Arama


Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
8 Şubat 2009       Mesaj #7
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
TÜRKÇE'NİN AYRIŞTIRILMASI



Türklerin dildeki ilkeleri kelime bilginlerine ait düşüncelerin tersi olmakla beraber, arı Türkçeci (tafsiyei adını alan dil ülkücülerinin görüşlerine de uygun değildir. Arı dilcilere göre, bir kelimenin Türk olabilmesi için, onun, aslen bir Türk Kökü'nden gelmesi, gereklidir. Buna dayanarak kitap, kalem, abdest, namaz, mektep, cami, minare, imam,der gibi arapça ve farsça köklerden gelmiş olan kelimeler, halkın diline girmiş olduklarına bakılmaksızın. Türkçe'den atılmalı ve bunların yerine ya unutulmuş olan eski Türk kelimeleri diriltilmeli, veya Çağataycada, Özbekçede, Tatarcada, Kırgızcada, v.d. bulabileceğimiz, aslen Türk kökünden gelmiş kelimeleri almalı veyahut Türkçe'de yeni ekler ve birleştirme yöntemleri icat ederek, bunlar aracılığıyla Türkçe kelimeler yaratılmalıdır. Türkçülere göre, bu düşünüş biçimi de yanlıştır. Çünkü, başta, hiçbir Türk kökünün en eski zamanlara çıkıldıkça Türk kalacağı ileri sürülemez. Bugün Türk kökünden geldiği sandığımız birçok kelimelerin önceleri Çinceden, Moğolcadan, Tunguzcadan, hatta Hindçeden ve farsçadan eski Türkçe'ye girmiş olduğu ilmi olarak ortaya konulmuştur.

İkinci olarak, kelimeler, gösterdikleri anlamların tarifleri değil, işaretleridir. buna göre, kelimelerin hangi köklerden geldiğini, nasıl türediğini bilmeğe de gerek yoktur. Bu gibi şeyleri bilmek, yalnız filoloğlar ve lenguistler için gereklidir. Dilin sistemi ve şivesi bakımından, hatta zararlıdır. Çünkü, yukarıda arap ve fars köklerinden gelen kelimelerde gördüğümüz gibi, Türk kökünden gelen kelimelerde de, bazen kullanıştaki anlam türediği kelimenin anlamından başkadır. Mesela "yabancı", "yabandan gelmiş adam" demek değildir. "Kahve-altı", kahveden sonra yenilen yemek anlamına gelmez. Bu gibi kelimeleri kök anlamlarında kullanmak bir dil hastalığıdır ki buna türetme hastalığı" denilir. Mesela bazı adamlar, "terlik" kelimesi söylenince, bunun kullanıştaki anlamına önem vermeyerek, derhal kök anlamını ararlar ve " ter için ayağa giyilen ayakkabı" diye kelimeyi köküne bağlamağa çalışırlar. Oysa ki, "terlik" kelimesinin anlamını ararken, "ter" kelimesini hatırlamak, şive bakımından zararlıdır.

