Apayrı etkinlikler; Merce Cunningham’ın dansı, resim sergisi, Robert Rauschenberg’in bir Victrola çalması, Charles Olsen’in onun şiirlerini okuması, MC. Richards’ın da dinleyicilerin uzağındaki bir merdivenden şiir okuması. David Tudor’un piyano çalması, benim yine uzaktaki bir merdivenin sessizliğinden uzun bir metni okumaya koyulmam, bütün bunlar konferans sürem içerisinde tesadüfen belirlenmiş zaman dilimlerinde gerçekleşiyordu.
“Pollock’un bu geleneği [resim] neredeyse yıkacak raddeye gelmesi, sanatın ritüele, büyüye ve hayata daha etkin biçimde katıldığı günlere geri dönüş olabilir pekala.”
Bunu herkes yapabilirdi. 1960’lı yıllarda bu fikir sanat dünyasını bir salgın gibi kapladı… Sanatçılar dans ettiler. Dansçılar müzik yaptılar. Besteciler şiir yazdılar. Şairler gösteriler düzenlediler. Bu tür şeyleri yapabilecekleri eleştirmenler, kadınlar ve çocuklar dahil olmak üzere genelde herkesin aklına yattı.
Biz kendimize, geleneksel tiyatroyla ilişkisini doğru anlatması için P i ç Tiyatrosu adını veriyoruz. Bizim etkimiz tartışılabilir, terbiyemiz kötüdür. Gayrımeşru estetiğimiz özgürlüğün ve esnekliğin azami boyutlara çıkmasını sağlıyor. Tek bir anlam, yöntem ya da ortama hizmet etmeye hiç yanaşmamamız da puş*luğumuzu pekiştiriyor. Soyadımız yok ve bundan ziyadesiyle memnunuz.
Performans sanatçıları bize iki kere görmediğimiz, bazen de asla görmek istemeyi dilemediğimiz şeyleri gösterdiler.
Beni performansa çeken etken, ses, hareket ve görüntüyü karıştırma imkanıydı: Hepsi de birbirinden farklı olan bu ögelerle karmaşık bir sonuca varabiliyordunuz. Zaten kendimin iyi olmadığı şey de, bir heykel gibi tek ve basit bir eser ortaya koymaktı.