Arama

Türk Milliyetçiliği - Tek Mesaj #3

ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
23 Haziran 2009       Mesaj #3
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Yeni Ulusun Coğrafyası

Anadolu’yu fetheden ve bu topraklarda yaşamaya layık olan Türk nüfusu, Anadolu’nun eski sakinlerinden tamamen farklı bir grup olarak sunulmuştur: Hiçbir birleşme veya karışım söz konusu değildir. Aslında, bu saflık iddiası, milliyetçi söylemin en kritik boyutudur ve kurucu mitini oluşturur. Bu mite göre, günümüzün Türkleri, Orta Asya’nın göbeğinden bozulmadan, karışmadan gelen bir halkın, bugüne kadar saflığını koruyabilmiş torunlarıdır. Orta Asya’da yaşanan büyük ekolojik felaket nedeniyle Türkler, anayurtlarını terk edip göç etmek zorunda kalmışlardı. Diğer bir deyişle, “anayurt” sadece hayal edilebilir; bu toprakların yeniden ele geçirilmesi ise, sadece uzaklığından dolayı değil, ama aynı zamanda bu topraklar büyük bir dönüşüm geçirdiği için de mümkün değildir. Milliyetçi eserlerde ve tarih kitaplarında, bu hayalî topraklara ulusun mekânsal göndergesi olarak büyük önem atfedilir. Türklerin Orta Asya’daki “anayurt”u olmasa, ulusal tarih, gerçek bir “toprak”tan yoksun kalacaktı; elitlerin, imparatorluğun kaybedilmesini ve sonuç olarak elde “küçücük” bir yarımadanın kalmasını içlerine sindirmesi kolay olmamıştır.[1]
Dahası, Anadolu Yarımadası’ndaki bazı coğrafî mekânlara ve unsurlara da büyük bir kuşkuyla bakılıyordu: İzmir “gâvur İzmir” olarak anılıyordu. Bu şehirde, Rum ve Yahudilerden oluşan gayri Müslim nüfus çoğunluğu oluşturmuştu. 19. yüzyılda İzmir’e yeni yerleşen yabancı nüfus, şehrin fiziksel görünümünü ve sosyal özelliklerini değiştirmişti. İzmir, bu dönemde, geç sömürgecilik döneminin tipik bir liman şehriydi -yerel çözümlere kuşkuyla bakan kozmopolit bir şehirdi. Milliyetçiliğin egemen olduğu bir ortamda ise, Üçüncü Dünya’daki diğer bütün kozmopolit şehirler gibi, İzmir’e de şüpheyle bakılmış ve farklı bir dünyaya ait olmakla suçlanmıştır (bu kitaptaki “Birinci Dünya Savaşı Arifesinde Liman Şehirleri ve Politika” adlı makaleye bkz.). İstanbul’la kurulan ilişki, daha büyük çelişkilerin damgasını taşıyordu. İstanbul bir yandan Bizans’tı. Cumhuriyet eliti, Osmanlı mirasıyla çelişkilerle dolu ilişkisi çerçevesinde, Osmanlı payitahtının temsil ettiği debdebe, israf ve hazlara karşı, Ankara’nın bozkır hayatını öne çıkarmıştı. Cumhuriyetin tarihyazımı, Bizans’ın şaşaa ve entrikalarının devamı olarak görülen Osmanlı sarayına ve padişahlara son derece mesafeli bir tutumla yaklaşıyordu. Cumhuriyetçi milliyetçilik, daha radikal versiyonlarında “militan laik” kimliğine bürünüyor, bu da, halifelik merkezi ve kutsal bir İslâm şehri olarak da görülen İstanbul’a soğuk yaklaşımın başka bir nedenini oluşturuyordu. Ayrıca, ülkenin geri kalanında etnik temizlik yapılmıştı, ama İstanbul hâlâ Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerden arındırılamamıştı, üstelik bunlar, en azından 1950’lere kadar, ticaret ve sanayide egemen konumlarını sürdürecekti.
