6-7 Eylül Olayları
Dilek Güven, Radikal, Eylül 2005
-4-
Tanıklar anlatıyor...
'Bir kamyon taşla geldiler'
"Çok, çok fena. O zaman ben evliydim, iki yaşındaydı Lula. (Sarıyer) Yenimahalle'de yazlıktaydık. İstanbul'dan haber geldi, Beyoğlu yanıyor. Saat sekiz, sekiz buçuk filan. Taş dolu bir kamyon geldi. Kamyonun içinden 10-15 kişi çıktı, ilk evvela gazinoyu kırdılar, bir şey bırakmadılar. Bir araya toplandık, zangoç vardı, karısı ve oğluyla; papaz vardı kızları ve karısıyla beraber. Başladılar dışarıdan camları kırmaya, taş atmaya. Aman n'apalım derken artık karanlık da oldu. Arka tarafta bir Türk ailesi oturuyordu, biliyordu o ne olacağını. Hemen papazın kızlarını aldılar, pencereden. Ben Lula'yı şiltenin altına koydum, çocuğu öldürecekler. Taşlar yağmur gibi geliyor. Evin kapısına geldiler. Onu da tekmeyle kırdılar. Babam hemen oda kapısını açtı. Türkçeyi Türk gibi konuşuyordu babam. 'Kırıyoruz' dedi, 'Kıbrıs için. Helal olsun, vatana helal olsun' dedi, gelenler. 'Beni, karımı, kızlarımı öldürün' dedi babam. 'Yok, öldürmeye iznimiz yok' dediler, 'kırmaya iznimiz var.' İsmini sordular, 'Kemal' dedi babam. 'Afedersin, Kemal ağabey' deyip gittiler. Bakkala gittiler, bakkal da diyor ki, 'Hangi Kemal? Bu Koço'dur, Rum'dur.' Tekrar geldiler. Radyo ve buzdolabını pencereden aşağı attılar. Yataklar, elbiseler, gardırobun içinde bir şey kalmadı. Yani biz kaldık. Titriyorduk, 'Kırın' diyordu babam, ne yapsın, 'kırın, atın, helal olsun, atın!' Kırdılar, vurdular, gittiler. Papazın kızlarını istediler. 'Burada yoklar' dedik. Papazı aldılar, bir motosikletin üstüne bağladılar, yol boyunca çektiler."
Aynı saatlerde, F. S.'nin kocası bir an önce ailesinin yanına gelmek üzere Sirkeci'den yola çıkar. "O akşam kocam işteydi. Saat üçte geldi; Sirkeci'den, Yenimahalle'ye yayan geldi. O da kırıp yırtıp da geliyordu, ne yapsın. Kırmayan, yıkmayan gâvurdur, diye düşünüyorlardı." (Tarihe Bin Canlı Tanık projesi kapsamında 74 yaşındaki ev kadını F. S. ile yapılan görüşmeden.)
'Annem başörtüsü taktı, Türk sandılar'
Kumkapı'da, iki katlı kâgir evinin önünde, yarım yüzyıl önceki kâbusu anlatıyor, Sarkis Çerkezyan. Gizli TKP üyesiydi. Kumkapı'da iki marangoz dükkânı vardı. Evi Yedikule'deydi.
"Anneme, Müslüman kadınlar gibi görünsün diye beyaz başörtüsü taktık. Pencereye bir bayrak uydurduk. Kapıya oturdum. Kalabalık bir grup önümden aktı. Kiminin elinde bir top kumaş, kiminde bir makine parçası vardı. Bütün cadde eşya doldu. Sadece Rum evlerini değil, tüm gayrımüslimlerinkini yağmaladılar. Yedikule Caddesi üzerindeki bir kiliseyi ateşe verdiler. Kıvılcımlar bizim evin üstüne düşüyordu. Caddede üç kişi durdu. Bizim eve bakıyorlardı. Yanlarına gittim, 'Bu evin sahibi Ermeni. Şimdi Florya'da yazlıkta. Aşağıda ben varım, hatırlatırım' dedim. Annem Müslüman bir kadın gibi kahve pişirdi. İçtik birlikte... Yağma saatler sürdü. Gece yarısına kadar kapıdan ayrılmadım. Sonraki gün dükkânıma gittim. Kepenkler kırılmış, dükkâna girilmişti. Benim dükkâna komşum Laz Mehmet girmiş. Sabahları birlikte çay içerdik. Çok ağrıma gitti.
