Arama

Türk Milliyetçiliği - Tek Mesaj #4

ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
23 Haziran 2009       Mesaj #4
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Milliyetçi Kurgunun Kullanımları

Türk ulus-devleti ortaya çıktığında, ulus-devlet ideolojisi henüz formüle edilmemişti; ortada, işe yarar bir milliyetçiliğe dönüştürülmek üzere hazır hissiyat da bulunmuyordu. Birinci Dünya Savaşı, ulusal bir duyarlılığı uyandırma işlevi görse bile, Türk ulusu adına değil, imparatorluk adına yapılan bir savaştı ve bunu izleyen yıllarda Yunan ordusuyla yapılan savaş da, aynı savaş yorgunu askerlerle yürütülmüştü. 1919–1922 arasındaki savaş, Birinci Dünya Savaşı’yla kıyaslandığında nispeten küçük çaptaydı. Fransız ve İtalyanlar, “millî mücadele”nin başlamasının hemen ardından, meşru otorite olarak İstanbul hükümetini değil, Ankara hükümetini tanımanın çıkarlarına daha uygun olduğuna karar verdiler. Bir süre kararsız kalan, ama Yunanistan’ın ardındaki ana güç olarak görülen İngiltere de, Yunan ordusuna yardım etmeyeceğini bildirdi. Böylece, kurtuluş ordusu, yalnızca Ege bölgesini işgal eden Yunan ordusuyla çarpıştı ve demoralize Yunan ordusunu 1922’de kesin olarak Anadolu’dan çıkardı. Bu savaş, bir milliyetçi mitolojinin oluşturulmasına olanak sağlayacak bir anti-emperyalist kurtuluş savaşı boyutlarında olmamıştı. Buna karşılık, Osmanlıların Birinci Dünya Savaşı boyunca yaptıkları büyük muharebeler, doğuda savaş sırasında ve sonrasında yaşananlar ve yerel Hıristiyanlarla yaşanan çatışmalar, insanların hafızalarında hâlâ tazeydi. Ama cumhuriyetin kurulmasından sonra oluşturulan milliyetçi anlatı, Birinci Dünya Savaşı üzerinde pek durmamış ve yerel Hıristiyanlarla yaşanan çatışmaları unutturmayı tercih etmiştir. Bunun yerine, Yunan ordusuyla girişilen savaş bir kurtuluş savaşı olarak yüceltilmiş, bazı versiyonlarında ise sömürgeci güçlere karşı verilen anti-emperyalist bir savaş olarak sunulmuştur.
Vatandaşların büyük çoğunluğunun ideolojik hazırlığının olmadığı ve ulusun inşasının temeli olarak düşünülen bir mücadeleye kitlesel katılımın bulunmadığı bir ortamda, milliyetçilik, öğretilmesi gereken bir duygu olmak zorundaydı. İronik olan noktaysa, yeni Türk yurttaşlarını birleştiren ortak bir deneyimin bulunmasıydı. Aslında Türkiye Cumhuriyeti nüfusunun büyük çoğunluğu bu deneyimden etkilenmişti. Söz konusu deneyim, elbette, 1915–1923 yılları arasında ülkenin Hıristiyan nüfusunun yok olmasıydı. Ermeni kırımlarının, Rumların ölümlerinin ve nüfus mübadelesinin hatıralarını bütünüyle bastırmayı (ve unutturmayı) tercih eden cumhuriyetçiler, icat edilmiş bir milliyetçilik versiyonunu savunan yapay bir tarih kurmayı seçti. Milletin kültürel birliğini ortaya koyması beklenen milliyetçi tarih, ideolojiyi üreten elitler ile ideolojiyi gelecekte benimsemeleri beklenenler arasında bağ kuramadı, çünkü tam da bu ideolojinin ön plana çıkarmaya çalıştığı erdemleri gölgeleyen olaylara bu tarihte yer verilmiyordu. Ama bu unutmanın ağır bir bedeli oldu: Elitler ile kitleler arasında ortak zemin bulunmamasından kaynaklanan geleneksel uçurumu daha da derinleştirdi, karşılıklı şeffaflığa olanaksız hale getiren, sessizliğe dayalı bir suç ortaklığı yarattı.