Ülke coğrafyasının belirli özelliklerinin seçilip ısrarla göz ardı edilmesi, denize yönelik milliyetçi tutumda çok net bir şekilde görülür. Uzun bir kıyı şeridine sahip, yarımada şeklindeki bir ülkede, halkın denizle ilişkisinin bu denli sınırlı olması dikkat çekicidir. Bunun temel nedeni, kıyının Rum bölgesi olarak değerlendirilmesidir. Sahil kesimlerinde “bizden olmayanlar” yaşıyordu. İmparatorluğun kıyı nüfusunun büyük bir çoğunluğu -denizciler, balıkçılar ve deniz ticaretiyle uğraşanlar- tanım gereği Müslüman Türk kökenli olamazdı, çünkü Osmanlıca’da “Türk” kelimesi Anadolu köylüleri ve göçerler anlamına geliyordu. Rumlar ülkeyi terk ettiğinde, deniz kenarındaki şehir ve kasabalar, 1960’larda kentleşmeyle doluncaya kadar görece boş kalmıştı. Cumhuriyet politikası, merkezden kontrol edilmesi zor olacağından kıyı ticaretini teşvik etmemiştir. Sonuç olarak, Türk tüccarlarının ticaret filosunun ve deniz trafiğinin biraz olsun gelişmesi için 1980’leri beklemek gerekmiştir. Cumhuriyet döneminde Karadeniz’de veya Akdeniz ve Ege’de düzenli kıyı taşımacılığı hizmeti verilmiyordu, hâlâ da verilmiyor. Yolcular, deniz ulaşımına en elverişli yerler için bile karayolunu kullanmak zorunda kaldılar.[2]
Bütün bunlar, İstanbul yerine Ankara’yı başkent yapan zihniyetle uyum içindedir. Bizans, Rum veya Osmanlı kozmopolitliğinin damgasını taşıyan, yozlaşmış İstanbul yerine, yepyeni bir şehir ülkenin merkezi ilan edilmiş, böylece taze bir başlangıç yapılmak istenmiştir. Başkentin, tarihi sıfır noktasından başlatmak için, pek bir özelliği olmayan bir Anadolu kasabasına taşınması bile, yeni devlet projesini, tarihten ve simgesel ağırlıktan yoksun soyut bir mekânda hayata geçirme arzusunu göstermektedir. Böylelikle, bizim gerçek coğrafyamızın başka bir yerde olduğu iddiasını ortaya atan resmî söyleme uygun olarak, bozkırın ortasında, “yokluk”ta bir coğrafya inşa edildi. Cumhuriyet eliti, Ankara merkezli, Anadolu bozkırını temel alan bir milliyetçiliği oluşturmayı tercih etti. Milliyetçi duyarlılığı somutlaştırdığı ileri sürülen Ankara, ‘anavatan’ın seçici bir biçimde sahiplenilmesini yansıtıyor, milliyetçi yazarlar köyler, kasabalar ve Anadolu’nun “bağrında” meydana gelen sosyal dönüşüm üzerine eserler veriyordu.
Daha önceki yaşamın göstergelerinden kaçınmak, modernleştirici milliyetçiliğin idealidir: Tercihan tamamıyla yeni veya yeni yerleşilmiş topraklarda, nüfusuna ilişkin eski rakip imgelerin hiçbir izinin kalmadığı, yeni bir vatan inşa edilmesi. Bu arzu, yer adlarının sık sık değiştirilerek Anadolu’nun yeniden “yaratılması”nda en net ifadesini bulmuştur. Yer adlarını Türkçeleştiren devlet, eski Rumca veya Ermenice isimlere çok benzeyen karşılıklar buldu. Bir yerin Türkçe adı da varsa, o adı kullanıma soktu -tabiî, söz konusu ad, heterodoks bir gelenek gibi kabul edilemez göndermeler içermiyorsa.
