Osmanlının bu pratik uygulamasının sonucu olarak, Ortodoks kilisesinin milyonlarca mensubu, Slav dilini konuşanlar, Romenler, Samiler ve diğer dillerde olanlar, Avrupa yerlileri, Asya ve Afrika, hepsi idare olarak Rum, literatürde “Romalılar” anlamındadır, Rum Ortodoks’lar adı altında toplanmış oldular. Belki bu insanların hepsinin yukarıdaki isim altında birleşmiş olmaları kendilerinin yakın geçmişte Sırp, Yunan, Bulgar, Vlah, Montenegro’lu, Hersek’li, Mekadonya’lı, Arnavut, Yugoslav, Romen, Arap, Suriye’li, Lübnan’lı, Filistin’li veya Ürdün’lü olarak adlandırmalarından farklı bir şekilde kabul etmeleri biraz ilginç gelebilir. Tabii ki bu durum, kendilerinin tercihleriyle oluşmamıştır. Osmanlıların İslâmdan kaynaklanan anlayışları neticesinde dinî bir kaynaştırmanın önceliği olması, Patrikliğin dinî olarak İstanbul merkezli olup bu insanlar üzerinde etkili olması geleneği, İstanbul’un haklı olarak aynı şekilde hakimiyetinin devam etmesini mümkün kılmıştır. Her ne kadar Rum’ların başkentten gelen iradeleri kabullenmeleri söz konusuysa da, bu, bütün fermanlardaki emirlere kayıtsız şartsız itaat ettikleri anlamına da gelmemektedir. En azından bazı Rumların (yani zengin ya da eğitimli) kendi idarelerini de kabul etmişlerdir. Rumlar olarak adlandırılan insanlar arasında, Bizans İmparatorluğu ve İstanbul Patrikliğinin devamcılığını savunarak onlardan gururlanan kişilerin yanında, Latin ve Monosit taraftarı olmayanlara karşı da bir hâkir görme duygusu içerisinde bulunanlar vardı (bk. cilt 1, bölüm 10 Richard Clogg). Güneybatı Asya Ülkeleri topraklarında yaşayıp, önceleri Aramaik, sonraları Arapça konuşan Bizans kilisesine bağlı Hıristiyanlara, tek tanrıcılık ve İslâm’ın davetlerine karşı duran kimselere ‘Melkitler’ denilmektedir ki ‘kral adamları’ anlamına gelir. Vatikan’ın bazı Arapça konuşan Ortodokslardan Roma’ya döndürmeleri neticesinde, kelime şimdi Arapça konuşan Katolikler veya Yunanca ayin yapan ‘birleşikler’ anlamını da içermeye başlamıştı. Belki de en başta bölgedekilere aşağılayıcı bir hakaret olarak başlamış, kelime, zamanla bir asaletlilik anlamı kazanarak, taraftarlarının kendilerini devlet içerisinde övünerek gururlanmalarına sebebiyet vermiştir. Melkitler olarak adlandırılan bu gruplar, on dokuzuncu yüzyıl içerisinde Romanov imparatorluğu (Rusya) tarafından başarılı bir şekilde sömürülmüşlerdir. Bu, Arapça konuşan Ortadokslar arasında Çar’a oldukça kuvvetli bir şekilde üçüncü Roma olarak, anavatan Rusya ve St. (Aziz) Petersburg Kilisesi’ne bağlı olma şeklinde tezahür etmiştir. Güneydoğu Avrupa’da Yunanca konuşan bir Vlah, Riga Velestiniul (Romence dilindeki bilinen şekliyle, Rigas Velestinlis veya Yunancada Pheraios), Bizans’ı ihya etme çabaları, onun Osmanlılar elinde ölümüne neden olmuştur. Doğruluğundan ziyade, romantik olarak, kendine modern Yunan milliyetçiliğinin ilk şehidi denilmektedir. Diğer toplumların etnik yapıları basit olmasına rağmen, Ermeniler ve Yahudiler için idari düzenlemeler yapılması daha karmaşık bir şekil arzetmiştir. İstanbul’da bulunup ve yerleşmiş Patrik liderliğinin Ortodoks Yunanlarca kabul edilebilmesindeki örneğin, Ermeni ve Yahudiler’in kendilerine özgü değişik ihtiyaçları ve gelenekleri nedeniyle kabulü zordu. Mehmed’in Ermeni ve Yahudiler’e vermiş olduğu ayrıcalıklar tam olarak belirlenmiş bir mahiyet arzetmiyordu. Başkentte dinî liderlere tanınmış olan bu ayrıcalıklar neticesinde liderlerin bütün devlet içerisinde kendi dindaşları üzerinde bir hakimiyete sahip olabilecekleri belirli değildi. Yunanların tersine, Ermeniler’in İstanbulda fetihden önce bir Patrikleri bulunmamaktaydı (bk. cilt 1, bölüm 4 Kevork Bardakjian). Kendilerinin dinî merkezleri olarak yeni güçlendirilmiş olan Açmiyazin (Etchmiadzin) veya Adana gölü ki, her iki merkezde o günkü Osmanlı sınırları dışında bulunmaktaydı. Mehmed’in kendisi Patrik’in mutlak otoritesine taraftar olmayan bir yapıya sahip olması nedeniyle, Ermeniler’in patrikliğinin dinî merkezinin İstanbul’da yer alması için teşvikte bulunmuştur. Kendilerine yol gösterilmesi düşünülen Ermeniler’den bu İstanbul Patrikliği konusunda muhalifler ve farklılıklarla karşılaşılmıştır. II. Mehmed’in yerine geçenler, Patriklerin kesin otoritelerine karşı çıkmakta kendisi