Arama

Milli Edebiyat Dönemi - Tek Mesaj #4

ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
3 Haziran 2009       Mesaj #4
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Milli Edebiyat
MsXLabs.org & Temel Britannica

Milli Edebiyat, Türk edebiyatında top­lum sorunlarına yer veren bir edebiyat akımı olarak ortaya çıktı (1911–23). 19. yüzyılın ikinci yarısında, batıdaki ekonomik, siyasal, teknolojik gelişmelere ayak uyduramadığı için gerileme, daha sonra da çökme sürecine giren Osmanlı Devleti'ni ayakta tutabilmek, birliğini koruyabilmek için önce Osmanlıcılık, ardından da İslamcılık ideolojileri ortaya atıl­dı, ama istenilen amaca ulaşılamadı. Bunun üzerine bazı aydınlarca Türkçülük Akımı gün­deme getirildi. 19. yüzyıla özgü bir milliyetçi­lik niteliği gösteren Türkçülük kısa bir süre içinde "Türk Derneği", "Türk Yurdu" gibi dernekler aracılığıyla örgütlendi. Türkçülük Akımı'nın dayandığı temel düşünce, Türk ulusunun, ulus olma bilincine eriştiğinde Os­manlı Devleti'nin çöküntüden kurtulacağıydı. Bu akımın gelişmesinde özellikle Ziya Gö-kalp ve Yusuf Akçura'nın büyük payı vardır. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (1923) adlı yapıtında bu akımın içeriğini sistemli bir biçimde ortaya koymuştur. Türkçülük Akımı' nın yerleşmesinde o dönemde iktidarda bulu­nan İttihat ve Terakki Partisi'nin desteği de önemli bir etken olmuştur.
Selanik'te Ömer Seyfettin ve arkadaşların­ca çıkarılmaya başlanan Genç Kalemler (1911) dergisinde ilk kez "milli edebiyat" kavramı gündeme getirildi. Bu dergi milli edebiyatın oluşturulması görevini üstlendi. O zamana kadar yazılı edebiyat geleneği, özel­likle saray ve çevresinde diliyle, genel yaklaşı­mıyla halka kapalı ve halkı dışlayan bir anlayışı yansıtıyordu. Bazı Tanzimat dönemi aydınları Osmanlıca adı verilen Türkçe, Arapça, Farsça karışımı bir dille oluşturulmuş bu yazılı geleneğe karşı çıktı, ama onlar da o gelenekle yoğruldukları için pek fazla etkili olamadılar; her şeyden önce dillerini yalınlaştıramadılar. Milli Edebiyat'ın kurucuları bu nedenle ilkin dilin yalınlaştırılmasının gerekti­ğine inanıyorlardı. "Yeni lisan" (yeni dil) adını verdikleri girişimi başarıya ulaştırabil­mek için özellikle yazarlarca kabul görecek bazı ilkeler geliştirmek zorundaydılar. Bu ilkelerin başlıcaları Arapça ve Farsça tamla­maların Türkçeleştirilmesi, Arapça ve Farsça sözcüklerin yerine Türkçe sözcüklerin kulla­nılması, Arapça ve Farsça sözcüklerin Türkçe söylenişleriyle yazılması, konuşma ve yazı dilinin İstanbul ağzına dayandırılmasıydı. On­lara göre "milli bir edebiyat ancak dilin milli olması koşuluyla gerçekleştirilebilirdi". Ger­çekten de Genç Kalemler kurucularının bu görüşleri, eski geleneği savunanların şiddetli karşı koymalarına karşın kısa sürede benim­sendi. O kadar ki, karşıtları dahi, bir süre sonra Milli Edebiyat yanlılarının diliyle yaz­mak zorunluluğunu duydu. Edebiyatçıların Türk halkının kendine özgü yaşamına eğilme­leri, yapıtlarında bu hayatın ilginç olay ve kişilerini işlemeleri de Türkçülük Akımı'nın gereklerindendi. Genç Kalemler dergisi Eylül 1912'de kapandıktan sonra Milli Edebiyat kurucularının bir bölümü İstanbul'a gelerek Türk Yurdu gibi çeşitli dergilerde yazmaya başladı.
Milli Edebiyat dönemi şiiri, Tevfik Fikret, Mehmet Akif Ersoy, Cenab Şahabeddin gibi eski geleneğin temsilcilerinin edebiyat dünya­sında ön sırada bulunmaları, Fecr-i Aticiler' den sanat görüşü yönünden pek ay olamamaları; Milli Edebiyat Akımı'na bağlı olanların da büyük atılımlar yapabile­cek sanatsal bilgi ve birikimden yoksun ol­maları nedeniyle fazla etkili olamadı. Ama gene de sözgelimi yalın bir dille ve hece ölçüsüyle toplumsal acılar, Türklük konula­rında yazdığı şiirlerle "Milli Şair" sanını kaza­nan Mehmed Emin Yurdakul'dan (1869–1944) ve özellikle Beş Hececilerden söz etme­liyiz. Beş şairden oluştuğu için edebiyatımız­da Beş Hececiler ya da Hececiler denen bu topluluğa Hecenin Beş Şairi de denir. Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç Koryürek, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel'den oluşan bu topluluk, derin izler bırakan, belirli nitelikler taşıyan bir yapıya kavuşamamakla birlikte özellikle şiir dilinin yalınlaşmasında ve hece ölçüsünün yaygınlaş­masında etkili oldu. Öte yandan bu dönemin önde gelen şairlerin­den Ahmed Haşim Simgecilik (Sembolizm) Akımı'ndan etkilenmiş; Yahya Kemal Beyatlı Paris'te bulunduğu sırada öğrenip etkilendiği Romantizm Akımı'nın Türk şiirinde yeni denemelerini yapmaya yönelmiş; Neyzen Tevfik ise özellikle toplumsal siyasal eleştiri ve yergileriyle ilgi çekmişti.
