Arama

Türk Milliyetçiliği - Tek Mesaj #2

ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
23 Haziran 2009       Mesaj #2
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Etnik Anlatılar

Bütün ulusların tarihlerinde, aktif olarak unutma çabalarının sonucu olan, sessizlik noktaları vardır.[1] Birinci Dünya Savaşı’ndaki ve sonrasındaki, devletin yeniden kurulduğu dönemi, milliyetçi tarihyazımında unutma/unutturma çabasının boyutları dikkat çekicidir. Bu çaba, sadece bir dizi etnik temizliğin yapıldığının ve/veya sorumluluğunun reddedilmesiyle ilgili değildir. Böyle bir iddia, genellikle olduğu gibi, bir dizi suçlama ve karşı-suçlama süreci içinde eritilebilirdi. Bundan daha da ciddi olan nokta, daha sonra formüle edilen Türk milliyetçilik mitinin, Türkiye Cumhuriyeti haline gelen coğrafyada gayri Müslim nüfusun yaşamış olduğunu bile tanımamasıdır. Oysa, sözü edilen olaylar yaşanmamış olsaydı, bir etnik-milliyetçilik mitinin üretilmesi çok zor olurdu.
Olgular görece açıktır. 1912’deki Balkan Savaşı yenilgisinin ardından Anadolu’daki Rum köylerine yönelik saldırılar arttı. Pek çok Hıristiyan ülke dışına kaçtı. Birinci Dünya Savaşı başladığında, askere alınan Rum ve Ermenilerin çoğu iç bölgelerdeki çalışma kamplarına gönderildi ve bunların bir kısmı bu kamplarda hayatını kaybetti (bu arada, Müslüman gençler de cephelerde hayatlarını kaybediyorlardı). Daha sonra, 1915 yazında, Ermeni nüfusun önemli bir kesiminin öldürülmesine veya hastalıktan ve açlıktan ölmelerine yol açan tehcir yaşandı. Birinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra, Yunan ordusu Batı Anadolu’nun büyük bir bölümünü işgal etti. Ankara’nın örgütlediği kurtuluş ordusu, üç yıllık çatışma döneminin (1919–1922) ardından, Anadolu’nun kurtuluşunu sağladı ve Anadolu’daki Rum Ortodoks nüfusun büyük bölümü ülke topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Atina ve Ankara arasında yapılan bir antlaşmayla, resmen İstanbul’da oturanlar istisna oluşturmak kaydıyla, geri kalan Rumların nüfus mübadelesiyle Yunanistan’a gönderilmesi kararlaştırıldı. 1913 yılında bugün Türkiye olan coğrafyada yaşayan nüfusun beşte biri Hıristiyan’dı; 1923’ün sonunda ise bu oran 40’ta bire düşmüştü.
Yeni cumhuriyetin meşrulaştırıcı ideolojisi olan Türk milliyetçiliği, bu arka plana dayalı olarak oluşturuldu. Bu milliyetçiliğin neden etnik bir ulusal anlatıyı tercih ettiğini anlamak zor değildir. Bir başka deyişle, Türklük kavramı, gerçek bir çeşitliliği gizleme çabasıyla geride kalan nüfusu homojen olarak temsil edebilmek üzere oluşturulmuştur. Böylece Rum, Ermeni ve Arap etnik gruplarının varsayılan homojenliklerine karşı, benzer şekilde hasmane bir Türk etnisitesi yaratılmış oldu. Bunun için, yabancı bir coğrafyadaki mitik bir geçmişe kadar uzanan kesintisiz bir etnik tarih kurgusu oluşturuldu.
Daha sonraları “Türk Tarih Tezi” adını alan tez, bu ihtiyaca hizmet eden dolaysız bir araç niteliği taşıyordu. Bugün bile okul çocuklarına, Türklerin Orta Asya’dan göç etmelerinin ardından bütün bir Avrasya bölgesine yayıldıkları öğretilir (Ersanlı, 1992). Verilen bu eğitime göre, Anadolu’da ve yakın coğrafyasında tarih öncesinde yaşayanlar Türk soyundan geliyorlardı. Böylece, Anadolu’nun eski nüfusu Türklük kapsamına dâhil ediliyordu. (İlkokul ders kitaplarında Hitit ve Sümer Türklerinden bahsedilir.) Resmî ideoloji yakın zamanlara kadar, Kürtler diye ayrı bir etnik grubun varolduğunu inkâr etmeye çalıştı.