kadar titiz davranmamışlardır. Yahudiler için ise, devlet içerisinde kendilerine ait her hangi bir önceden otorite olmadığı gibi, dinî liderlik anlayışı da bulunmamaktaydı. Osmanlı Devleti’nin Hahamlarının başı (Hahambaşı) 1453 ten sonra ortaya çıkmış ve büyük bir ihtimalle de etki olanı İstanbul sınırlarının dışına çıkmamış ve on altıncı yüzyıl içerisindeki İberyalı Yahudilerin büyük miktarlardaki göçleri ve merkezî baskının artması neticesinde varlığı devam etmemiştir. Aynı yüzyılda, Selim’in Suriye ve Mısır’ı fethetmesi neticesinde devletin sınırları genişlemiş ve İslâmın merkezi olan yerler, bir çok Arapça konuşan Yahudi toplulukları, ve doğudaki eski Hıristiyan kiliseleri devletin idaresi altına girmiştir (bk. cilt 2, bölüm 1, Amnon Cohen ve bölüm 2 Muhammed Adnan Bakhit). Kıptiler, Maruniler, Yakubiler, ve diğer küçük dinî mezhepler Osmanlı cemaatlerine dahil oldular. İçinde bulunulan durumun gereklerine göre üretilen politikalarının devamından memnun olan fatihler, pek çok alanda, vergilerin toplanması ve dinî otoritelerle ilişkiler gibi meseleleri yerel şartların belirlemesine izin vermişlerdir. Osmanlı doğu Avrupa’daki çok sayıda Katolik halkını hakimiyeti altına aldığında yerel idareciler de bunların düzenlenmesi işinde çalışmıştır. Tabii ki Suriye ve Mısır’daki zımmilerle Anadolu ve Rumeli’dekiler arasında büyük farklılıklar vardı. Doğu eskiçağ dünyası, bin yıla yakın bir süre İslâmiyetin etkisi altında yaşadı ve Osmanlı fetihleri sadece bir Müslüman liderin diğerine yerini vermesi demekti. Arapça konuşan ülkelerin yerli Hırıstiyan ve Yahudiler’i Müslüman nüfus içerisinde dil bakımından asimile olmuşlardır. Artık onları diğerlerinden ayıran farklılıklar gittikçe azalmıştır. Buna bağlı olarak sayıları azaldığı gibi toplum üzerindeki etkileri de azalmıştır. İslâm idaresi altında yaşama konusunda deneyimli olmalarına rağmen Arapça konuşan zimmîler bağımsızlık konusunda Osmanlı otoriteleri ile görüşmemişlerdir. On altıncı yüzyıldan on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar, daha çok Arap ülkelerinin dışında bulunan ve kendi dinlerine mensup zenginlerin kendilerini idare etmelerini kabul etmişlerdir. Meselâ, İskenderiye ve Kudüs Patriklikleri Yunan kökenliler tarafından yönetilmişlerdir. Diğer taraftan bölgede yaşayan Hıristiyan topluluklar içerisinde, dışarıdan herhangi bir bağlantıları bulunmayan ve en az istekleri olan grup, Kıptîlerdi (bkz cilt 2, böl 9, Doris Behrens-Abouseif). İlk yüzyılarda Osmanlı idaresinin meydana getirdiği müesseseler toplum hayatını dış görünüş itbariyle düzenlemede başarılı olmuşsa da özde o kadar etkili olmamıştı. Osmanlı idaresindeki günlük hayat şeklinin batılılar tarafından yanlış değerlendirmesi bunların aslından farklı olarak anlaşılmasına neden olmuştur. Hırıstiyanlık dünyası ve devamını oluşturanlar için ‘Türk’ ve ‘Türkiye’ kelimesi karışık duygularla, İslâmın öngördüğünden farklı olarak, kendisinin ifadesini buluyordu. Özellikle doğu Avrupalıların millî folklörlerinde yer aldığı şekliyle Türk’ün tarifi baskıcı bir şekil arzetmekteydi. Türk’ün bu imajının oluşmasının altında yatan bir takım etkenler vardı. Bunların en başında gelen korkudur, Avrupalının beynine kazılan şekil, Türkler’in oldukça uzun bir zamana yayılan kıtanın ortalarına kadar ilerlemeleri ve Hıristiyanlık dünyasının varlığını ortadan kaldırılabilecek durumda olabilmeleriydi. Osmanlı Devleti’ni ziyaret eden batılı seyyahlar, kendi ülkelerinin müessese ve kurumlardan farklı ve eşdeğerde bulunmayan özelliklerden müteşekkil olan Türk toplumunu, tanımakta ve anlamakta yetersiz kalmışlardır. Buna ek olarak, Osmanlı düzeninin gerçekleri görmezlikten gelinerek Osmanlı’nın farklılığını da, Sultan’ın teb’âsı arasında bulunan ve Osmanlı’dan memnun olmayan Hıristiyanların anlattıklarına istinaden ki, bunlar seyyahların eserlerine temel olarak kaynak aldıkları kişi ve bilgileri ihtiva etmektedir. İşte bu kişi ve hikayeler seyyahlara kaynak teşkil etmiştir. Son zamanlarda İslâma sempati duyan ve bu sempatisini daha çok Araplar yönünde kullanan gözlemciler de, hiçte hakları olmadığı halde, Osmanlı’yı sebebi olmadığı, hatta çöküşü bir müddet durduran ve iyileştirme yolunda çabaları bulunması gerçeğine rağmen, Osmanlı, gerçeklere