Milli Edebiyat dönemi öykü ve romancıları da özellikle İstanbul dışındaki yörelerde yaşa­yan insanların anlatılmaya başlanması, Cum­huriyet döneminde "Memleket Edebiyatı" diye adlandırılan yeni bir akımın doğmasında etkili oldu. Köy ve taşra yaşamını konu edinen yapıtlar arasında Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu (1922), Refik Halit Karay'ın Memleket Hikâyeleri (1919), Ebubekir Hazım Tepeyran'ın Küçük Paşa (1910) adlı yapıtları sayılabilir. Türkçülük, milliyetçilik gibi konu­ları ise Halide Edip Adıvar Yeni Turan (1920), Ahmed Hikmet Müftüoğlu Gönül Hanım (1920) adlı yapıtlarında romanlaştırır-ken, Kurtuluş Savaşı'nın çeşitli görünümleri de yavaş yavaş edebiyat dünyasında yansıma­sını buluyordu. Buna en iyi örnek Halide Edip'in Ateşten Gömlek (1922) adlı roma­nıdır. Cumhuriyet döneminde bu konu daha sık işlenmiştir. Aşk ve tarihsel konular da bazı romanlara konu oldu. Özellikle Ömer Seyfettin, günlük yaşamından aldığı konuları bir gözlem ürünü olarak sunarken, yer yer yergiye ve eleştiriye de yönelmiştir. Bu dö­nem romancı ve öykücülerinin Ömer Seyfet­tin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Memduh Şevket Esendal gibi bir bölümü Gerçekçilik Akımı'nı; Bekir Fahri, Selahattin Enis, F. Celalettin, Osman Cemal Kaygılı gibi bir bölümü de Doğalcılık Akımı'nı benimse­miştir.
Milli Edebiyat döneminin tiyatro alanında sözü edilebilecek en önemli olayı Darülbeda-yi'nin kurulmasıdır (1914). İstanbul Belediye Başkanı Cemil Topuzlu'nun girişimiyle ve Paris'teki Odeon Tiyatrosu müdürü Pierre Antoine'nın çağrılmasıyla kurulan Darülbedayi-i Osmanî’de hafif güldürü, vodvil, man­zum dram türünde oyunlar sahneye konuyor; yerli yazarların yapıtlarına da yer veriliyordu. Darülbedayi'nin edebiyat ve tiyatro yaşamı­mıza iki önemli katkısını özellikle belirtmek gerekir. Bunlardan biri yerli yazarların tiyatro türünde de yapıtlar ortaya koymalarına ola­nak vermesi, öteki usta tiyatro adamlarının yanı sıra yetenekli gençlerin tiyatro oyuncusu olarak yetişmelerini sağlamasıdır. Ayrıca Darülbedayi bugünkü Şehir Tiyatrolan'nın da çekirdeğini oluşturmuştur. Darülbedayi'ye verilen oyunların pek çoğu tiyatro sanatı açısından zayıf olmakla birlikte bu oyunlarda "yeni dil"in başarılı bir biçimde kullanıldığı dikkati çeker. Musahipzade Celal (1868–1959), Reşat Nuri (1889–1956), İbnürrefik Ahmet Nuri Sekizinci (1874–1935) Milli Ede­biyat dönemi tiyatro yazarları arasında belirli bir başarı düzeyini tutturmuş olanlardandır.
Milli Edebiyat döneminde, edebiyat tarihi ve eleştiri çalışmaları da batılı bilimsel yön­temlerle yapılmaya başlandı. Bu geleneğin ku­rucusu olarak da Fuad Köprülü'yü görmekteyiz: İki ciltlik Türk Edebiyatı Tarihi (1920–21) adlı çalışmasında Türk edebiyatını, ilk kez destan­lar çağından o güne kadarki dönemini, kültür değişmelerini de göz önüne alarak, "İslamlık' tan önceki Türk edebiyatı, İslam uygarlığının etkisindeki Türk edebiyatı, batı uygarlığının etkisindeki Türk edebiyatı" diye sınıflandırdı, edebiyat tarihi çalışmalarında yepyeni bir çığır. Ali Canip Yöntem'in, Mithat Cemal Kuntay'ın, İbrahim Alaaddin Gövsa'nın edebiyat tarihi ve mo­nografi türündeki çalışmaları ise daha çok eğitim kurumlarının gereksinmelerini karşıla­mak amacını taşıyordu. Edebiyat tarihi ve eleştiri çalışmaları Cumhuriyet döneminde daha geniş bir açılım kazandı.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!