Türk tarih tezi, etnik kökene dayalı bir milliyetçilik geliştirmek açısından mantıksal bir gereklilikti. O güne kadar Osmanlı tarihyazımında, 1071 Malazgirt zaferinin ardından Türklerin Anadolu’yu tedricî olarak fethettiği belirtiliyordu. Fakat din değiştirmelerin ve farklı gruplar arasında evliliklerin yaşandığı yüzyılların ardından, Hıristiyanlar hâlâ ülke nüfusunun beşte birini oluşturuyordu. Bu nedenle, Anadolu’nun Türklerin anavatanı olduğunu ve nüfusunun etnik açıdan saflığını ileri sürmek çok zordu. Öte yandan, eğer Anadolu’nun çok eski dönemlerdeki nüfusu proto-Türklerden oluşmuşsa, ulusal kimliğe ilişkin yeni uyanış, kaybedilmiş bir özün yeniden bulunması anlamına gelecekti. Böyle bir tez, yakın geçmişin silinmesine olanak sağlamasının yanı sıra, (Bizans İmparatorluğu’nda yaşayan nüfusa oranla) Anadolu’ya yerleşen Türk nüfusun büyüklüğü veya Türklerin Anadolu’nun fethine başlamasından bu yana geçen yüzyıllar boyunca din değiştirenlerle ilgili rahatsız edici olabilecek sorulardan da kurtulmak anlamına geliyordu. Bu iki konu, resmî ideolojiyi savunanlar tarafından hâlâ birer rahatsızlık kaynağıdır. Örneğin 1970’lerde yapılan ve 16. yüzyılda Karadeniz Bölgesi’nin “Türkleşme ve Müslümanlaşma”sını inceleyen ve bu dönemde pek çok Hıristiyan’ın din değiştirip Müslüman olduğu sonucuna varan bir doktora tezi, bir üniversite yayınevi tarafından yayınlanmış, ama daha sonra piyasadan çekilmişti (Lowry, 1998; ayrıca bkz. Baer, 1999). Anadolu’daki ilk Türk yerleşimleriyle gelen nüfusu hesaplamaya yönelik araştırma yapmak hâlâ kolay değildir. Türk tarihçilerinin benimsedikleri anlaşılan bir önerme, ekonomik sıkıntıların ve güvenliğin sağlanamamasının Bizans nüfusunun azalmasında rol oynadığıdır. Ama bugün Türkiye olan coğrafyada etnik grupların tarihine gelişigüzel bir bakış bile, din değiştirmelerin çok yakın zamanlara kadar devam ettiğini açıkça göstermektedir. Lazlar, 19. yüzyılda kitlesel biçimde din değiştiren belki de son gruptur. Yakın tarihimizde Ermenilerin din değiştirip Müslüman olması hakkında ve Hıristiyan olarak doğmuş kadınların ve çocukların Birinci Dünya Savaşı’nda Müslüman ailelerin nüfuslarına geçirilmesi hakkında belgelere dayalı araştırmalar bulunmamaktadır. Ancak, bu tip vakaların yüz binlere vardığı ortadadır.[2] 1923–1924 yıllarındaki nüfus mübadelesi sırasında yeni bir dalga daha yaşanmış olabilir: Türkçe konuşan Rum Ortodoks cemaatinin bazı mensupları, kendilerinin Müslüman olduğunu beyan ederek mübadele kapsamı dışında kalmayı seçmiş olabilirler. Bu konularda bilgilerimiz anekdotlara dayanmaktadır.
Etnik milliyetçilik, ömrü kısa olan Türk tarih tezinden çok daha uzun süre varlığını sürdürdü. Resmî tarih, ulus-devletin kurulmasıyla Anadolu’nun gerçek sahiplerinin eline geçtiğini iddia ediyordu. Anadolu’nun fethi, bu toprakların yeniden canlandırılması ve “şenlendirilmesi” olarak gösterilir: Türk unsuru, çökmüş bir Bizans geleneği altında zarar gören insanların ve toprakların kurtarıcısıdır. Popüler medyada, tarihî romanlarda, çizgi romanlarda, sözel gelenekte ve daha yakın dönemde film ve TV programlarında, Anadolu’nun fethinin hikâyesi anlatılırken, neredeyse daima, kendisine âşık olan bir Rum (Bizanslı) kadın (genellikle Bizans komutanın karısı veya kızı) sayesinde amacına ulaşan yakışıklı bir Türk savaşçısı başroldedir. Türk kahraman, başka örneklerden tanıdığımız bir cinsel metafor eşliğinde, çöken ve sefil durumdaki bir imparatorluğu yeniden canlandıran yiğit savaşçıdır.



*****
[1] Bu konuya ilişkin klasik metin Ernest Renan’ın “Ulus Nedir?” adlı makalesidir. Bkz. Bhabha (1990).
[2] Her iki kesimin tarihyazımı da, tabiî ki, kitlesel ölçekteki bu din değiştirmeleri görmezden gelmektedir; yine de bu konuyla ilgili olarak bkz. Ünsal, 1999.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!