aykırı olarak suçlanmış ve sorumlu gösterilmiştir. Seyyahların ve diğer gözlemcilerin gayr-i müslimlerin içinde bulundukları hayat şartlarını belirleyen durumları yanlış anlayıp yorumlamalarına güzel bir örnek ‘reaya’ kelimesidir. Pek çok batılı seyyaha ve benzer fikirleri kabul etmiş olan pek çok batılı tarihçiye göre, Osmanlı Devleti’nin Hıristiyan tebasını ifade eden ve ‘sığır’ anlamına gelen reaya kelimesi, Osmanlı’nın tebasına karşı çapulcu davranışlarını ifade etmektedir. Fakat Osmanlı, bu terimi, on sekizinci yüzyıla kadar sadece Hırıstiyanlar için değil, dinî mensubiyetlerine bakmaksızın, hükümet idaresinde yer alan askeri ve sivil kesimin dışında, üretken durumda olan ve vergi ödeyen bütün halk için kullanmıştır (bk. cilt 1, bölüm 8 Kemal Karpat). Böylece çiftçi Müslümanlar reaya olarak değerlendirilirken, Hıristiyan sipahiler reaya olarak görülmemekteydi. Kelime, Arapça bir kökten gelmekte ve ‘otlamak’ anlamındadır. Kelimenin “sığır” anlamında tercüme edilmesinden ziyade “sürü” olarak tercümesi daha doğru olacaktır, zira bu hükümetin tabiattaki oluşan ifadesiyle herkesce bilinen bir ifade şeklini kullanmakta olup terim, İslâm ve Hıristiyanlık dünyasının kutsal 4 kitaplarında da benzer bir tanımlama bulunmaktadır. Türkiye üzerinde on sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren batı nüfuzunun artması, Batı’nın bu terimi yanlış yorumlaması aynı şekilde Türklerin kendilerine de geçmiş ve zaman zaman da bu yanlış anlamda kullanılmaya başlanmıştır. On dokuzuncu yüzyılda Batı’nın bozduğu terim, Osmanlı Devleti’ne karşı Balkan insanlarının bağımsızlık savaşları mücadelesinin sonucu olarak daha da gelişmiş ve genişleyerek yayılmıştır. On dokuzuncu yüzyıldaki Osmanlı’ya karşı meydana gelen bağımsızlık ve milliyetçilik akımları, Müslümanlar hakkında yaygınlaşan şablonlaşmış “baskıcı” tipleme, Osmanlı Türk Devleti’nde ifadesini bulmuştur. On dokuzuncu yüzyıldaki batılı yazarların tamamı, Türklere karşı çalışmayıp içlerinde Türkler tarafında olanlar da vardı. Heinrich Graetz, değişik tarzlarda yazan modern Yahudi tarih yazıcılığı içerisinde ilklerden olup, özellikle Yahudiler arasında gelişen Osmanlı taraftarlığı yazılarında görülmektedir. Bu belirtiler çoğunlukla Osmanlıya duyulan politik sempati şeklinde ortaya çıkmakta ve genel olarak Yahudiler, Avrupa’da Türk taraftarı olan unsurlar olup Avrupalılar tarafından da bu yönde değerlendirmeler yapılmaktaydı. Günümüzde diğer bir yanlış bilgilendirilme bütün bu yanlışlıklara ilave edilmiştir. Bu, milliyetçilik akımlarının artması neticesinde Balkanlar’da ve Ortadoğu’da pek çok devlet Osmanlı Devleti’nin yıkıntısından meydana gelmiş, hepsi kendine özgü bir millî bağımsızlık efsanesiyle ve kendine has yeni bir millî, tarihî anlayışla ortaya çıkmışlardır. BOZUK METİN Batı dillerine Türkler’den daha iyi hakim olmaları nedeniyle, batılı okurlara ve topluluklara daha kolay ulaşabilmişler, böylece, kendilerince doğru olan, tarihlerini de batılı gözlemcilere kolaylıkla kabul ettirebilmişlerdir. Bağımsızlığı kazanan insanlar içerisinde ilk olarak batıyı büyüleyen Yunanlar olmuşlardır. Her ne kadar Yunanlar’ın tarihî gerçeklerden uzak olsa da kendilerinin Helenistik geçmişle bağlantılı oldukları görüşünü ileri sürmeleri, batılıların düşüncelerinin temelini oluşturmuş ve Yunanlar’ın Osmanlı’ya karşı mücadelelerini bu perspektif içinde görmüşlerdir. Böylece ileri sürülen Yunan görüşü hemen kabul görmüştür. Nüfusun azalması, yoksullaşma, güvensizlik, düzenin bozulması, rüşvet yeme, entrika ve hilekârlıkların ortaya çıkmasının sorumluluğu Osmanlı’ya yüklenmekteydi. En son olarak ortaya çıkmış olan görüşlere göre, yukarıdaki hatalar doğrudan Türkler’e bağlanamaz, belki geleneksel hiyararşiye bağlanabilir ki, bu da Osmanlı’nın “teokrasisi”ne yüklenebilir. Osmanlı’nın idaresinde bulunan diğer insan toplulukları, Slavlar, Eflak’lılar ve Moldovya’lılar da kendi bağımsızlık hareketlerine Yunanlar’ın kullandıkları iddiaları kabul ederek kendilerine uyarlayıp kullandılar. Yukarıdaki Yunan iddialarını kabul etmekle birlikte Yunanlar’ı da suçlamışlardır. Çünkü bu kavimler, Yunanlar’ın boş insanları ve bazı din adamlarının çoğunlukla Türkler’in Balkanlar’da üstünlük sağlayarak hakim olmalarına vesile