Türetme hastalığına uğramış bir adamın yanında, mesela "yabancılar geldiler" dediğiniz zaman, o : "Yabancılar mı" yabandan gelmişler, demek ki yabani adamlardır" derse tuhafınıza gitmez mi? Veya "Şu terliği giyiniz!" dediğiniz zaman, "Ayağım terli değil; terlik giymeğe ihtiyacım yok!" cevabını verirse, elinizde olmadan gülmez misiniz? Bununla beraber, halka özgü bir türetmecilik de vardır ki, bu aksine hem normal, hem de yararlıdır. Mesela, halktan olan kimseler "dilbaz" kelimesini" çok dili, çok dil döken" anlamında sanırlar.1
Halkın böyle yanlış türetmelerle yaptığı bozmalar, bir tür bilinçsiz kendine mal etme yöntemidir. Mesela halk alaim-i sema'yı, eleğim sağma şekline çevirir. Balimoz'u Bal yemez suretine sokar2.
Ankara'da bir pınarın adı olan "Zülfazıl" kelimesini "Solfasol" yapar, "Şeref-resan" vapurunu "Şerif Hasan, "nevid-i Fütuh"u "Delik Kütük", "Feth-i bülend"i "Yedi bölen" tarzında Türkçe kelimeler haline koyar. "Telgraf çekmek'ten "tel çekmek" kelimesini doğurur.
İşte, bu gibi esaslara dayanarak, Türkçüler, arı dilcilerin dil hakkındaki görüşlerini kabul etmediler. Türkçülere göre, Türk halkının bildirdiği ve tanıdığı her kelime millidir. Bir kelimenin, milli olması için, Türkçe kökten gelmesi yeterli değildir. Çünkü, Türk kökünden gelmiş olan "gözgü, sayru, baskıç, ağı" gibi birçok kelimeler, canlı dilden çıkarak fosil olmuşlar, onların yerine canlı olarak" aynı, hasta, merdiven, zehir" kelimeleri girmiştir.
Nasıl zooloji ve botanik ilimlerinde fosillerin yeniden dirilmesine imkan yoksa, dil fosillerinin de tekrar hayata dönmelerine artık imkan yoktur. Kısaca Türkçülere göre, halkın alıştığı, yapay olmayan bütün kelimeler millidir. Bir milletin dili kendi cansız köklerinden değil, kendi canlı kullanışlarından doğmuş canlı bir organizmadır.
O halde, Türkçe'nin sadeleştirilmesi, yalnız bu esaslara dayanmalı, arı dilcilerin aşırı iddialarına doğru gitmemelidir.

Arı dilcilerin diğer Türk lehçelerinden kelime almaları da yanlıştır. Çünkü, Türk lehçeleri, "ana dili" konumunda bulunan eski Türkçe'den ayrıldıktan sonra, her biri ayrı bir gelişim yolunu izlemiştir. Gerek fonetik, gerek leksikoloji açısından birbirinden uzaklaşmışlardır. Buna göre, bu lehçelerin kelimelerini dilimize sokarsak, "İstanbul Türkçe'sinin güzelliğini bozmuş oluruz. Zaten bu lehçelerde var olan kelimeler dilimizde de bulunduğu için, onlara hiçbir ihtiyacımız da yoktur. Yalnız, Türk medeniyeti tarihi, eski Türk kurumlarını tarihi bir ölümsüzlüğe kavuştururken, bunların adları da bilim terimleri olarak dilimize girecektir. Bunu "fosillerin dirilmesi" biçiminde görmemelidir. Çünkü, bu kelimeler şimdi sözcük olarak değil, yalnız terim olarak dilimize gireceklerdir. Bu biçimde girmelerinde hiçbir sakınca da yoktur.
Arı dilcilerin, işlemeyen ekleri işlek hale sokarak ve tamlama yöntemleri icat ederek, bunlar aracılığıyla, yeni kelimeler yaratmak istemeleri de yanlıştır. Çünkü, nasıl bir hayvanın veya bitkinin organizmasına dışardan yeni bir organ eklememiz doğru değilse, dile yeniden işlek bir edat yahut yine bir tamlama biçimi sokmamız da öylece doğru değildir. Bundan dolayıdır ki, "günaydın" "tünaydın" gibi tamlamalar yeni Türkçe'de yaşamadığı gibi, işlek olmayan edatlarla yapılmış olan deyimler de yaşayamadılar.

Bununla beraber, arı dilcilerin bu aşırı devrimciliğini bir tarafa attıktan sonra da edebiyattı Osmanlı dilinden atılacak kelimelerin pek çok olduğunu görürüz. Bilimsel terimlerde de, hiçbir gereklilikleri olmadığı halde alınmış nice kelimelere rastladık. Mesela, coşkunluğa "cuşiş" demek gerekli mi? Baş ağrısına "sıda" demeğe hiç gerek var mı? Tıp sözlüğünü ele alalım: Kemiğe "azm" başa "re's", dişe "sin", sinire" asab" diyen bu sözlükte, dilimize girmesine hiç gereklilik bulunmayan nice arapça ve farsca kelimeler vardır. "Adale" gibi, "hüceyre" gibi, "protoplazma" gibi Türkçe'de karşılığı bulunmayan kelimelerin başımızın üstünde yeri vardır. Dilimize yeni terimler getiren bu gibi sözcüklere milli sözlüğümüz açıktır. Fakat Türkçe'si bulunan ve hiçbir özel anlam ile ondan ayrılmayan eş anlamlı kelimeleri artık dilimizden atmalıyız.