Etnik çatışma döneminde meydana gelen şiddetin derecesi, söz konusu nüfusların olaylar öncesindeki yaşam dünyası deneyimlerinden bütünüyle farklı bir boyuttaydı. Gerçi 19. yüzyılın ikinci yarısında maddî koşullar büyük bir değişim geçirmiş, belki de bir etnik çatışma potansiyeli yaratmıştı, ama Müslümanlar ile Hıristiyanlar kentlerde, kasabalarda ve birçok köyde birlikte yaşıyor, komşuluk ilişkileri sürdürüyordu. 20. yüzyılın deneyimlerinin ışığında, etnik çatışmalar karşısında şaşkınlık göstermek muhtemelen yersiz olur. Yine de, bu coğrafyada yaşayanlar açısından kırımların ve zorunlu göçlerin çelişkili duygulara yol açtığı anlaşılmaktadır. Kuşkusuz, Ermeni ve Rum millet’lerinin bu coğrafyadan tasfiyesinden Müslüman nüfusun elde ettiği maddî kazanımlar da söz konusudur. Bu tip kazanımlar, cumhuriyetin ilk yıllarında devlet ile nüfus arasındaki ilişkilere damgasını vuran ortaklıkta rol oynamıştır. İnsanların kendilerini etkileyen tecrübeleri unutmalarında belki bu kazanımların payı da vardı. Yukarıda açıklandığı üzere sorun, Anadolu’da etnik birliğin oluşturulması tarihinde deneyimlerle bağlantı kurulacak noktaların bulunamamasından çok, milliyetçi program hayata geçirilirken, elit-kitle birliğinin temeli olarak söz konusu anlatıdan yararlanılmasında yatmaktadır. Deneyimlerle bağı olan anlatıların yokluğunda, yeni oluşumun dayanağı ne olacaktı? Türk tarih tezinin pek inandırıcı olmayan anlatılarının kurgulanıp öne çıkarılması ve “millî mit”in merkezden üretilen versiyonunun benimsetilmesi uğruna bütün yerel varyasyonların silinmesi, nüfus üzerinde istendiği gibi sosyal mühendislik yapabileceğine duyulan inancı göstermektedir.
Aynı fenomenin bir başka boyutu, Türk milliyetçiliği öğretisi, sömürgecilik karşıtı ve Üçüncü Dünyacı milliyetçiliklerle karşılaştırıldığında ortaya çıkmaktadır. Türk milliyetçiliği, hem sosyal kontrol hem de modernleşmeye yönelik sosyal mobilizasyon için kullanıldığından, fazlasıyla araçsal bir nitelik taşır. Bir kontrol ve mobilizasyon yöntemi olarak araçsallık, söylemin içeriğini hedef doğrultusunda yaratma eğilimi doğurmuştur. Türkiye’de bunu yapmak pek zor olmadı, çünkü, milliyetçi söylemin oluşturulmasında, kitlelerle herhangi bir müzakere söz konusu değildi. Daha önce de ileri sürdüğüm gibi, millî hissiyat çok geç ortaya çıkmıştı ve elitle sınırlıydı; ama daha da önemlisi, halkın duygularıyla ve deneyimiyle bağı olan unsurların, milliyetçi söylemden dışlanmış olmasıdır. Bu dışlama, sessiz kalmanın ötesinde Batı karşıtlığı yaratmamaya yönelik bilinçli bir tercihi de yansıtıyor olabilir. Üçüncü Dünya ulusal hareketlerinin çoğunu besleyen sömürgecilik karşıtı duyguların aksine, Türk milliyetçiliğinde Batı karşıtlığı ve yerelcilik görülmez. Türk mirasını yüceltmeye yönelik cumhuriyetçilerin yaptığı girişim, Avrupa geleneğiyle kendi zemininde rekabet etmek üzere tasarlanmıştı. Bu, Türk unsurunu uygarlık serüvenine ilişkin yerleşik metnin içine sokmaya yönelik bir girişimdi, yoksa uygarlıklara ilişkin rölativist bir yaklaşımla yerleşik metne meydan okumaya çalışılmıyordu. Dolayısıyla, Türk reformcuları, modernleşme teorisini -daha teori oluşturulmadan- savunan kişiler konumundaydılar. Kendi toplumlarının geri olduğunu, ama esas itibarıyla farklı olmadığını düşünüyorlardı. Gandhi’nin aksine Türk reformcuları kendi geleneklerimize dönmeyi savunmadılar; onlar Nehru gibi Batı’yı ve moderni kopyalamaya yöneldiler (Chatterjee, 1984). Atatürk’ün kendisi, otantik bir mirasa dayanan farklılığı öne çıkaran bir metin kaleme almadı. Kendisinin temel eseri, Osmanlı idaresine karşı ayaklanmanın mantığını açıklayan ve rakiplerin tasfiye edilmesini meşrulaştıran bir politik savunmadır (Atatürk, çeşitli basımlar). Bugün resmî binaların duvarlarını süsleyen bütün vecizeleri, Batılılaşma yolunda ilerlemeyi teşvik etmek için halka ulusal gurur ve kendine güven aşılamayı amaçlamaktadır.
