Arama


Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
8 Şubat 2009       Mesaj #6
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
DİLİMİZİN ADI

Osmanlı Devrinden Günümüze Türkçe


Osmanlı Türkçesi veya yanlış fakat yaygın bir isimle Osmanlıca, Türkiye Türkçesi'nin ikinci devresini teşkil eder. Osmanlıca, XV. yüzyıl sonlarından XX. yüzyıl başlarına kadar, Anadolu, Rumeli, Irak, Suriye, Kırım, Adalar ve Kuzey Afrika'da kullanılan Türk yazı dilidir.
Yaygın olarak kullanılan “Osmanlıca” terimi, bazı insanların zannettiği gibi Türkçe'den farklı bir dili anlatmaz. Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Türklerin dilini anlatır. Konuyu bilen pek çok kişi bu terimi kısa veya pratik olduğu için kullanmaktadır. “Lisan-ı Osmani” yani "Osmanlı Dili”, “Osmanlıca” terimleri Tanzimat devrinden sonra ortaya çıkmıştır, Tanzimat devrinde, Osmanlı devletinin dağılmasını önlemek maksadıyla çeşitli unsurları kaynaştıracak bir “Millet-i Osmaniye” meydana getirmek düşüncesiyle “Osmanlıcılık” siyasî fikri ortaya atılmıştı. Bu siyasî anlayışa uygun olarak dile de “Lisan-ı Osmanî” veya “Osmanlıca” adı verilmiştir. Daha önce ise "Türkçe”, “Türkî”, “Lisan-ı Türkî" gibi isimler kullanılmaktaydı. Tanzimat devrinde “Lisan-ı Osmanî” terimini ilk defa kullanan ünlü bilgin Ahmet Cevdet Paşa'dır. Ahmet Cevdet Paşa ve Keçecizade Fuat Paşa birlikte yazıp 1865’te yayımladıkları dil bilgisi kitabına “Kavaid-i Osmaniye” adını vermişlerdir. Böylece bu eserle literatürümüze “lisan-ı Osmanî” terimi girmiş ve Osmanlıca-Türkçe tartışmaları başlamıştır.
Bugün “Osmanlıca” terimi, Osmanlı Devri Türkçesi'ni anlatmanın dışında, 1928'den önce kullanılan Arap harfli alfabeyi (eski yazı da denir) okuyup yazma ve öğretimi için kullanıldığı gibi (Osmanlıca dersleri vs.) bugünkü sade Türkçe anlayışına uymayan, içinde Arapça-Farsça unsurların fazla bulunduğu XX. yüzyıldan önceki Türkçe'yi anlatmak için de kullanılır.
Tanzimat devrinden sonra yazılan dil bilgisi kitaplarında (ilki Kavaid-i Osmanî, l865) Osmanlıca, “Türkçe-Arapça ve Farsça'dan meydana gelmiş üçüzlü bir dil” olarak tarif edilmiştir. Böyle bir tarif ise “Osmanlıca” denilince bu dillerin birleşmesi ile Türkçe'nin dışında Türkçe'den ayrı “Osmanlıca” diye bir dil meydana gelmiş gibi bir anlayışı ortaya çıkarmıştır. Bundan dolayı dil tarihi ve kültürü ile yakından ilgili olmayanlar, “Osmanlıca” denince, İngilizce, Arapça veya İtalyanca gibi müstakil bir dilin varlığını düşünmektedirler, Gerçekten bu devrede dilimize normal alış-verişlerin ötesinde yabancı unsurlar girmiştir. Fakat yine de devrin dili Türkçe'dir, Başka bir deyişle “Osmanlı” adında Türk'ten ayrı bir millet olmadığı gibi Türkçe'den başka bir dil de yoktur. Osmanlıca, Türkçe'nin kendisine has özellikler taşıyan bir dönemidir. Bu dönemin diline “Tarihî Türkiye Türkçesi” veya "Osmanlı Devri Türkçesi" demek veya öyle anlamak en doğrusudur.
