulus devlete temel oluşturacak edecek etnik ve kültürel açıdan türdeş bir halk tabanı yoktu. Gelecekteki Türk ulusunu oluşturacak öğeler Anadolu’da bile bir bütünlük sağlayamamışlardır. Çağdaş Türk Ulusu’nu Anadolu, Balkanlar ve Kafkasya’nın Türkçe konuşan Müslümanları uzun ve zahmetli bir ölüm kalım savaşı sonunda Anadolu’da buluşarak gerçekleştirdiler.
Tarihte ilk kez halkımız önderinin ağzıyla mazlum ulus kimliğinin bilincine varıyor ve bu fırsatla zulmü yenme kavgasına girişiyordu. Bu ölüm kalım kavgasının başka bir ön koşuluda erbab-ı say yani emekçi olmamızdı. Ancak bu koşullarda kendimiz hakkında gerçekçi olabilir ne olduğumuzu bilebilirdik. Büyük lider zaferden sonra yeni Türkiye’ye şekil vermek için toplandığı Türkiye İktisat Kongresi’nde, uzun uzun tarihte saban’ın kılıcı nasıl yendiğini anlatıyordu.
Ulus kavramı Türkiye Cumhuriyeti açısından önemli ve kurucu bir kavramdır. Bilindiği üzere ulusların doğuş döneminde ulusu neyin oluşturduğu ya da ulusun temelinde neyin bulunduğu konusunda iki farklı anlayış belirmiştir.
Bunlar sözleşmeye dayalı ulus anlayışı ve kolektif ruha dayalı ulus anlayışıdır. Bu anlayışlardan birincisi; ulusu, kökenleri ne olursa olsun aynı ilkeler etrafında iradi olarak belirmiş bir yurttaş topluluğu olarak tanımlayan ve daha ziyade Fransız devrimine bağlanan anlayıştır.Sözleşmeye dayalı ulus anlayışında, bir millete giriş özgür bir seçime, irâdî bir katılım edimine bağlanmıştır. Önemli olan kan veya ırk gibi doğuştan gelen özelliklerden ziyade toprak ve irade katılım gibi sonradan kazanılabilecek türden özelliklerdir.
Buna karşılık ulusu kolektif bir ruhun ifadesi olarak gören anlayış, tarihin, geleneklerin ve kökenin belirleyiciliğini öne sürmektedir. Daha çok, Alman romantiklerine dayanan bu anlayışta, milliyet dışarıdan katılıma ilk olarak kapalıdır; örneğin Alman olmak, iradî bir edimin sonucu olarak değil, genelde ve önceden tanımlanmıştır.
Tüm ulus-devletler, politik, kültürel, ekonomik bir birlik oluşturmayı hedefler, bünyesinde topladığı farklı grupları bütünleştirmeye yönelir. Dinsel cemaatlerin ve etnik toplulukları görmezden gelerek, yurttaşlığı esasa alır; yani farklılıkları dile getirmeksizin, ilk olarak insanları yurttaş yapan şeyin dışında adlandırmamak ister. Herkesin herkese karşı yasalar tarafından korunduğu, insan ilişkilerinin, halk ve görevlerin yasal bir zemine oturtulduğu bir hukuk düzenini oluşturmaya çalışır. Bu cumhuriyetçi demokrasi anlayışıdır.
Tüm topluluklar, genel bir deyişle halk onu oluşturacak, bir arada tutacak zihinsel bir ilke, bir kavram (notion) etrafında tasarlanır. Bu kavramlaştırma nasıl gerçekleştirilir, oluşturulur? Genel fikirler iki farklı yoldan oluşturulur. Birinci yol toplama (kolleksiyon) ve sınıflandırma yolu yöntemi, politik birleştirme tarzıdır. Buna baktığımızda halk kavramı da iki tarzda oluşturulabilir; ya benzerlikleri birleştirerek tasnif yöntemiyle ya da kavramsal inşa ve soyutlama yöntemiyle. Birinci halde etnik, ırksal veya kültürel bir anlayışla, birtakım gözlenebilen özelliklerden; davranışlar, ritler, alışkanlıklar, töreler, inançlardan hareketle bazı insanlar birleştirilebilir.