Bu sözlerden anlaşılıyor ki, medeniyet dairelerinin de kendilerine özgü coğrafya alanları ve bu alanların belirli sınırları var. Mesela, bir masal veya bir alet belirli bir noktaya kadar yayılıyor. Ondan öteye gidemiyor. Çünkü her medeniyet başka bir sisteme girer. Adeta, her medeniyetin başa bir mantığı, başka bir estetiği, başak bir hayat görüşü vardır. Bu yüzdendir ki, medeniyetler birbirine alışamıyorlar. Yine bundan dolayıdır ki, bir medeniyeti bütün sistemiyle kabul etmeyenler, onun bazı bölümlerini alamıyorlar. Alsalar bile kendilerine mal edemiyorlar. Medeniyeti de, din gibi dışından değil, içinden olmak gerekir. Medeniyet de tıpkı din gibidir. Ona da inanmak ve yürekten bağlanmak gerekir. Bu notayı iyi yanlamamış olan Tanzimatçıların bizi Avrupa Medeniyet'ine dış görünüşü taklit etmek yoluyla sokmak girişimleri bundan dolayı kısır kaldı.
Medeniyetlerin coğrafi sınırları ayrı olduğu gibi, tarihi gelişmeleri de birbirinden ayrıdır. Bu gelişmelerin de bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Fakat, medeniyet daireleri milli kültür dairelerinden daha geniş oldukları için, ömürleri de ötekilerin ömründen daha uzundur.

Bundan başak bir millet gelişmesinin yüksek noktalarına çıktıkça, medeniyetini de değiştirmek zorunda kalır. Mesela Japonlar, son yüzyılda Uzak Doğu medeniyetini bırakarak, batı medeniyetine girdiler.

Bu konuda en çarpıcı örneği Türklerde görürüz. Çünkü Türkler gelişmelerinin üç yarı aşamasında birbirine benzemeyen üç farklı medeniyet dairesine girmek zorunda kaldılar: Türkler kavimi devlet hayatı yaşarken, Uzak Doğu medeniyeti içindeydiler. Sultani devlet devrine geçince, Doğu medeniyetine girmek zorunda kaldılar. Bugün milli devlet dönemine geçtikleri sırada da, içlerinde Batı medeniyetine girmek için kuvvetli bir akımın belirdiğini görüyoruz.
Uzak Doğu medeniyetinin izlerine, özellikle sözlü geleneklerden ayrılmayan cahil tabakada rastlarız. Bu tabakanın hala inanmakta bulunduğu "tandırname" kuralları uzak doğu medeniyetinde esas olan inanışlarla uygulaması devamından ibarettir. Masallar, eski menkıbelerle mitlerin artıklarıdır. Bir taraftan eski Türk diniyle uzak doğu milletlerine özgü dinlerin diğer taraftan bunların bütünü ile bugün de okuma yazma bilmeyen halk arasında yaşamakta bulunan tandırname hükümleri ve masallar arasındaki karşılaştırmalar bu gerçeği ortaya çıkarmak için yeterlidir.
Türklerin dildeki ilkeleri kelime bilginlerine ait düşüncelerin tersi olmakla beraber, arı Türkçeci (tafsiyei adını alan dil ülkücülerinin görüşlerine de uygun değildir. Arı dilcilere göre, bir kelimenin Türk olabilmesi için, onun, aslen bir Türk Kökü'nden gelmesi, gereklidir. Buna dayanarak kitap, kalem, abdest, namaz, mektep, cami, minare, imam,der gibi arapça ve farsça köklerden gelmiş olan kelimeler, halkın diline girmiş olduklarına bakılmaksızın. Türkçe'den atılmalı ve bunların yerine ya unutulmuş olan eski Türk kelimeleri diriltilmeli, veya Çağataycada, Özbekçede, Tatarcada, Kırgızcada, v.d. bulabileceğimiz, aslen Türk kökünden gelmiş kelimeleri almalı veyahut Türkçe'de yeni ekler ve birleştirme yöntemleri icat ederek, bunlar aracılığıyla Türkçe kelimeler yaratılmalıdır. Türkçülere göre, bu düşünüş biçimi de yanlıştır. Çünkü, başta, hiçbir Türk kökünün en eski zamanlara çıkıldıkça Türk kalacağı ileri sürülemez. Bugün Türk kökünden geldiği sandığımız birçok kelimelerin önceleri Çinceden, Moğolcadan, Tunguzcadan, hatta Hindçeden ve farsçadan eski Türkçe'ye girmiş olduğu ilmi olarak ortaya konulmuştur.