Evet, 6-7 Eylül'de çok çektik. Ama bu halkın çok iyiliğini gördük. Tehcirden kaçıp Karaman dağlarına çıkan babamı, idam fermanı olmasına rağmen sakladı Türk köylüsü. Eşimin cenazesine ta Silifke'den geldiler. Ermenistan'a yerleşecektim, bırakıp da gidemedim. Hem hanım istemedi hem de 'yoldaşlarım' bırakmadı. Çünkü büyük düşlerimiz vardı."
Beyoğlu'nu yıktılar siz duruyorsunuz...
"Üç parti olarak geliyorlardı. İlk parti bağırıyor çağırıyor, ikinci parti Rum dükkânlarını kırıyordu. Kepenkler kolay açılmıyordu. Hazırlıklıydı bu iş, ellerinde demir sopalar, kepenkleri deldiler, açtılar, neler varsa hepsi yere döküldü. Üçüncü parti hırsızlık için geliyordu. Ve çanlar çalıyordu, kiliselere girdiler, çanları çalıyorlardı. 12'ye kadar yani... Nasıl yaşadık, tarif edemem."
Rumlar 1953-1954 yıllarında Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhakı istemiyle
adada Türklere ve İngilizlere yönelik şiddete başlarlar. Kısa sürede 'Kıbrıs sorunu' milli bir dava haline döner.
"O yıllarda ekonomik durgunluk vardı, enflasyon artıyordu. Müthiş bir darboğaza girdi Türkiye, darboğaza girince, halkın (ilgisini) başka bir tarafa çekmek icap etti."
Birbiri ardına Kıbrıs sorununu sahiplenen dernekler kurulur. Ulusal basında başlatılan bir kampanya ile Patrikhane ve Rumlarla ilgili yayımlanan olumsuz haberler, vatandaşların 'Ya Taksim, ya ölüm' sloganları
ile İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerde mitinglere zemin hazırlar.
Takvimler 1955 yılını gösterdiğinde, 'Kıbrıs sorunu' iç ve dış politikanın en önemli tartışma konusu haline gelir. Ağustos sonunda başlayan ve İngiltere'nin davetiyle düzenlenen Londra Konferansı'nda adanın ve garantör devletlerin statüleri tartışılır. Konferansın ikinci tur görüşmeleri başlamadan bir gün önce 4 Eylül günü Kıbrıslı Türkler, Rumların adada yürüttükleri Enosis politikasını mitinglerle protesto ederler.
6 Eylül, öğle saatleri
6 Eylül günü, Selanik'teki Atatürk'ün evinin bombalandığı haberi İstanbul'a ulaştığında Başbakan Adnan Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay öğle yemeğinde beraberdir. Menderes, haberin radyodan duyurulması talimatını verir. İstanbul Ekspres gazetesi de ikinci baskısını yaparak haberin tüm İstanbul'da duyulmasını sağlar:
"O gün Dolmabahçe'deki maçtan çıktık, kapıda akşam gazeteleri vardı. Ekspres, büyük başlık atmıştı, 'Atamızın evi bomba ile hasara uğradı' diye. Herkeste büyük bir infial doğdu. Fakat sonradan öğrendik ki, Atatürk'ün evine bombayı koyan MİT'miş." (72 yaşındaki emekli bankacı H.Ö., Tarihe Bin Canlı Tanık)
Kıbrıs sorunuyla ilgilenen dernekler bu haberi kısa sürede duyar ve misillemeye yönelik açıklamalar yaparlar. Tepki sokağa dökülmeye hazırdır ve aynı gün, akşamüstü derneklerin örgütlediği büyük bir grup Taksim'e yürüyüşe geçer. İlerleyen saatlerde 'Ya Taksim, ya ölüm', 'Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır' sloganları ile yürüyen gruplar ilk olarak Rum gazetelerinin bürolarına saldırır.