olduklarından şikayet etmektedirler. Türkler’le olan ilişkileri en fazla karışık olanı Yunanlar’dı. Yunanlar, Osmanlı idaresi altında duygusal tarihî görüşlerinden doğan istedikleri nihaî hedefi, gerçekleştirememişlerdir. Osmanlılar, Yunan toplumunun kendi fizikî varlıklarını, dillerini, tarihî hislerini, kültürel geleneklerini ve dinî birliklerini yüzlerce yıl koruyarak devam ettirmelerine izin vermişlerdir. On sekizinci yüzyılın sonlarında Kudüs Yunan Patrik’i tarafından verilen bir notada, içinde bulundukları Osmanlı Devleti’nin bu husustaki rolünü tanımakta ve şu şekilde dile getirmekteydi: Bakınız sınırsız bir şefkat ve merhamete sahip olan Tanrımız, bir kez daha tertemiz ilahî Ortodox inancını korudu. O, bizim Roma (Bizans) İmparatorluğumuz içerisinde bir şekilde bozulmaya başlamış olan Ortodox inancının daha kötüye gitmemesi için, Osmanlı devleti’nin güçlü bir devlet olarak yokluk ve sıkıntılar içerisinde kurulmasına yardım etti. Ve O, şüphesiz bunun bir insan gücünün eseri ile değil fakat ilahî bir güç tarafından meydana geldiğini göstermek için Osmanlı’nın yükselmesini sağlayarak onu bilinen diğer krallıklardan daha üstün bir seviyeye getirdi... Ulu Tanrımız “Tanrının gücünden daha büyük bir gücün olmadığını” göstererek böylece bizleri, Batı halkının dizginleyicisi ve Doğu halkının kurtarıcısı olarak, yüksek krallığının müstesna bir noktasına yerleştirdi. Bu nedenle Tanrı, Osmanlı Sultanının kalbine bizi Ortadoks dinî inancımızda serbest bırakma anlayışını yerleştirdi ve vazifesinden daha fazla olarak onları korudular ve hatta Tanrıdan korktuklarından, zaman zaman gözlerinin önünde bulunan ve dinînden sapmaları nedeniyle Hıristiyanları cezalandırdılar.5 Osmanlı, pek çok kimseye ferdî ilerlemeleri ve başarıları için imkân sağlamıştı. Çalışmak isteyen pek çok Yunanlı, devlet hizmetinde çalışmış ve önemli katkıda da bulunmuşdur. Buna bağlı olarak, on sekizinci yüzyılın sonlarında bazı Yunan yazarları, Osmanlı idaresine, kendilerinin mirasçıları olan bugünkü Yunanlar’dan, daha fazla sempati beslemekteydiler. Varlıklı ve tahsilli olanlar daha sıkça Osmanlı cömertliğinden ve korumasından faydalanmaktaydılar. Kiliseler için olduğu gibi, Osmanlılar tarafından beratla kendisine izin verilenler, otoriteleririni uygulamaya devam etmişlerdir. Onların Osmanlı taraftarı olmalarının sebebleri vardı. Bir noktaya kadar elde edinîlen bilgilere göre herhangi bir tahsili olmayanların ve fakirlerin hisleri konusunda hayatlarının zor olmasına rağmen, basit ve saf olarak Türkler’e karşı olmayıp, daha ziyade Yunanlar’ın ileri gelenlerine karşı öfkelerinin yöneldiği anlaşılmaktadır. Yunanlar’ın Türkler’le olan ilişkilerini daha iyi değerlendirmek için değişik gruplara ait ilişkilerden örnekler verilirse daha doğru sonuca ulaşalabileceği kanaâtindeyiz. Bir taraftan bölge nüfusunu oluşturan unsurlarda farklılık, ayrıcalık ve sorumluluklarının bulunması, diğer yandan da yerleşim birimlerindeki nüfus değişikliği, bir yerden diğer yerleşim birimine farklılığı - karışmış vaziyette bulunan, Müslüman-Yunan yerleşim birimlerinin tamamı, sadece Yunanlar’dan oluşmuş yerleşim birimlerine karşı olması gibi - Osmanlı’ya karşı aktif bağımsızlık hareketlerine yönelmede, değişik otonom şekillerinden dolayı birbirinden farklı davranışların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Buna ek olarak, Yunanlar’ın gündelik hayatları aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin içinde bulunmuş olduğu güç ve idaresinin genel durumuna ve yine, devlet içerisinde bulunmakta olan diğer azınlık gruplarının statülerine de bağlıydı. Osmanlı-Yunan tarihi henüz tam anlamıyla üzerinde durulmamış ve incelenmemiş olması itibariyle henüz tam olarak en küçük ayrıntılarına kadar akademik değerlendirmeler yapılmamış bir alan olması nedeniyle, konu hakkında genelleme yapmak oldukça risklidir. İlk zamanlar, 1300-1450 arası güçlü bir Yunan liderinin yokluğu nedeniyle karmaşık bir düzeyde olmuştur. Yunan ve Türk liderler arasında meydana gelen ilişkilerin genel yapısı zamandan zamana değişiklik arzeden beraberlikler ve düşmanlıklar şeklinde gerçekleşmiştir. İstanbul’un fethinden sonra ise, Patriklik liderliği oluşturulmuş ve dengeli bir politik oluşum gerçekleştirilmiştir. Ancak