İkinci olarak, kelimeler, gösterdikleri anlamların tarifleri değil, işaretleridir. buna göre, kelimelerin hangi köklerden geldiğini, nasıl türediğini bilmeğe de gerek yoktur. Bu gibi şeyleri bilmek, yalnız filoloğlar ve lenguistler için gereklidir. Dilin sistemi ve şivesi bakımından, hatta zararlıdır. Çünkü, yukarıda arap ve fars köklerinden gelen kelimelerde gördüğümüz gibi, Türk kökünden gelen kelimelerde de, bazen kullanıştaki anlam türediği kelimenin anlamından başkadır. Mesela "yabancı", "yabandan gelmiş adam" demek değildir. "Kahve-altı", kahveden sonra yenilen yemek anlamına gelmez. Bu gibi kelimeleri kök anlamlarında kullanmak bir dil hastalığıdır ki buna türetme hastalığı" denilir. Mesela bazı adamlar, "terlik" kelimesi söylenince, bunun kullanıştaki anlamına önem vermeyerek, derhal kök anlamını ararlar ve " ter için ayağa giyilen ayakkabı" diye kelimeyi köküne bağlamağa çalışırlar. Oysa ki, "terlik" kelimesinin anlamını ararken, "ter" kelimesini hatırlamak, şive bakımından zararlıdır.

Türetme hastalığına uğramış bir adamın yanında, mesela "yabancılar geldiler" dediğiniz zaman, o : "Yabancılar mı" yabandan gelmişler, demek ki yabani adamlardır" derse tuhafınıza gitmez mi? Veya "Şu terliği giyiniz!" dediğiniz zaman, "Ayağım terli değil; terlik giymeğe ihtiyacım yok!" cevabını verirse, elinizde olmadan gülmez misiniz? Bununla beraber, halka özgü bir türetmecilik de vardır ki, bu aksine hem normal, hem de yararlıdır. Mesela, halktan olan kimseler "dilbaz" kelimesini" çok dili, çok dil döken" anlamında sanırlar.1
Halkın böyle yanlış türetmelerle yaptığı bozmalar, bir tür bilinçsiz kendine mal etme yöntemidir. Mesela halk alaim-i sema'yı, eleğim sağma şekline çevirir. Balimoz'u Bal yemez suretine sokar.
Ankara'da bir pınarın adı olan "Zülfazıl" kelimesini "Solfasol" yapar, "Şeref-resan" vapurunu "Şerif Hasan, "nevid-i Fütuh"u "Delik Kütük", "Feth-i bülend"i "Yedi bölen" tarzında Türkçe kelimeler haline koyar. "Telgraf çekmek'ten "tel çekmek" kelimesini doğurur.