Coğrafyanın bu reddinin çok çeşitli sonuçları olmuştur. Bunların en bariz olanı, bu reddin bir ait olmama ve geçicilik duygusuna yol açmasıdır: Bu da, bu topraklarda varolma hakkının sürekli bir savaşla elde edilebileceği inancına yol açmıştır. Aslında bu inanç, kutsal toprakların kendilerine ait olduğunu ve burada yaşayanların kovulması gereken geçici yerleşimciler olduğunu iddia eden Hıristiyan merkezli haçlı mantığının basit bir dönüşümü, Türklere uygun olarak yeniden oluşturulmuş biçimidir. Türkiye’nin dış ilişkilerinde daima etkisi görülen Sevrsendromu, bu bağlamda daha anlamlı hale gelmektedir; çünkü bu fikrin öncülleri, Türk milliyetçiliği tarafından da kabul edilmektedir. 1970’li ve 1980’li yıllarda kentleşme sürecinde yerleşim yerlerinin yoktan var edilmesi âdeta bir kural haline gelmişti, bu süreçte şehirlere yönelik tahrip edici tutum, belki de, coğrafyayı yeniden sahiplenme girişiminin bir parçası olarak okunabilir. Modern Türkiye hakkında oryantalist perspektifle yazanlar, yerleşim alanlarının geçici niteliğine ve inşaatların sürekli yıkılıp yeniden yapılmasına dikkat çekmektedir. Tabiî ki bu, daha önceki oryantalist değerlendirmelerin yeni bir kılıfla sunulmasından başka bir şey değildir: Türkler bu coğrafyanın meşru yerleşimcileri olmadığı için, bu geçiciliğin, oturmamışlığın kaçınılmaz olduğu yolunda pek de gizlenmeyen bir argüman söz konusudur (örneğin bkz. Glazerbrook, 1984).
Aslında bu davranış tarzı, yakın dönemlerde yaşanan hızlı kentleşmeden ve azgelişmişlikten kaynaklanan faktörlerle açıklanmalıdır. Fakat resmî milliyetçiliğin içeriği de oryantalist yaklaşıma uygundur. Bu milliyetçilik, sürekli olarak halkı, tehlikeler karşısında uyanık olmaya ve gerektiğinde vatan için silaha sarılmaya çağırmaktadır, zira ülkenin dört bir tarafı, asıl hedefleri, Türkleri bu topraklardan atmak olan düşmanlarla çevrilidir. Nitekim okullarda ezberletilen kahramanlık şiirlerinde, örneğin İstiklâl Marşı’nda, vatan toprağının her karışının şehit kanıyla sulandığı belirtilerek, yine vatan savunmasına hazır olunduğu bildirilmektedir. Bu ordu kampı retoriğinde, ne doğal ne de inşa edilmiş ortam yüceltilmektedir, ya da herhangi bir biçimde coğrafyadan gurur duyulması söz konusu değildir. Anavatanı bizim yapan şey, bizim onun uğrunda şehitler vermiş olmamız, gerekirse yine canımızı feda edecek olmamızdır -onun güzellikleriyle büyülenmemiz değil. Coğrafî bir temel olmayınca, milliyetçilik zorunlu olarak daha etnik bir karaktere bürünmektedir.
Kuruluş mitinin ayrıcalıklı alanı coğrafya olmadığı için, Anadolu’nun niçin özel olduğu veya -savaşların ve antlaşmaların olumsallığı dışında- neden bu sınırlara sahip olduğu, bir türlü açıklığa kavuşmamaktadır. Mekânsal boyutun soyut oluşu, milliyetçi kurgunun saflık koşulunu karşılamak açısından önemlidir. Milliyetçi coğrafyada öne çıkan, yeniden oluşturulmuş alanlar ve anıtlardır. Örneğin, her yıl işgalci orduların kovulmasını ve Cumhuriyet güçlerinin bir kasabaya girişini anmak için yapılan “kurtuluş” kutlamaları birbirine tıpatıp benzeyen Cumhuriyet meydanlarında ve aynı biçimde yapılır: Bu kutlamalara, düşmanın temsilcileri önünde tipik olarak dönemin üniformalarıyla gazilerin yer aldığı kaba bir düzenlemeden oluşan bir merasim eşlik eder ve bu tören Atatürk anıtı önüne çelenk bırakılmasıyla son bulur (Orr, 1991; genel bir değerlendirme için bkz. Billig, 1995). Bununla amaçlanan, yerelliğe atfen bir farklılık duygusuna yol açmaksızın, yerel kahramanlığı övmektir. Milliyetçilik, kendi oluşumuna katkıda bulunmuş bireyleri yansıtacak bir niteliğe sahip değildir; tersine, insanların öğrenmeleri ve hatırlamaları gereken, kendi hatıraları yerine ikame edecekleri bir derstir.


*****
[1] Toprak (“vatan”) ile milliyetçilik arasındaki bağa ilişkin değerlendirmeler için şu derlemedeki makalelere bkz.: Hooson (1994).
[2] Büyük ulusal başarılardan biri olarak her yıl kutlanan, ülkeyi tüccar ve yolcu hareketlerinden yoksun bırakan “kabotaj hakkı” bu açıdan tam bir paradoksu ortaya koymaktadır.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!