Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Tek Mesaj #124

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Haziran 2006       Mesaj #124
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Özgüveni olmayan toplumların çoğu zaman seyretmekle yetindikleri hayatlarını düzenlemek üzere kurtarıcı beklemeleri bilinen bir olgu.

Ama insan bu kavruk toplumların da, hiç olmazsa yaşadıkları tarihsel deneyimin ardından bir miktar olgunlaşmalarını, kendilerine daha kritik bir gözle bakmalarını ve yeni bir kurtarıcı beklemektense niye kurtarıcı bekler halde olduklarını düşünmelerini bekliyor. Aslında Türkiye toplumu bu eşiği çoktan geçti. Artık halkın büyük bölümünde her türlü kurtarıcıya karşı kuşkulu bir bakış olduğu gibi, tarihsel şahsiyetlerin de çok daha soğukkanlı bir eda ile algılandığını görüyoruz. İşin ilginç yanı toplumun bu zihinsel açılımından rahatsız olanlar var... Kendilerini geriye itilmiş, alan kaybetmiş hisseden; devletçiliği ideolojik bakışlarının merkezi haline getirmiş olan ve giderek ruhsal olarak da kabalaşan bir ‘elit’in bugünlerde yeniden kurtarıcı arayışı içinde olduğuna tanık oluyoruz. Bunda şaşırtıcı bir yan yok... Çünkü kurtarıcılar, her ne kadar ‘toplum’ ve ‘ülke’ adına işler yapsalar da; toplumsal dokunun doğal olarak ürettiği siyaset alanını ister istemez tahrip eder; bu alanı daraltıp belirli bir zümrenin eline verirken siyaseti de tekelleştirirler. Çünkü kurtarıcılar kendi kurtarıcılıklarına fazlaca inandıkları ölçüde, toplum için neyin iyi ve doğru olduğunu da bildiklerini düşünür ve kendi çevrelerindeki az sayıda insanın ülkeyi temsil ettiğini sanırlar.
Gerçekte kurtarıcıların toplumun çeperinde kalmış ‘elit’ açısından çekiciliği de burada: Kurtarıcıların etrafındaki grubun üyesi haline gelerek kişisel kariyer elde etmek mümkün olduğu gibi, toplumun geniş kesimlerini siyaset dışına itmek de bu sayede gerçekleşebiliyor. Dolayısıyla kurtarıcı ihtiyacı ne zaman nüksederse, bilin ki ‘devletin şu veya bu niteliğine’ tehdit oluşturduğu söylenen tehlikenin ardında, asıl mesele demokrasiden rahatsız olan kesimlerin varlığıdır... Nitekim bugün de Cumhurbaşkanı Sezer’in etrafında gündeme gelen ‘üçüncü adam’ tartışması aynı otoriter zihniyetin magazinel bir üslupla siyasete yansımasından başka bir şey değil. Fikri sorulan malum zevata bakılırsa Sezer ‘laik demokratik cumhuriyetin savunucusu’ hatta ‘sahibi’ olduğu için bu sıfatı hak ediyor olsa da, böyle adlandırılması pek yakışık almazmış... Kritik nokta hemen herkesin ‘üçüncü adam’lığı bir iltifat olarak görmesinde. Oysa bir demokrat için bunun pek de onur duyulacak bir unvan olmadığı açık.
Nitekim yıllar önce ‘tek adam’ ve ‘ikinci adam’ sıfatlarını başlığa taşıyarak Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün biyografilerini yazan Şevket Süreyya Aydemir, kullandığı metaforun ardındaki gri alanın farkındaydı. Çünkü bu tabirler kitaplarda hem söz konusu kişinin ülke siyaseti açısından yerine, hem de siyaset yapma usulü açısından kişinin karakter özelliklerine gönderme yapıyordu. Mustafa Kemal siyaseti tümüyle kendi iradesi altına almış, yönettiği bürokratik hiyerarşinin tek hakimi olarak kendini tescil ettirmiş, bu hiyerarşiyi ‘toplumsallaştırarak’ ekonomik ve sosyal alanı da elitize etmişti. Ama aynı zamanda arkadaşlarıyla ilişkisinde ve tüm karar alma süreçlerinde fırsatçı bir yaklaşım kullanmaktan kaçınmamış, otoritesini paylaşmamaya özen göstermişti. İnönü ise sadece siyasetin arka alanında gezinen, konjonktürün imkanlarını kollayan biri değil; aynı zamanda siyasi dizginlere belirli bir mesafeden hakim olmayı, kişisel risk almamayı seçen bir karakterdi... Bu arka plan önünde herhalde ‘üçüncü adam’ olacak kişinin de sırasını bekleyen, ilkeli davranışların maliyetini bilen, sönük ve silik bir görev adamı olması beklenir. Bilemiyorum Sezer böyle biri mi? Ama eğer öyle görenler varsa söz konusu sıfatı kullanabilirler...

ETYEN MAHÇUPYAN
Zaman Gazetesi Köşe Yazarı