Nitekim daha Tanzimat devrinde, devrin ünlü dilci ve sözlükçüsü Şemsettin Sami, Türkçe'ye “Osmanlıca” denmesine karşı çıkıp yanlışlığını izah eden Şemsettin Sami, 1880'de yayımladığı “Lisan-ı Türki” adlı makalesinde konuyu şöyle izah etmektedir:
“Söylediğimiz lisan ne lisandır ve nereden çıkmıştır. Osmanlı lisanı tabirini pek de doğru bulmuyoruz; Çünkü bu ünvan Selâtin-i Osmaniyenin birincisi Fatih-i Meşhurun nam-ı alîlerine nisbetle müşarün ileyhin tesis etmiş oldukları bir devletin ünvanıdır. Halbuki lisan ve cinsiyet müşarün ileyhin zuhurundan ve bu devletin teessüsünden eskidir. Asıl bu lisanla konuşan kavmin ismi Türk ve söyledikleri lisanın ismi dahi Lisan-ı Türkîdir."
“Osmanlı” adının, devleti kuran kişinin adına nispetle devlete verilen isim olduğunu, halbuki bu devleti kuran kavmin Türk, konuştuğu dilin de Türkçe olduğunu; Türk kavminin ve Türkçe'nin Osmanlı devletinden daha eski olduğunu anlatan Şemsettin Sami, 1897'de yayımladığı “Lisan ve Edebiyatımız” adlı makalesinde konuyu, dil ve dillerin yapısı açısından da şöyle açıklamaktadır:
“Osmanlı lisânı üç lisandan, yani Arabi, Farisî ve Türkçe lisanlarından mürekkeptir demek âdet olmuştur. Âdet-i ilahîyeye ve tabiata aykırı olan bu tabir ekseri kavâid ve inşâ kitaplarında ve buna benzer kitaplarda zikr ve tadâd olunuyor. Ne kadar yanlış, ne büyük hatâ! Üç lisandan mürekkep bir lisan dünyada görülmemiş şey!
Hayır hiç de öyle değildir. Her lisan bir lisandır. Akvam ve ümem heyninde olduğu gibi, elsine beyninde dahi muhtelif derecelerde yakınlık ve münasebet bulunup, her bir kaç lisan bir zümre teşkil eder. İmdi söylediğim lisan elsine-i Turaniye zümresine mensup Türk lisanıdır, Buna birinci derecede Arabi 'den ikinci derecede Farisi 'den bazı kelime ve tabirler girmiştir. Lâkin bu kelime ve tabirler ne kadar çok olsa lisanın esasını değiştirmez. Meselâ İspanyolca ve Portekizce'de o kadar Arapça bulunuyor ki bunların cem 'i büyük bir cilt teşkil etmiştir. Lâkin mezkür lisanlar Arabî ile falan lisandan mürekkeptir denilmeyip lâtin zümresine mensup müstakil lisanlar addolunuyor.
Kezalîk İngilizce’de hemen yarı yarıya Fransızca kelime bulunduğu halde İngilîz lisanı Cermen zümresine mensup bir lisan olup, Fransızca'ya yabancı addolunur. Her lisan'ın me'huz ve müstear kelimelerine bakılmaz esası olan tasrifatına bakılır. "
Şemsettin Sami'nin yüz yıl önce ifade ettiği bu fikirler, bütün tazeliği ile geçerliliğini korumaktadır. Zira, daha önce belirttiğimiz gibi yer yüzünde ırka dayalı saf bir kültür dili bulmak mümkün değildir. Yine dil bir kelime yığını, sözlük kitabı değil, bir işleyiş sistemidir.