bu, Pakriklikte oluşan liderlik paylaşımını kilisenin kolayca gerçekleştirdiği anlamına gelmemektedir. İstanbul Patrikliğine yakın bağları olan zengin Yunan tüccarları, kendilerinin Bizans aristokrasisiyle bağlantılı oldukları iddiasındaydılar. Bu dönem 1450 den 1600’e kadar devam etti. 1600’den 1800’e kadar Fener, İstanbul’un bir semti olup 1601’de Patriklik buraya geçirilmiş; Zengin Yunan ailelerinin himayesine girmesiyle zenginliği ve politik nüfuzunun, kendi toplumu üzerinde ve Devlet’in genelinde daha etkili hale geldiği varsayılmıştı. Fenerli Yunanlar’ın arasında Patrik’in ve Patrikliğe ait memurların seçiminde yarışan ailelerin ilgilerinin farklılığı önemli bir rol oynamıştır. Fenerli’ler devlet içerisinde vergiler getiren eyaletler durumundaki Moldavya ve Eflak’ı kontrol etmekte buna ek olarak nüfuzlu tercümanların şefleri durumunda bulunmaktaydılar, ki bu Osmanlı dış politikasını oluşturmak ve deniz filosuna rehberlik görevi yapmak gibi Osmanlı’nın yüksek amirali olarak pek çok Ege adalarının yönetimini elde etmişlerdir. 1600-1800 yılları arasını kapsayan yüzyıllarda Avrupalıların Yunan’lar üzerinde dinî, ekonomik, entellektüalite ve politik alanda nüfuzları artmıştır. Protestan ve Katolik misyonerlerle bunların koruyucuları olan büyükelçiler, İstanbul’da nüfuz için rekabet etmişlerdir. Yunan tüccarları, önceleri dış ticaretlerini sadece doğu Avrupa’daki Ortodoks ülkelerle yapmakta iken şimdi ticaretlerini belki de rizikoya atarak batıya kaydırabilmişlerdi. Avrupa’nın çürütücü fikirleri, Yunan entellektüel hayatına girmeye başlamış, azınlıkların yaşamakta oldukları bölgelerde yeni politik düşünceler oluşmaya başlamıştır. Yunan dinî hiyararşik düzeni, bu yeni gelişmeleri şüpheci ve güvensiz bulup mümkün olduğu kadar mücadele ederek karşı koymuştur. Ancak bu akımların dışarıdan artarak devam etmesi, bir de Patrikliğin otoritesinin dışında olan bir durum olması nedeniyle dinî kesim çok az karşı eylemler yapabilmiş ve etkisiz kalmıştır. Yunanlar’ın durumlarında en kesin ve etkili değişim son yüzyıl ve çeyreğinde, 1800’ün hemen öncesinden 1923’e kadar, meydana gelmiştir. Yunanistanın oluşumunda, Osmanlı Devleti’nin Yunan sınırını oluşturan ve daha önceleri Venedikliler’in elinde bulunan İyonya adalarında, Fransızlar’ın bu adaları ve bölgeyi işgalleri ve kışkırtmalarıyla başlamış olan Yunanlar’ın bağımsızlık savaşları (1821-1832), ve ayrıca, Lozan Antlaşması’ndan (1923) sonra mübâdele ile, Türkiye ve Bulgaristan’dan Yunanistan’a Yunan asıllı olarak adlandırılanların zorunlu göçleri etkili olmuş ve oluşum gerçekleşmiştir. Aynı zaman içerisinde, Slav ve Arapça konuşulan ülkelerdeki Ortodoks kiliseleri, rahat durmayarak Yunan hakimiyeti altında huzursuzluk çıkarmaya artarak devam etmiştir. Bu dönemde ilk defa olarak büyük ideallerinin teleffuzları görülmeye başlanmıştır. Bu büyük ideal (megalo idea), eski yurtlarını bırakarak kendilerine utanç veren bir şekilde Balkan Yarımadası’nın verimsiz taşlıklı en uç karakolu halindeki yerlere çekilmek zorunda kalmalarından kurtularak, Yunanistan’ın bir zamanlar elinde bulundurmuş ve hakimiyetini kurmuş olduğu bütün toprakların ele geçirilmesi bir nevi yeni Bizans’ın ihyası idi. Yunanların yeniden coğrafî ve politik olarak yapılanmalarından hiçte geri kalmayan bir şekilde tarihî bilinçleri ve kimlikleri de esaslı bir şekilde değişikliğe uğramıştır. Yunanlar, on sekizinci yüzyılda Romalı, on dokuzuncu yüzyılda da Helen olduklarını iddia etmişlerdir. Bu yeniden yapılanmadaki tarihî dönüm noktası yeni bağımsız bir Yunanistan Krallığı’nın oluşmasıdır. Bu yeni krallığın doğumundan önceki zamanda Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Yunanlar’ın çoğunluğu kendilerini Romalı olarak görmekteydi. Bu ‘Doğu Romalılar’ demekti ve onlar ‘Bizansın’ mirasçılarıydı. Yunan aydınlarının ileri sürdükleri ve üzerinde durdukları Helenizm, eskinin muhteşem ve putperest olan Helenine dönüş demekti. En önemli kişilik olarak, Adamantios Koraes adındaki (1748-1833) bilim adamı ve akademisyen, Yunan entellektüelliğinin doğuşunda önemli rol oynayan mektuplar ve yazıların sahibi olarak görülmektedir. Entellektüeller ve tüccarlar, Avrupa’da uzak merkezlerdeki azınlıkların yaşadıkları bölgelerde fikirlerini