Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Tek Mesaj #130

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Haziran 2006       Mesaj #130
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Son zamanlarda sıkça kullanılmaya başlayan “Avrupa İslamı” (ya da “Euro-İslam”) kavramının yekpare bir biçimi olduğunu söylemek zor olmasa gerek.

Ancak kavrama verilen anlamların bu çeşitliliğine rağmen, onun hayatiyet kazanmasına vesile olan şartların o kadar da yekpare olmadığını söylemek de zor değil. Bu şartlar genelde Müslüman göçmenlerin Avrupa’daki varlıklarına bağlı olsa da, her halükarda “Avrupa İslamı” kavramına biçimini olmasa bile rengini veren hususları “liberal” başlığı altında toplamak mümkün. Çünkü Müslüman göçmenlerin Avrupa’daki varlıklarının kısa tarihine kıyasla Müslümanlıklarının “sorunlu” addedilmeye başlanması henüz tarih olamayacak bir niteliğe sahip.
Öte yandan, her ne kadar Avrupa’daki göçmenlerin Müslümanlıklarının “sorunlu” olarak algılanması 11 Eylül, Madrid ile Londra’daki bombalamalar, bunun yanısıra da Hollanda’da Theo van Gogh’un öldürülmesi gibi olaylarla birlikte anılmaya başlansa da; buna Danimarka’da başlayan “karikatür krizi” ya da Fransa’daki “başörtüsü” tartışmaları ile göçmen gençlerin “ayaklanması” gibi hadiseler eklense de, temelde “Avrupa İslamı” kavramının adı anılan gelişmelerle ilişkisinin dolaylı olduğunu iddia etmek, birçokları için şaşırtıcı gelmesine rağmen, o kadar zor değil. Sözü edilen olayların “konjonktürel” önemlerini göz ardı etmek anlamına gelmez bu; ancak “Avrupa İslamı” kavramı, “konjonktürel” olamayacak denli İslam’ı, en azından Avrupa toprakları ve en önemlisi de “kimliği” için(de) dönüştürücü bir niteliğe sahip. Hatta, “Avrupa İslamı” kavramının Avrupa’yı da bir anlamda yuttuğu söylenen “globalleşme” tezleri açısından yorumlama çabalarını da “konjonktürel” kılacak denli bir “dönüştürücü” nitelik bu.
İslam’ı teste tabi tutmak...
Ne var ki bu dönüşmenin hangi yollarla yapılacağı konusundaki fikirlerin çeşitliliği “Avrupa İslamı” kavramına yekpare bir biçim vermekten uzak olduğu halde, niye yapılması gerektiği konusu o kadar çeşitli değil. Her şeyden önce, bir taraftan kavramın “kültürel”, “dinî (teolojik)” ve “kimlikler” açılarından meşrulaştırılmaya çalışıldığına şahit olmaktayız; diğer taraftan ise meşrulaştırılsın ya da meşrulaştırılmasın, kavramın ifade ettiği hususlar fiiliyatta gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin, onun sadece Avrupa’da yaşanan İslam’ı değil, genel anlamda İslam’ı “teste tabi tutmak” için bir vesile olarak kullanılmak istenmesine de. Dolayısıyla, bir “Avrupa İslamı” var mı yok mu tartışmasından ziyade, bu kavramın performatif gücünün olup olmadığı (ki olduğu açık) daha önem taşıyor.
Daha geçenlerde, malum karikatürleri yayınlayarak “kriz”in çıkmasına yol açan Danimarkalı gazete editörünün, “Aslında amacımız Müslümanları rencide etmek değildi. Gerçi onların tepki göstereceğini biliyorduk; ama bu karikatürleri yayınlayarak onların ifade özgürlüğü karşısında daha makul tepkiler vermelerini sağlamaya dönük bir amacımız vardı.” mealinde bir açıklaması oldu. Bu açıklama tam da sözünü ettiğimiz performatif gücün ne gibi bir “kuvve”si olduğunu gösterecek denli önemli. Kısaca ifade etmek gerekirse, “söz edimi” (speech act) teorisyenlerinin ortaya attıkları, konuşmanın sadece betimleyici bir yanının olmadığı, aynı zamanda icra edici (performatif) bir yanının da bulunduğu şeklindeki tezlerine dayanan bu “performatif” taraf, güçlü bir şekilde yeniden formüle edilebilirse, liberal “ifade özgürlüğü” bir anlayışı sarsabilecek yanları olan; sözün ve ifadenin, sadece kişinin kendi düşüncesini başkalarına aktararak betimleme değil, ama aynı zamanda bizzat bir fiil olarak gerçekleşme vasıtası olduğunu ortaya koyan bir niteliğe sahip. Bu anlamda, malum karikatürlerin düşünce özgürlüğü bağlamında değerlendirilemeyeceğini, aksine bizzat fiil olarak Müslümanlara karşı saldırı anlamına gelebileceğini iddia etmek için kullanılabilecek bu performatif unsur, karikatürlere karşı çıkanların tepki ve eylemlerinde hiç söz konusu edilmeyerek harcandı; ancak editörün karikatürleri yayınlama amacını açıklarken ifade ettiği gibi, ister bilinçli isterse de bilinçsiz bir biçimde, işin bir parçası olarak karşımıza çıkıyor: Müslümanlar tarafından kendilerine bir saldırı olarak görülen karikatürler, yayıncısı tarafından Müslümanların üzerinde performatif bir etkiye sahip olacak bir biçimde, onlara yönelik bir icra ediciliği içerecek bir şekilde, onların ileride benzer vakalarda ifadenin performatif gücünü uygulayanların amaçlarına matuf olarak hareket etmelerini sağlamak için bir vesile olarak kullanılıyor.