Bugün yaygın bîr dil olan ve Şemsettin Sami'nin de örnek verdiği İngilizce'nin kelimelerinin %80'den fazlası İngiliz asıllı değildir. XVI yüzyıldan sonra oluşan ve “Fransızca” adıyla kullanılmaya başlanan bugünkü Fransızca'da ise, bazı araştırmacıların belirttiğine göre, ırka dayalı asıl öz Fransızca diyebileceğimiz dilden 22 veya en çok 200 civarında kelime bulunmaktadır.
Osmanlı Türkçesi devrinde, Türkçe'ye gerçekten çok fazla Arapça Farsça kelime ve terkip (tamlama) girmiştir. Ancak bu bütün eserlerde aynı derecede değildir. Yine Osmanlı Türkçesi, Baki'nin, Nedim'in, Şeyh Galib'in, Evliya Çelebi’nin dili olduğu gibi Karacaoğlan'ın, Emrah'ın vs .’nin de dilidir. Naimâ'nın, Namık Kemal’in ve Tevfik Fikret'in de dîlidir. Osmanlı Türkçesi veya Osmanlıca denince bugün sadece hazırlıksız kişiler tarafından zor anlaşılan “Divan Edebiyatı” dediğimiz edebiyatın dilini anlamamak gerekir. Kaldıki Divan şairleri içinde de oldukça sade şiîrler ve beyitler söyleyenlerin sayısı pek çoktur. Kısaca Osmanlı devri Türkçesi de (Osmanlıca), bu dille meydana getirilmiş her çeşit eser de bizim kültürümüzün ürünleridir. Hepsi Türk milletinin millî kültürüne dahildir.
Osmanlıca ve Divan edebiyatı konusunda şair, yazar ve fîkir adamı Atilla İlhan, kendisiyle yapılan bir mülâkatta fikirlerini şöyle açıklamaktadır:
“Divan edebiyatıyla halk edebiyatını birbirinden ayırmak mümkün değildir. Cumhuriyet başlangıçta bu hatayı yapmıştır. Divan edebiyatı zenginlerin edebiyatıdır. Biz halk edebiyatını geliştirelim demek hatadır. Divan edebiyatı da, Halk edebiyatı da aynı alt yapının eserleridir. Bazı halk şairleri vardır ki divan yazmışlardır. Bazı divan şairleri de heceyle şiir yazmışlardır. Bu iki tür de aynı çerçevenin içindedir.”
Aynı mülâkatta orta çağ Batı Hıristiyan medeniyeti daîresinde sanat ve bilim dilinin Yunanca ve Lâtince, buna karşılık İslâm medeniyeti dairesinde de Arapça ve Farsça olduğunu, bunun normal olduğunu anlatan Atillâ İlhan, fikirlerini açıklamayı şöyle sürdürüyor:
“Türkçe'de Arapça ve Farsça kelimelerin olması Osmanlıcayı ne Arapça ne de Farsça yapmıştır. Bunu ben tecrübe ederek yaşadım. Biz böyle yetiştirildiğimiz için bir Arap veya Acem bu şiirleri gördüğünde anlar zannediyordum. Tabiî bu yanlış bir düşünceydi. Hiç bir zaman bu dillerin esareti altına girilmedi. Batı dillerinde bu daha açık bir şekilde görülüyor. Meselâ Fransızca diye bir dil yok. Şimdi konuşulan yazılan Lâtince'nin bozulmuş şeklidir. Eğer Fransızlar bizim Dil Kurumu gibi Fransızca'dan Lâtince kelimeleri atmaya kalksalar geriye sadece 123 kelime kalır. Bunlar asla bu dangalaklığı yapmıyorlar tabii.” (Türkiye Gazetesi, 5 Kasım 1997, Mülâkat, Mehmet Göze)
Bugün, Osmanlıca ve bilhâssa Divan edebiyatı - Halk edebiyatı konusuna yeniden eğilen ilim ve fikir adamları, bu iki tür edebiyatın da Müslüman Türk milletinin kültürünü yansıttığını makale ve müstakil eserleri ile ortaya koymaktadırlar. Gerçekten dil ve estetik anlayışı bakımından farklı görünen bu iki edebiyat -sanat sahasının ayrılığı sadece kabuktadır- özde aynı milletin kültürünü yansıtmaktadır.