oluştururlarken, Koreas da pek çok yıllarını Montpelier ve Paris’te geçirmiş olup, asıl savaşı icra edenlerden değildi. Dağlarda yaşayan dağcı ve köylü Yunanlar, korsanlar ve haydutlar ki bunlar Osmanlı kuvvetlerine karşı yıllar boyunca devam etmiş olan mücadelenin neticesinde, Helenizme dönüşü İslâma döndürülmekteki kadar tiksindirici olmasa da yabancı olarak bulmaktaydılar. Umumî istek, Roma’ya ait olan geçmişe, yani Hıristiyan Konstantinapol’a (İstanbul) dönmek olup putperest olan Atina’ya dönmek değildi. Klasik Yunanistan’ın kalıntıları Yunan çiftçisi için ne kadar gizemli ise Mısır Firavunlarına ait anıtlar da Mısır fellahları (çiftçi) için aynı şekilde gizemliydi. Her iki topluluk da eski yapıların cinler veya devlere ait bir ırkın işi olduğunu düşünmekteydi. Yunanistan ve Mısır, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Avrupalıların yapmış oldukları arkeolojik çalışmaların neticesinde, etnik ve ulusal sınırlarla oluşturulan milliyetçilik anlayışını, kendilerini daha öncekilerin mirasçısı oldukları fikrini destekler olarak değerlendirmişlerdir. Yunanlar ve bütün Osmanlı Devleti üzerinde etki yapan diğer önemli bir dış faktör de Fransız ihtilaliydi. İhtilalin ortaya koymuş olduğu fikirler -hürriyet ve eşitlik- devlet içinde devam etmekte olan alışılmış düzende yıkıcı bir etki yapmıştır. Fransızlar’ın bu fikirleri askerî başarılarıyla birleşince, Osmanlı Devleti içerisinde on sekizinci yüzyılın sonlarında oldukça tehlikeli ve yıkıcı bir güç durumuna gelmiştir. 1797’de imzalanan Campo Formio Antlaşması ile Venedik Cumhuriyeti parçalanarak Osmanlı Adriyatik kıyılarında Venedikliler’e ait olan pek çok yer Fransızlar’a geçmiştir. Fransa yeni aldığı buradaki adalardan Osmanlı Devleti’nin Yunan tebasına yönelen propoganda faaliyetlerine başlamıştır. Eski Helenlerin muhteşem başarılarından ve hürriyetlerinden bahseden konuşmalar ve kutlamalar düzenlemek suretiyle geçmişi yeniden canlandırma sözünde bulundular. Fransız gizli servisi anakaradaki ihtilalci ve ayrılıkçılarla ilişkilere geçmiş ve Fransa’nın anakaranın bir bölümünü işgal etmeyi planladığı söylentileri yayılmışdı. Sonunda Fransa Yunanistan’a değil de Mısır’a yönelmiştir. Ancak buradaki gelişmeler ve Osmanlı’nın Avrupa kısmındaki Fransız varlığı Osmanlı’yı tedirgin etmiştir. İlk bakışta, bağımsız Yunan Krallığının kurulmasını sağlayan Yunan isyanının sebebi Sultan II. Mahmud’un merkezileştirme politikası olarak görülebilir. On sekizinci yüzyılın sonu ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında, Yunan denizcisi ve tüccarları olan topluluklar oldukça zenginleşti. Osmanlı bayrağı taşımaları, Napolyon savaşları ihtilallerin devam ettiği ve önemli zamanlarda Osmanlı’nın tarafsız olmalarından dolayı Avrupa’da oldukça ticari avantajlar sağladılar. Osmanlı Devleti’nin merkeziyetçilikten uzaklaşması ve idarede bazı boşlukların oluşması kendi yönetimlerini, politikalarını, ve hatta askeri müesselerini oluşturarak geliştirmelerine zemin hazırlamıştır. Yunanistan’ın büyük bir bölümünü yönetenler, yerel idareciler ve hanedanların çoğunluğu Müslümanlardandı. II. Mahmud’un Osmanlı merkezî otoritesini yeniden kurmaya başlaması, Yunanlar’ın belirli bir süreden beri içinde yaşadıkları hürriyetlerin engellenmesi demek olup, bu hürriyetlerin korunması ile birlikte yenilerinin temini için mücadelelerin başlaması Yunanlar’ın Osmanlı idaresine karşı mücadelelerinin motivasyonu olmuştur. Bazı Yunan topraklarının Fransızlar tarafından işgal edilmesine, işgal süreçlerinin belirtileri, tahrikler ve ayaklanmalar son yüzyılda Devlet’i oldukça rahatsız eden konulara önemli ilaveler olarak gerçekleşmiştir. Fransızlar Yanya’da, Ruslar Ermenistan’da, İngilizler Mısır’da olmak üzere her biri kendine has usulle işgal etmiş oldukları topraklarda üsler kurarak Devlet içerisindeki ayrılıkçı unsurları harekete geçirmişlerdir. Ruslar Ermeni ihtilal hareketini desteklerken, İngilizler de Arap ihtilalcileri silahlandırmış ve finanse etmiştir. Her ayaklanma olayı, dış bir güç tarafından desteklenmiş ve kışkırtılmıştır. Kışkırtmalara malzeme olarak efsanevî bir geçmiş kullanılarak bunun canlandırılması için mücadeleler teşvik edilmiş, daha sonraları bu efsaneler, gerçeklerle bağlantısı olmadığı