"O akşam sinemadaydım, meğer ki gündüzden beri hazırlıklar varmış, Süreyya Sineması'ndaydım, film oynarken durdurdular filmi, biri çıktı sahneye bir şeyler söyledi, 'Ne alakası var' dedik, yine de aymadık, çıktık ki millet caddelerde!" (71 yaşındaki eczacı M.S., Tarihe Bin Canlı Tanık)
Ancak Müslüman ailelerin bir kısmı o gece olacaklardan haberdardır:
"Haber geldi bize, bu gece bir şeyler olacak dediler, biz korktuk sanki bize olacakmış gibi. Manol'un kurukahve dükkânını, Rum gazinolarını kırdılar. Rumların nesi varsa hepsini kırdılar. Yervant vardı, o Yahudi'ydi, onun mefruşat dükkânının camlarını kırdılar, yırttılar kumaşları; topları böyle arabaların arkalarına bağladılar, arabanın biri bu tarafa gitti biri şu tarafa, yırttılar onları." (60 yaşındaki ev kadını M. Y., Akdeniz Sesleri)
'Korkmayın, biz buradayız'
"Olaylar bizim burada, Büyükdere'de de başlayınca, gayrimüslim komşularımız tedirgin oldu, biz de onları evimize aldık. Babam kiliseye takıldı. Ama yine de arkadan girip yakmışlar kiliseyi. Sabaha kadar nöbet tuttuk. Başka yerlerden motorlarla gelenler oldu." (84 yaşındaki müteahhit S.O., Akdeniz Sesleri)
"Büyükdereli gençlerin, bizlerin Rum arkadaşlarımız vardı. Ben o zaman kulüp başkanıydım, Rum çocukları çağırdım, 'Telaş etmeyin biz buradayız, size bir şey yaptırmayız' dedim. Korktular, sindiler, dövecekler, parçalayacaklar, öldürecekler diye. Hiç unutmam Andon vardı, matbaacı. Apostol vardı sonra. Beyaz Park'a doğru sahilden yürüyoruz beraberce, bu arada haberler geliyor, Beyoğlu'nu şöyle yıktılar, böyle parçaladılar. O sırada bir araba geldi, kırmızı vişneçürüğü renginde. Arkasından upuzun kumaş parçası, sürünüyor yerlerde. Tam parkın önünü dönerken, arabanın içinden, 'Ne duruyorsunuz lan Beyoğlu'nu yakıyorlar, Rumların yerlerini yıktılar, siz duruyorsunuz!' dediler. Araba hızla gitti. Andon'a dedim ki, 'Sen merak etme', evine bıraktım onu. Kilisenin kapılarını kırmışlar, çok güzel ikonalar vardı, hep parçalamışlar, yerlere atmışlar." (Emekli bankacı H. Ö.)