Nitekim, kendisi de bir şair ve ilim adamı olan Orhan Şaik Gökyay, 26 Şubat 1987'de Türk Dil Kurumunda yaptığı bir konuşmada (daha sonra, "Divan Edebiyatı Kimin" adıyla yayımlanmıştır,) Divan Edebiyatını "Bir okur yazar sınıfının, sadece medrese tahsili görmüş insanların tekelinde bir edebiyat saymayı doğru bulmuyorum, bulmadım. Ama vaktiyle ben de böyle okuttum." dedikten sonra bu edebiyatın, Türk kültürünü nasıl yansıttığını, devrinde nasıl anlaşıldığını, her tabaka ve meslekten, kültür seviyesinden şairler bulunduğunu, bu edebiyatın sadece İstanbul'da değil, en küçük kasabalara kadar yaygın olduğunu örneklerle anlatmaktadır. Orhan Şaik Gökyay, konuşmasının sonunda şu kanaati belirtiyor: "Ben divan edebiyatının bir zamanlar, toplumun her tabakasından insanın malı olduğuna inandığımı sözümün sonunda bir kez daha tekrarlıyorum "
Günümüzün divan edebiyatıyla uğraşan ilim adamlarından Mustafa İsen de tezkireler üzerine yazdığı bîr makalesinde tezkirelerde adı geçen 3182 divan şairinin mesleklerini incelemiştir. Yazıda padişahlardan, çeşitli bürokratlardan, aşçı marangoz, ayakkabıcı, kasap, terzi ve saraca kadar birçok meslek erbabının divan şairi olduğu ortaya konulmuştur.
Divan şiiri ile uğraşan bir başka ilim adamımız Prof. Dr. Cemal Kurnaz da konu ile ilgili olarak yazdığı müstakil bir eserde konuyu enine boyuna incelemiş ve "Kültürümüzün bütünlüğü ve sürekliliği içinde ele alındığında Divan ve Halk şiirinin birbirine tamamen zıt ve farklı olmadığını; aksine, sanıldığından daha fazla müştereklerinin bulunduğunu örnekleriyle" göstermiştir.(1)
Zaten "Osmanlıca" adı Tanzimat devrinden sonra siyasî anlayışla ortaya atıldığı gibi, "Divan Edebiyatı" veya "Divan Şiiri" adı da 1900'lü yıllardan sonra kullanılmaya başlanmıştır.
Türk Dili tarihi içinde ayrı bir dönem olarak isimlendirilip incelenmesine rağmen Osmanlıca'nın, Türkçe'nin iç yapısı ve gelişmesi bakımından, dil bilgisi bakımından günümüz Türkiye Türkçesi ile arasında belirli bir ayrılık yoktur. Eski Anadolu Türkçesi devresinden sonra günümüze kadar Türkçe'nin ses ve gramer şekillerinde önemli bir değişiklik olmamıştır. Yani Osmanlıca ile günümüz Türkiye Türkçesi arasında Eskî Türkçe ile Eski Anadolu Türkçesi arasındaki gibi bir devre farkı bulunmamaktadır.
Osmanlıca'nın günümüz Türkiye Türkçesi'nden ayrı bir devre olarak görülmesi, dış yapısı ile ilgilidir. Gerçekten de, Osmanlıca dış yapısı yani içindeki yabancı unsurlar bakımından hem Eski Anadolu Türkçesi'nden hem:de günümüz Türkiye Türkçesi'nden ayrı özellikler gösterir.