halde, ihtilalciler tarafından inanılan ve mücadelelerinin bitmesiyle, efsaneler, inanılan ve hayatlarında uygulamaya koymaya gayret ettikleri kendi gerçekleri olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı’ya karşı halk mücadelesi içerisinde Helenistik canlanmanın yeri küçüktür. Bununla birlikte, Helenizm en sonunda meselenin kendisi haline gelmiştir. Ne yazıkki, Bizans’ın yeniden canlandırılmasını hayal edenler tarafından Yunanca konuşmayan Ortodokslar, barbarlar olarak değerlendirilmekte ve Helenistik fikrinin dışında tutulmaktaydılar. Sırplar’ı, Bulgarlar’ı, Makedonyalılar’ı, Moldavyalılar’ı, Eflaklılar’ı, Yunanlar’ı ve diğerlerini önceden birlik içerisinde tutan bağlar bitmiş ve yerini mücadelelere terketmiştir. Yunanlar’ın kendi imajları ve gerçeklerini oluştururken yeniden yapılanmalarında Devlet içinde varlıklarını muhafaza etmekte olan milyonlarca Yunan’ın üzerinde köklü bir etkiye sebeb olmuştur. Pek çok bu yeni politikalar, idealler ve hatta yeni Yunan Krallığı’nın dili yabancıydı. Bunlarla birlikte, yeni devletin oluşturulmasında Osmanlı-Yunan topluluğunun zorlukları artmış ve sonunda kötü sonuca gitmelerine neden olmuştur. Yunan tarihinin ana teması olan imparatorluk hisleri, yüzyıllar boyunca devam eden Osmanlı idaresinde kaybolmuştu. Yunanistan’ın altın çağı Bizanslılık dönemi olarak değerlendirilirken klasik çağdaki geçmiş barbar putperestler olarak reddedilmekteydi. Osmanlılar’ın idaresi altında İstanbul’da bulunan Patriklik bir noktada Justinyan’in İmparatorluğu’nun bir mirasçısı şeklinde temsil edilmiştir. Sınırlar -eğer dinî anlamda bir sınır kabul edilicek olursa- imparatorun hakim olduğu sınırların aynısıydı. Osmanlı koruması altında Ortodoks liderliği en geniş alana sahip olabilmişti. Hellenistikliğin yeniden canlandırılması, kendisini Osmanlılar altındaki Yunan konumunun belirsizliği ve parçalanmış durumlarından kurtarmak şeklinde ortaya çıkmıştır. İmparatorluk hülyaları gerçek bir devletçilik anlayışı ile bağdaşmamaktaydı. En sonunda Yunanlar, büyük rüyalarını gerçekleştirmekte sınırlandırılmış bir gerçekliği kabul etmek veya kaybetmek (eğer bırakmadılarsa bile) zorunda bırakılmışlardır. Ermeniler’in gerçekleri ve Ermeni düşleri arasındaki uçurum ise daha da genişti. Ermeniler hemen hemen Ortadoğu’daki bütün mücadeleler içerisinde büyük çoğunlukla kendilerin istemedikleri ya da kendileri için istenmediği halde daima kaybedenler tarafında olmuşlardır. Aynı anda ya da farklı zamanlarda Yunanlar, Persler, Arablar, Moğollar, Ruslar ve Türkler kendilerine düşman olmuşlardır. Ermenilerin bağımsızlıkları kısa bir süre için ve oldukça uzun zaman önce meydana gelmişti. Ermenistan’ın en övünülecek hatıralarını oluşturan zaman dilimi, Hıristiyanlığı ilk zamanlarında adapte etmeleri ve tek tanrılı doktrinlere sıkı bir şekilde bağlanmaları ve Hıristiyanlığı Mısır Kıptileri ve Suriye Yakubîleriyle birlikte paylaşmaları zamanıdır. Ermeniler de, Yunanlar gibi, kendilerinin olan bir idari sisteme dönmek istemelerine rağmen bu oluşturulmaya çalışılan durum cansız bir ışık gibiydi. Ermeniler’in dağılmış vaziyette olmalarını ardarda gelen yenilgiler rüyalarındakilerin gerçekleşmesinin daha da karmaşıklaşmasına neden olmuştur. Yunanlar’ın çok eskilere dayanan kökleşmiş inançlarından kaynaklanan İstanbul’u yeniden ele geçirme gibi bir hayalleri mevcut olmasına rağmen, Ermeniler’in iddia edebilecekleri tek bir merkezleri mevcut değildi. Ermeniler’in yaşadıkları topraklar üzerinde fetih sürecinin devam etmesi, sürgünlerle birlikte, bu topraklar üzerinde, yeni siyasî oluşumların meydana gelmiş olması - Van ve Ağrı Ermenistan’ından Kapadokya’ya oradan da daha aşağıya Adana Ermenistanı’na göçler olmuştur - her ne kadar Ermeniler, bu topraklar üzerinde varlıklarını korumuşlarsa da, kendi tarihî geçmişlerine aykırı olarak, karışıklık getirecek şekilde yeni ve tartışmalı millî merkezler ortaya çıkarmışlardır. Bunlara ek olarak kendilerinin sürekli göç halinde olmaları, kendilerine belirli bir yerde yoğunlaşarak rahat yaşayabilme imkanı vermemiştir. Selçuklu Türkler’inden kurtulmak için kaçarak geldikleri ve kendilerine yeni yurt edindikleri Adana, Haçlılar için bir üs haline gelmiştir. Tarihî Ermenistan’da kalanlar ise, yüzyıllar