Kiliseler de yağmalandı
Şehrin dört bir yanında, evler ve işyerleri yağmalanırken, kiliseler de ateşe verilir; hatta bazı gayrimüslim mezarlıkları parçalanır. Balıklı Rum Kilisesi'nin papazı öldürülür. 'Kiliselere girdiler, bidonların içine gaz doldurdular, kiliseleri yaktılar, 'Burası Rum kilisesi' dediler. Samatya'daki kiliseye girmişler, orayı da tarumar etmişler. Sanmışlar ki, o da Rum kilisesi, kilise ya! Mahmutpaşa'yı berbat ettiler. Onlar sandılar ki bütün şeyler dükkânlar Rum'du, halbuki Ermeni de vardı orda. Genel olarak Ermeni kilisesine dokunmadılar, ne patrikhaneye dokundular, ne Kumkapı'daki kiliseye dokundular. Tertipti, tertip şöyle ki 'Aileye dokunma, mala dokun', aileye dokunmadılar. Geldiler, ne varsa yıktılar, radyoları aşağı attılar, buzdolaplarını aşağı attılar. Çapulcular, Rumların kadınlarının ellerinden, yüzüklerini, bileziklerini aldılar. Dışarıdan gelenler, 'Hangisi Ermeni evi, hangisi Rum evi?' diye soruyorlardı. Bizim yanımızdaki ev Rum'du, onu tarumar ettiler."
Olaylar yağma ve talana dönüşür.
"Bizim köşedeki mezeciye, sütçü Argiri, saldırdılar. Bahariye Caddesi ve Altıyol'dan aşağı kumaş dükkânları ve kuyumcular yağma edildi. Ben gözümle gördüm kaşarpeyniri imalathaneleri vardı, kaşarlar denize yuvarlanarak gitti. Kumaş yığınlarından, tramvaylar çalışamadı." (67 yaşındaki şoför A.İ.T., Akdeniz Sesleri)
Talan bitti, sıkıyönetim geldi
'Anneannem ağlıyordu, 'Aman evladım kimsenin malına dokunma, bunlar bizim komşularımız' diyerek...' 'Derikli Usta'nın meyhanesine ilk baltayı, her akşam orada veresiye içki içen zabıta vurdu...'
Saatler ilerler, ancak semtlere dağılmış olan kalabalığın öfkesi dinmez. İstanbul en uzun gecelerinden birini yaşamaktadır. "Rum çocukları evlerine bıraktım, eve geldim. Caminin karşısındaydı evimiz. Anneannem kapının önünde taşın üzerine oturmuş, titriyor ve ağlıyordu. Beni görünce 'Aman evladım, kimsenin malına dokunma, bunlar bizim sittin senelik komşularımız' diyerek ağladı. Bir şey oldu, bir süre sonra Rumlardan kalma bir tabak getirdiler eve, anneannem tepki gösterdi, 'Eve sokulmaz bunlar, tarumar oluruz' dedi. Son dakikaya kadar burada, Büyükdere'de iskelenin içinde Anastas ve Niko vardı, pastacı, dükkânının yıkılmaması için sonuna kadar direttik. Fakat öyle bir güruh geldi ki, üf, gözü dönmüş, parçaladılar dükkânları..." (72 yaşındaki emekli bankacı H. Ö., Tarihe Bin Canlı Tanık)
Aynı gün bir başka ilde, İzmir'de de şiddet olayları yaşanır. Saat 24.00'te İstanbul'da ve İzmir'de sıkıyönetim ilan edilir, sokağa çıkmak yasaklanır. Emniyet müdahalede gecikmiştir:
"Polis istese mani olamaz mı, yahut asker, olurdu. Moda'da, karşıda, meyhane vardı Derikli Usta'nın, demir kepenkli, orada her akşam veresiye içen bir belediye zabıta memuru vardı, kepenge ilk baltayı o vurdu. Bizim evin altında Aksiyotis vardı, düzgün, emeğiyle geçinen, vasat ama medeni kimselerdi, ter ve korku içindeki hallerini hatırlıyorum. Feci bir şeydi, 5-10 gün kulağımdan şangırtı sesleri gitmedi." (71 yaşındaki eczacı M. Z., Akdeniz Sesleri)
"Pastane Stasuli'yi kırdıklarında, bir bekçi vardı, 'Hadi çocuklar tamam, tamam' diyordu. Bir akrabam da Çengelköy'de dedi ki, bir gece içinde polisi, bekçisi hepsi değişmiş." (68 yaşındaki emekli öğretmen E. P., Akdeniz Sesleri)
Akşam saatlerinde Ankara'ya doğru yola çıkan trene ulaşan dehşet haberleri, Bayar ve Menderes'in İstanbul'a dönmesine yol açar. Bakanlar Kurulu, sıkıyönetim kararı alır. Bu arada Londra Konferansı'ndaki Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'ya olaylarla ilgili bilgi verilir.