Osmanlıca devresinde, Türkçe'ye pek çok Arapça ve Farsça kelime girdiği gibi dil bilgisi (gramer) şekilleri de girmiştir, Bu unsurların bazı eserlerde % 60’1arı bulduğu hattâ geçtiği bile görülebilir. Ancak Türkçe'ye giren bu kelime, tamlama ve diğer dilbilgisi unsurları isim sahasında kalmıştır. Ayrıca bu yabancı isimlerin bir kısmı Türkçe yardımcı fiillerle birleşik fiil teşkil edilerek de kullanılmıştır.
Osmanlıca devresinde, fiil çekimleri ve Türkçe cümle yapısı bozulmamıştır. Bilhassa divan şiiri beyit esasına dayandığı için cümleler uzamamıştır. Fakat nesir eserlerde ise, uzun cümleler kurulduğundan cümle yapısı şiirdeki kadar sağlam olmamıştır.
Osmanlıca, içindeki yabancı unsurların durumu bakımından kendi içinde üç devreye ayrılır.

- Eski Osmanlıca: (XV. yüzyıl sonu XVI yüzyıl)
- Klâsik Osmanlıca: (XVI. yüzyıldan XIX. yüzyıl ortalarına kadar)
- Yeni Osmanlıca: (XIX. yüzyıl ortalarından XX. yüzyıl başlarına kadar)

Tanzimat devrinden itibaren, Osmanlı devletinin siyasî, sosyal durumu, Batı medeniyeti ile ilişkîler, dil ve edebiyat anlayışına da tesir edince, Türkçe'nin sadeleştirilmesi, içindeki iğreti duran yabancı kelimelerin ve gramer şekillerinin atılması fikri doğmuştur. Buna Tanzimat devrinde."Sosyal faydacı bir edebiyat" anlayışının gelişmesi ve sonra da kültürel Türkçülük fikirleri vesile .olmuştur.
Türkçe'nin yabancı dil unsurlarına, bilhassa Arapça ve Farsça'dan gelen kelime. ve gramer şekillerine karşı korunması, Türkçe'ye sahip çıkılması fikri, XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud'dan Tanzimat devrine kadar, şuurlu Türk şair ve yazarları tarafından zaman zaman ortaya atılmışsa da kalıcı bir hareket haline gelememiştir. Ancak Tanzimat devrinden sonra Türkçe'nin sadeleştirilmesi, yabancı unsurlardan bilhassa Arapça ve Farsça dilbilgisi şekillerinden temizlenmesi, Türk aydınları için bir problem, bir dava olmuştur.
Tanzimat devrinde, Namık Kemal, Şinasi, Ali Suavi, Ahmet Mithat Efendi, Şemsettin Sami, Muallim Naci, Ahmet Vefik Paşa, Ahmet Cevdet Paşa gibi şahsiyetler Türkçe'nin sadeleşmesi için çalışmışlar fakat, istediklerini tam başaramamışlardır.
Servet-i Fünûn dergisi etrafında toplanan şair ve yazarlar, sanat anlayışları gereği, sadeleşme konusunu fazla önemsememişler, hattâ kendilerine göre önceki devirden farklı Arapça ve Farsça yeni terkipler türetmişlerdir. Bu yüzden "anlaşılmaz" olarak nitelendirilmişlerdir. Servet-i Fünün öncülerinden Tevfik Fikret ve Halid Ziya, sadeleştirme fikrine karşı bile çıkmışlardır.
Servet-i Fünûn dergisinin ve Edebiyatının dışında kalan Hüseyin Rahmi, Ahmed Rasim, Mehmed Emin, Rıza Tevfık sade Türkçe ile eserler vermişlerdir. Aynı devirde "İkdam" gazetesi etrafında toplanan "Türkçü ve Türkçeciler" ise, Türkçe'nin sadeleşmesini hararetle savunmuşlardır, Bunların öncüleri Necip Asım, Veled Çelebi, Fuad Köseraif’tir. Bilhassa Fuad Köseraif ileri derecede "tasfîyeciliği savunmuştur.(2)







kaynak
Quo vadis?