Türkiye’nin esas olarak Avrupalı olduğu inancı, 19. yüzyılın devletlerarası ilişkilerinde, Osmanlı devlet adamlarının Düvel-i Muazzama’nın denge oyunlarında rol alan aktörler olarak kabul edilmesinden türetilmişti. Sosyal ve ekonomik kaygılar, bu siyasî çerçevenin dışlanmış bir boyutu olarak kaldı. Daha sonraları, cumhuriyetin ulus-devlet inşasını yeniden tanımlamaya dönük girişimlerinde, solcu bir kanat, cumhuriyetin kuruluşunu sömürgeciliğe karşı bir zafer olarak sunmaya çalıştı; ama bu, ancak 1930’ların genel liberalizm karşıtı ortamında kabul gören zorlama bir yorumdu. Bu yaklaşımda ortaya konan sömürgecilik karşıtlığı, o dönemde bile, Üçüncü Dünyacı yeni bir uygarlık anlayışı oluşturmaktan çok uzaktı, dependencia türünden bir kalkınmacılığa daha yakındı.[1]
Türkiye’nin Batı’nın bir devamı olarak konumlandırılabileceği görüşünün benimsenmesinde belirleyici unsur, elit grup ile kitleler arasındaki kopukluktu. Bu kopukluk Anadolu köylülüğünün Avrupa’dan tek farkının daha az gelişmiş olduğu şeklinde bir algılamaya olanak verirken, elitin hayata geçirmeye çalıştığı proje de, Batı uygarlığının benimsenebileceği tezine dayanıyordu, dolayısıyla Avrupa’yla aramızda kapatılamaz bir uçurum olduğu düşünülemiyordu. Bu nedenle, milliyetçiler için medeniyet çatışmasından kaynaklanan öfke veya kültürler arası rekabet ve mücadele söz konusu değildi -bu ideolojik çizgi, İslâmcı hareket tarafından benimsenecekti.
Aslında, politik İslâm, Batılılaşma reformlarının eleştirisi ve medeniyet farkının vurgulanması konusunda çok net bir tavır sergilemiştir. Ankara, cumhuriyetin ilk yıllarında laiklik reformlarına girişince, Kurtuluş Savaşı’nın İslâmî unsurlarına bütün atıflar resmî tarihten çıkarıldı, ‘Batılılaşma’ kitleleri seferber etmeye yönelik tek ideoloji haline geldi. Cumhuriyetçilerin tercihi, yani dinsel atıflar taşıyan özselci bir kültüralizmden uzak durulması, bu arka plan düşünülünce daha anlaşılır hale gelmektedir. Batı’ya karşı kültürel bir karşıtlık, ancak otantikliğin savunulmasıyla mümkün olabilirdi ve İslâm bunun için tek adaydı. Mehmet Akif’in ünlü dizesinde, savaşın “medeniyet denen tek dişi kalmış canavara” karşı, yani ahlaken çökmüş Batı’ya karşı verildiği bildiriliyordu. Yozlaştığını düşünmedikleri Batı uygarlığının bir parçası olmak isteyen laiklik yanlıları için, böyle bir farklılık formülasyonu söz konusu olamazdı. Aslında laik Batıcılar, İslâmcıların manevî çöküntünün göstergesi saydıkları her şeyi benimsiyordu. Cumhuriyetçi milliyetçiler İslâmî gelenekle aralarına mesafe koymaya çalışarak, ulusal mirasın kitlelere çok daha az hitap eden bir versiyonunu tercih ettiler. Ulusal mirası, yapaylığı çok bariz olan bir tarihe indirgeyen kuruluş mitinin seçilmesi, ‘anavatan’ın coğrafyasızlaştırılması ve yakın geçmişin ortak deneyimlerini oluşturan gelişmelerin özenle unutturulmaya çalışılması, Türk milliyetçiliğini son derece kısır hale getirmiştir.
Eğer “millî mücadele,” geniş bir katılımla, daha uzun bir süre devam etmiş ve gerçekten sömürgecilik karşıtı nitelik taşımış olsaydı, milliyetçiliğin laik ve modernleşmeci versiyonunun kitlelerden uzak ve araçsal özelliklerden kurtulması ve daha farklı bir içerik kazanması için daha çok fırsat doğardı. Kitlelerin katkısından yoksun olarak geliştirilen milliyetçi ideoloji, katlanılması gereken bir ders olmaktan öteye geçememiştir -yıldönümü kutlamalarında kullanılacağı zaman, naftalinlenerek kaldırıldıkları yerlerden çıkarılarak kullanılan özel üniformalardan ve öğretmenlerinin bellettiğini tekrarlayıp duran okul çocuklarından öte bir anlam kazanamamıştır. Kendi milliyetçilik versiyonunu savunmada ısrar eden devlet elitinin süregelen militan tutumunu ve her türlü sapmayı engellemeye ve cezalandırmaya yönelik gayretkeşliğini açıklayan da, herhalde milliyetçiliğin bu denli yüzeyde kalmış olmasıdır.