"Ordu gelince çil yavrusu gibi dağıldılar, kimse kalmadı. Bu olaylardan sonra aradan zengin olanlar oldu. Ama sonunda tonganın altına Menderes gitti, o ayrı." (78 yaşındaki emekli öğretmen O. D., Tarihe Bin Canlı Tanık)
"En çok İstiklal Caddesi'ne zarar verildi. Günlerce o çöpler durdu. Temizlenemedi İstanbul. Hadiselerden sonra 3-4 gün sokağa hiç kimseyi çıkarmadılar. Yüksekkaldırım'a indiğim zaman, bir de ne göreyim, o güzelim vitrin camları aşağıda, piyanolar, orglar, kontrbaslar, saksofonlar yerlerde, parça parça. Ve dükkânın kepenkleri kazmalar, küreklerle parçalanmış. Ve içeri girdiğiniz zaman, baktım birisinin elinde süpürge, böyle süpürüyor dükkânın içini, mal sahibiymiş, 'Geçmiş olsun' dedim. 'Sağ olun' dedi, 'Şu dükkânın haline bakın' diye ağlıyordu adam." (76 yaşındaki kunduracı S. B., Tarihe Bin Canlı Tanık)
"İnanır mısınız, 5-6 ay Beyoğlu'na çıkamadım, o manzarayı görmemek için. Derler ki, bir ay, bir buçuk ay, tabii peynirler, yağlar dökülmüşler, onların o kokuları çıkmamış Beyoğlu'ndan." (Emekli bankacı H. Ö.)
Yaraları yine komşular sardı
Günün ilk ışıklarıyla ortaya çıkan dehşetin yaralarını yine komşular sarar: "Birçok Müslüman Türk komşumuz vardı, bize geçmiş olsun demeye geldiler. Ama bazıları da gece köşeye çıktı, 'Var olun çocuklar, var olun' diye destek verdi ve tabii artık onlar bize selam veremiyorlardı. O günden sonra içimize korku girdi. Bu olayları yapanlar bilmediler ki, düşünmediler ki, bu zarar memleketin zararı. Evet, Rum'undu, bilmem neydi, ama burada yaşıyordu, para, devletin parasıydı." (E. P.)
İki günün sonunda pek çok insan tutuklanır. 10 Eylül 1955 günü dönemin İçişleri Bakanı istifa eder. Kıbrıs Türktür Derneği kapatılır. 12 Eylül günü Meclis'e taşınan olaylarda DP iktidarı komünistleri suçlar, aralarında Kemal Tahir ve Aziz Nesin'in bulunduğu insanlar tutuklanır, ancak 1956'da aklanırlar.