Avrupa’nın anlamak istemediği...
İşte “Avrupa İslamı” kavramının da böyle performatif bir tarafı mevcut: piercing yaptırmış başörtülü bir genç kız, sadece piercing yaptırmış başörtülü bir genç kız olabilecekken, kendisinin bile haberi olmadığı “Performasyon savaşları”nın nesnesi yapılarak “Avrupa İslamı” için meydana sürülüyor ya da yakınlarda Hollanda’da yaşanan “peçe tartışmaları”nda olduğu gibi, sayıları piercing yaptırmış başörtülü genç kızlardan bile daha az olan peçeliler, aynı “Avrupa İslamı”na neden gerek duyulduğunun dayanağı olabiliyor. Hem de her halükarda “bireyin kutsallığı” tezini baştacı etmiş “liberal” gelenek tarafından. Unutmayalım ki daha yakınlarda Hollanda’da hükümetin bilimsel danışma kurulu tarafından “Dynamiek in İslamitisch Activisme” (İslami Aktivizmin Dinamiği) adıyla yayınlanan rapor, 14 ayrı İslam ülkesindeki “İslami aktivizm”in başka şeyler yanında, “bireyleştirici” yönleri olduğu için demokrasi ve insan hakları açısından “olumlu” olduğu sonucuna varmıştı. Bu açıdan, ister Bessam Tibi tipi “liberal”, ister (kavrama karşı tavrı çekinceli de olsa) Tarık Ramazan tipi “teolojik”, isterse de birçok sosyal bilimcide görülen “kimlik” sorunu etrafında değerlendirilen “sosyolojik” çözümlemelerce tanımlansın, “Avrupa İslamı” kavramı, her şeyden önce, bir din olması gerekirken birçok başka şeye indirgenen İslam üzerinde performatif yanları ağır basan bir kavram. Fundamentalizm korkusu, uluslararası terörizm, politik İslam gibi yan unsurlarla desteklenmesine; 11 Eylül ya da van Gogh cinayeti gibi hadiselerle yoğrulmasına; Avrupa’daki Müslüman göçmenlerin hal ve tavırlarını çözümleme gayesi içinde gösterilmesine rağmen, tabiatı itibarıyla, yekpare olduğu varsayılan “Avrupa kimliği”nin kendisini yeniden tahkim etmeye çalışmasına matuf bir proje. “Avrupa İslamı” kavramının yekpare olmamasına rağmen, kavramı doğuran şartların o kadar çeşitlilik arz etmemesinin arkasındaki neden de, işte bu durum. Bu anlamda, belki de bu kavramın başka bir kavramla, son zamanlarda çeşitli Avrupa ülkelerinde “dışardan imam getirilmesi”ne son verilmesi, bunun yerine imamların çeşitli eğitim kurumlarının bünyesinde açılan “İslam ilahiyatı” bölümlerinde yetiştirilmesi çabalarına; bu çabaların “entegrasyon”un daha sağlıklı bir biçimde yürütülmesi amacını sağlamaya dönük olmasına bakılarak, “entegrasyon ilahiyatı” kavramıyla yer değiştirmesi hayli yerinde görünüyor. Böylelikle, “Avrupa İslamı” kavramının, bir din üzerindeki hiç de hoş olmayan performatif unsurlarının (mesela, “Kalvinist Müslümanlar” ya da “İslam’ın reforme edilmesi” gibi icraların) belki de önüne geçilmiş olur.