Bu politik birleştirme tarzı dediğimiz ikinci yönteme denk düşer. Burada halk kavramı ve benzeri birleştirmeler, olgusal cevaplara göre veya inançlara dayandırılarak doğrulanmaz. İnsanların bir halk olarak toplanması, doğal bir veri gibi düşünülmez. Buradaki toplanma, bir üretim veya yapım edimidir. Takdimden temsile geçmek söz konusu olur. Bu köklerden kopmayı gerektirmez, ancak köklerinde bir veri gibi alınmasını içerir.
Oysa ülkemiz bir kültür mozaiğidir. Bu gerçekten hareketle yurttaşlık kavramı yaratmak ikinci yola yakın bir yöntem izlemiştir. Ülkemizde olduğu gibi, bir toplum farklı kültürleri veya gelenekleri barındırdığı zaman, bunları birlikte düşünmenin üç tarzı vardır. Farklı kültürler ya bir yerlere yerleştirilir ve aralarında ilişki olmaz, ya içlerinden birisinde özümsenir ve diğerleri asimle edilir veya birbirleriyle bir bütün içinde kaynaşırlar. Bu demektir ki, farklı kültürler hem kendilerini korumak, hem de bir arada yaşamak istediklerinden entegrasyondan başka bir yol yoktur.
Entegrasyon kavramı, ancak politik toplanma tarzında anlamlıdır. Burada hiç kimse politik bir topluluğun doğal üyesi değildir; ama herkes üye haline gelebilir. Bu anlayış çağımızın ve ülkemizin en önemli sorunlarından biri olan çok kültürlülüğün hayata geçirilmesine en uygun model olarak görülmektedir. Çünkü bu tarz, hem kökenlerin inkarını gerektirmekte, hem de kökene bağlı olmayan politik bir çerçeve çizmektedir. Bu çerçevede kalınarak hem tekil bir şey kişi, hem de yurttaş olmak mümkündür. Daha somuta indirgersek, hem etnik bir aidiyet olarak Türk, Kürt, Boşnak veya Çerkez olmak, hem de yurttaş olmak böylece kendisi olmaktan vazgeçmeksizin bir üst kimlikte birleşebilmek mümkündür.
Toplumsal ve bireysel evrime baktığımızda, Tanrının kulu olan bir insan anlayışından, prensin tebaası, yani prensin otoritesine boyun eğmiş bireyi temsil eden ortaçağ anlayışına geçiş görülür. Burada insan, özerk bir özne değil tabi olandır. Tüm insanların tebaa olarak doğdukları anlayışı vardır. Tarihsel ve mantıksal olarak başlangıçta var olan bu tür insandan sonra yurttaş gelmektedir. Hak ve ödevliliğiyle tanınmış olan yurttaş tebaadan sonra gelmekte ve tebaanın boyun eğme durumuna son vermektedir. Bu anlayışta tebaa, başlangıç insanı değildir ve burada insanlar tebaa olarak değil, özgür ve haklar bakımından eşit doğarlar.
Politik topluluğun Cumhuriyetçi bir yöntemle yapımı çok kimlilikle ne ilkesel, ne de politik bir karşıtlık içermez. Cumhuriyetçi anlayışta ortak varoluş ilkesi, diğerinin hakkı ilkesine o da özgürlüklerin birlikte varoluş ilkesine götürür.
Yurttaşlık kabaca bir devlete aidiyeti belirtir; bireye bir takım hak ve ödevler içeren hukuki bir statü verir. Ancak yurttaşlık sorunu, sadece yasal veya anayasal bir sorun değildir; bireyin topluluk içinde yer alma tarzı ve politik iktidarlar ilişki tarzını da içerir.
Kaynak