"Ben hep diyorum, Türkiye'nin ekonomisi, 6-7 Eylül'den sonra bozuldu. Çünkü devlet (zararlara karşılık) para ödedi. Ondan sonra Türkiye çöktü. Türkiye'nin ekonomisini tutuyordu onlar. Taksim'de tek dükkân kalmadı. Eskiden parası olmayanlar zengin oldu." (70 yaşındaki ev kadını K. A., Tarihe Bin Canlı Tanık)
"Çıkıyorduk, her yerde yazılı, 'Vatandaş Türkçe konuş'. Rumca konuşamazsın, gâvursun. 56'da, Angelos karısını aldı, İtalya'ya kaçtı. Biz kaldık. Biz gitmek istemiyorduk İstanbul'dan tabii. her sabah, adamın biri geliyordu köşede Lula'yı kolluyordu, bekliyordu. Sokağa çıkamıyorduk. Ondan sonra, 64'te, yavaş yavaş hepsi gittiler, yani Rum kalmamaya başladı İstanbul'da. Artık yaşanmazdı burada." (74 yaşındaki ev kadını F. S., Tarihe Bin Canlı Tanık)
"Biz bu 55'teki olayları unuttuk, çoğumuz. Ve gittiler diyorlar, bazı Rumlar da diyor bunu. Yoo, o zamandan sonra biz gitmedik. 50 aile gitmiştir belki, 56'larda, 57'lerdeki hadiselerden sonra. 63'te Kıbrıs çok alevlendi. 'Ya Taksim, ya ölüm' her tarafta megafonlar, mikrofonlar, sinir harbiydi bizim için, doğruya doğru. O zaman, işte, hayatımız zordu. Rum olduğumuzu söylemeye çekiniyorduk. Mesela diyorduk ki çocuklara, 'Sesli Rumca konuşmayın', 'Konuşacaksanız sessiz konuşun'. Çünkü hemen görüyordunuz, yüz ifadesi değişiyordu insanların. Bu benim vatanım. Ben burada doğdum, burada yaşadım, anam, babam, böyle. Ben nasıl gideyim, Amerika'ya giden Rumlardan değilim, biz göçmen değiliz bir defa. Ben burasını seviyorum, Yunanistan'ı da. Ama burası da benim vatanım. Sonradan göç başladı ya, 63'ten sonra, 64'te. Hiç gitmeye niyetimiz yoktu. Diyordu ki eşim 'Eğer mecbur kalırsak, sonuncusu olayım, buradan gidişimle!" (E. P.)
Arka bahçede yanan perde
"Biz uyuyorduk, aşağıda Erzurumlu kiracılarımız vardı. Onlar duymuşlar, geldi kapıları vurdu, 'Kalkın dünya yıkılıyor, siz daha yatıyorsunuz' diyerekten. Bir kalktık, hakikaten dünya yıkılıyor, o, ben, ablam, birkaç kişi toplandık, sokağa çıktık. Felaket. Arabaların arkasına (kumaş) topları takıyorlar, toplar, dört tane takıyor, dört parça arabalar sürüklüyor topları. Çikolatadan geçemiyorsun, yerlerde şekerler çürüyor, basıyor millet. Osmanbey'e doğru gittik. O kristaller, saatler, pastalar, çikolatalar... Osmanbey yıkılıyor, bütün millet orada. Nişantaşı'na döneceğiz, bizim mahallenin delikanlıları, o zamanlar, bir mağaza, Dede mağazası, kırıyorlarmış orda, böyle bir top çocuk tulumu geldi kucağıma. Ablam dedi, 'Bunların malı bize yaramaz, ver sen bunu' aldı paramparça etti kumaşları. Bir tek pembe şapka kalmış elimde, vermedim onu sakladım. Oradan Nişantaşı'na gittik, çok fettandı, bu benim büyüğüm ablam. Bir top perde gelmiş onun kucağına, nasıl biliyor musunuz, bütün sim, altın gibi bir perde, oradaki apartmanlardan, nerden kırmışlarsa. Eve getirdi perdeyi, bu sefer bir komşumuz, 'Böyle bir perde sizde yok, ya sizi karakola götürürlerse.' Başladı mı ablam dövünmeye, 'Biz n'apacağız, bunu.' Hadi bakalım, kovanın içine sokar perdeyi, bir de kibrit çakar, yak Allah yak, haftalarca o per- de yandı. O komşunun yüzüne yaktık, ama dünya hakikaten kırıldı, çok berbattı, yani çıkılmıyordu, Osmanbey'e, Nişantaşı'na." (80 yaşındaki işçi N. Ç., Tarihe Bin Canlı Tanık)
Tuğba Çameli ile 'Akdeniz Sesleri' ve 'Tarihe Bin Canlı Tanık' Projeleri ekibince hazırlanmıştır.
Toplumsal Tarih Dergisi Eylül Sayısı