İşte, bu gibi esaslara dayanarak, Türkçüler, arı dilcilerin dil hakkındaki görüşlerini kabul etmediler. Türkçülere göre, Türk halkının bildirdiği ve tanıdığı her kelime millidir. Bir kelimenin, milli olması için, Türkçe kökten gelmesi yeterli değildir. Çünkü, Türk kökünden gelmiş olan "gözgü, sayru, baskıç, ağı" gibi birçok kelimeler, canlı dilden çıkarak fosil olmuşlar, onların yerine canlı olarak" aynı, hasta, merdiven, zehir" kelimeleri girmiştir.
Nasıl zooloji ve botanik ilimlerinde fosillerin yeniden dirilmesine imkan yoksa, dil fosillerinin de tekrar hayata dönmelerine artık imkan yoktur. Kısaca Türkçülere göre, halkın alıştığı, yapay olmayan bütün kelimeler millidir. Bir milletin dili kendi cansız köklerinden değil, kendi canlı kullanışlarından doğmuş canlı bir organizmadır.
O halde, Türkçe'nin sadeleştirilmesi, yalnız bu esaslara dayanmalı, arı dilcilerin aşırı iddialarına doğru gitmemelidir.

Arı dilcilerin diğer Türk lehçelerinden kelime almaları da yanlıştır. Çünkü, Türk lehçeleri, "ana dili" konumunda bulunan eski Türkçe'den ayrıldıktan sonra, her biri ayrı bir gelişim yolunu izlemiştir. Gerek fonetik, gerek leksikoloji açısından birbirinden uzaklaşmışlardır. Buna göre, bu lehçelerin kelimelerini dilimize sokarsak, "İstanbul Türkçe'sinin güzelliğini bozmuş oluruz. Zaten bu lehçelerde var olan kelimeler dilimizde de bulunduğu için, onlara hiçbir ihtiyacımız da yoktur. Yalnız, Türk medeniyeti tarihi, eski Türk kurumlarını tarihi bir ölümsüzlüğe kavuştururken, bunların adları da bilim terimleri olarak dilimize girecektir. Bunu "fosillerin dirilmesi" biçiminde görmemelidir. Çünkü, bu kelimeler şimdi sözcük olarak değil, yalnız terim olarak dilimize gireceklerdir. Bu biçimde girmelerinde hiçbir sakınca da yoktur.

Arı dilcilerin, işlemeyen ekleri işlek hale sokarak ve tamlama yöntemleri icat ederek, bunlar aracılığıyla, yeni kelimeler yaratmak istemeleri de yanlıştır. Çünkü, nasıl bir hayvanın veya bitkinin organizmasına dışardan yeni bir organ eklememiz doğru değilse, dile yeniden işlek bir edat yahut yine bir tamlama biçimi sokmamız da öylece doğru değildir. Bundan dolayıdır ki, "günaydın" "tünaydın" gibi tamlamalar yeni Türkçe'de yaşamadığı gibi, işlek olmayan edatlarla yapılmış olan deyimler de yaşayamadılar.

Bununla beraber, arı dilcilerin bu aşırı devrimciliğini bir tarafa attıktan sonra da edebiyattı Osmanlı dilinden atılacak kelimelerin pek çok olduğunu görürüz. Bilimsel terimlerde de, hiçbir gereklilikleri olmadığı halde alınmış nice kelimelere rastladık. Mesela, coşkunluğa "cuşiş" demek gerekli mi? Baş ağrısına "sıda" demeğe hiç gerek var mı? Tıp sözlüğünü ele alalım: Kemiğe "azm" başa "re's", dişe "sin", sinire" asab" diyen bu sözlükte, dilimize girmesine hiç gereklilik bulunmayan nice arapça ve farsca kelimeler vardır. "Adale" gibi, "hüceyre" gibi, "protoplazma" gibi Türkçe'de karşılığı bulunmayan kelimelerin başımızın üstünde yeri vardır. Dilimize yeni terimler getiren bu gibi sözcüklere milli sözlüğümüz açıktır. Fakat Türkçe'si bulunan ve hiçbir özel anlam ile ondan ayrılmayan eş anlamlı kelimeleri artık dilimizden atmalıyız.
Quo vadis?