KAYNAKLAR
  • Ahmad, F. (1993) The Making of Modern Turkey, Routledge, Londra.
  • Akgündüz, A. (1999) “Osmanlı İmparatorluğu ve Dış Göçler, 1783-1922” Toplum ve Bilim 80, Bahar.
  • Arı, K. (1995) Büyük Mübadele, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.
  • Atatürk, Mustafa Kemal (çeşitli basımlar) Nutuk.
  • Augustinos, G. (1977) “Consciousness and History: Nationalist Critics of Greek Society, 1897-1914”, East EuropeanQuarterly XI, Bahar.
  • Baer, M. D. (1999) “The Islamization of Turkish Cities”, New Perspectives on Turkey 20, Bahar.
  • Bhabha, H. (1990) (ed.) Nation and Narration, Routledge, Londra.
  • Berkes, N. (1964) The Development of Secularism in Turkey, McGill University Press, Montreal.
  • Billig, M. (1995): Banal Nationalism, Sage, Londra.
  • Blinkhorn, M. ve Veremis, T. (1990) (ed.) Modern Greece: Nationalism and Nationality, Sage-Eliamep, Athens.
  • Chatterjee, P. (1984) Nationalist Thought and the Colonial World: A Derivative Discourse, Zed, Londra.
  • Dawn, E. C. (1977) From Ottomanism to Arabism; Essays on the Origins of Arab Nationalism, University of Illinois Press, Urbana.
  • Ersanlı Behar, B. (1992) İktidar ve Tarih, Türkiye'de 'Resmi Tarih’ Tezinin Oluşumu (1929-1937)
  • Georgeon, F. (1980) Aux origines du nationalisme turc, Yusuf Akçura (1876-1935), Editions ADPF, Paris.
  • Glazerbrook, P. (1984) Journey to Kars, Holt, Rinehart, New York.
  • Hirschon, R. (yayımlanacak) (ed.) The Consequences of the Greek-Turkish Exchange of Populations.
  • Hooson, D. (1994) (ed.) Geography and National Identity, Blackwell, Oxford.
  • Hovannisian, R. G. (1967) Armenia on the Road to Independence, University of California Press, Berkeley.
  • Kasaba, R. ve Çağlar Keyder (1998) “Writing History: Armenians in the Empire”, New Perspectives on Turkey 19, Güz.
  • Karpat, K. H. (1985) Ottoman Population, 1830-1914, University of Wisconsin Press, Madison.
  • Keyder, Çağlar ve E. Özveren ve D. Quataert (1993) (ed) “Port-Cities of the Eastern editerranean, 1800-1914”, special issue of Review, c. XVI, no. 4, Güz.
  • Keyder, Çağlar (1987) State and Class in Turkey, Verso, Londra.
  • Kushner, D. (1977) The Rise of Turkish Nationalism, Cash, Londra.
  • Lowry, H. (1998) Trabzon Şehrinin İslâmlaşması ve Türkleşmesi, 1461-1583, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi (2. baskı), İstanbul.McCarthy, J. (1983) “Foundations of the Turkish Republic: Social and Economic Change”, Middle Eastern Studies, Nisan.
  • Orr, J. M. (1991) “Nationalism in a Local Setting”, Anthropological Quarterly 64/3, s. 142-52.
  • Parla, T. (1985) The Social and Political Thought of Ziya Gökalp, 1876-1924, E. J. Brill, Leiden.
  • Pentzopoulos, D. (1962) The Balkan Exchange of Minorities and Its Impact on Greece, Paris: Mouton.
  • Sencer, M. (1977) (ed.) Türkiye’nin Mali Tutsaklığı, Parvus Efendi, May Yayınları, İstanbul.
  • Ünsal, S. (1999) “Mardin: Aidiyet ve Suskunluk”, Birikim, no.124, Ağustos.
  • Zeine, N. (1973) The Emergence of Arab Nationalism, Delmar, Caravan Books, NY.
  • Zürcher, E. J. (1993) Turkey: A Modern History, I. B. Tauris, Londra.

*****
[1] Bu, özellikle cumhuriyetin kuruluşunu ilk sömürgecilik karşıtı mücadele olarak görmek isteyen Kemalist tarihyazımının solcu versiyonu için geçerlidir. Tabiî ki, Osmanlı İmparatorluğu hiçbir zaman sömürge olmamıştı ve Türkiye’nin oluşumu bir anti-emperyalist savaşla değil, imparatorluğun yıkılması sonucu gerçekleşmişti. Bağımlılık teorisinin Türkiye bağlamındaki icatçıları, 1930’ların ilk yarısındaki Kadro hareketi içinde bulunabilir.
Afa Yayınları, İstanbul.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!