boyunca devam eden savaşlar arasında sert hayata katlanmak zorunda kalmışlardır. Bunlar Selçuklular ve Bizanslılar, çapulcu Türkmenler ve Osmanlılar ve Safevîler arasında Ermeniler’in bulundukları topraklar üzerinde sürekli devam eden hakimiyet kavgası içinde kalmışlardır. Yayılma, sürgün ya da kendi istekleri şeklinde Ermeniler’in Karadeniz bölgesine, Balkanlar’a, ve Doğu Avrupa’ya olduğu gibi İran’a ve Hindistan taraflarına doğru göçleri devam etmiştir. Osmanlı’nın muhteşem bir güç olarak bulunduğu on beşinci yüzyıldan on yedinci yüzyılın başlarına doğru Ermeniler’in çok önemli göze çarpan bir rollerinin varlığı görülmemektedir (Cilt 1, bölüm 7 Robert Mantran). İran Safavi Devleti’nin lideri Şah Abbas, Ermeniler’e bir ayrıcalık tanıyarak, oluşturmakta olduğu büyük ticari merkez olması için uğraştığı başkenti Isfahan’a, Ermeniler’i davet etmiştir. Osmanlı Devleti içinde güçlü bir Yahudi ticaret sınıfının özellikle batıdaki varlığı, Ermeniler’den oluşan ticaret erbabının önemli bir kesiminin batıya doğru yönelmesini etkileyen ve vazgeçiren bir sebebdir. On sekizinci yüzyılda, Safeviler’in düşmelerinden sonra, İran’ın değişik ihtilafçı grupların ellerine düşmesi, Osmanlı’nın daha önceden Persler’e ait topraklara genişlemeleri ve ticarette de Yahudiler’in konumlarının zayıflaması, Ermeniler’in Osmanlı Devleti hayatında önemli bir yer tutmaya başlamarına neden olmuştur. Onların durumu on dokuzuncu yüzyılda daha da iyi bir hale gelmiştir. Gümrük dairelerinde idare memurları, bölgelerde paşaların bankerleri, lüks maddeleri temin eden kimseler, para baskıcıları ve uzak ticaretin uygulayıcıları olarak ortaya çıkmışlardır. Hatta bu zaman dilimi içerisinde İstanbul, alış ve verişin genel olarak yapıldığı, gelen giden malların ambarlarının bulunduğu ve aktivitelerin arttığı bir yer haline gelmiş, Halep ve İzmir’de de Ermeniler bulunmakla birlikte, Ermeni nüfusunun çoğunluğunun yüzyıllar boyunca yaşadığı şekliyle çiftçiler olarak Anadolu’da bulunmuşlardı. Ermenilerin genel canlanma hareketlerini meydana getiren figür insan ilk eğitimini bu bölgede bulunan okullarda almıştır. Sivas’lı Mekhitar (1676-1749) Ermeni Katolik dinî tarikatını kurmuş, bu, kültürel canlanma ve insanlarının batılılaşmasına gidecek yolların kurulmasına yardımcı olmuştur. Mekhitaristçi papazlar Ermenice öğrenmişler, Ermeni edebiyatını geliştirmişler, batılı fikir ve düşünceleri tercümelerle yaymış, halk için ve akademik statüde dergiler çıkarmış, okullar arasında bağlar tesis etmiş ve modern Ermeni tarihçiliğinin temellerini atmışlardır. Bütün bu aktiviteler, mevcut düzen içindeki Ermeni kilisesine düşmanlıkları sebebiyle sürülmüş olan ve Osmanlı Devleti sınırları dışındaki manastırlarda bulunan papazlarca yönetilmekteydi. On yedinci ve on sekizinci yüzyılları içinde Ermeni cemaatinin geleneksel liderliğine karşı iki meydan okuma meydana gelmiştir. Bunlardan ilki sonradan zengin olan türediler, bankerler, para basıcılar ve tüccarlar genel olarak Amiras’lar olarak adlandırılmışlardır. İkinci meydan okuyanlar ise, Katolikleri de içine alan kültürel canlanmayı ortaya çıkaran Mekhitaristçilerdir. Amiraslar, Ermeni toplumu içerisinde prestij ve güç elde etmişlerdir. Başkentte ve eyaletlerde, hizmetçiler ve Osmanlı memurlarına danışmanlık yapanlar, Ermeniler’i kilise liderlerinin yapabileceklerinden daha iyi bir şekilde temsil etmekteydiler (bk cilt 1, bölüm 9, Hagop Barsoumian). On sekizinci yüzyılda Ermeni hiyararşisi amiraslar cemiyetinin kendileriyle hakimiyeti paylaşmalarını mümkün olduğunca bertaraf etmeye çalışmıştır. Doğrusu İstanbul patrikleri, kendi nüfuzlarını başkentin Amiras’ları üzerinde kullanarak konumlarını diğer hiyerarşiler üzerine genişletmek için kullanmışlardır. Katoliklerin karşı koymaları basit olarak karşılanmadı. Netice olarak 1830’da, kendilerini Osmanlı Devleti içindeki Katolikler’in koruyucuları olarak değerlendiren Fransızlar tarafından desteklenen Ermeni Katolikleri, kendilerini Osmanlı hükümetine bir toplum, millet (dinî cemaat) olarak tanıttırmışlardır. Böylece Ermenilerin Katolik meseleleri, en azından yüzeysel olarak çözümlendiği gibi görünmektedir. Ancak on dokuzuncu yüzyıl boyunca sayısız miktarda iç anlaşmazlıklar Ermeni cemaatini rahatsız etmeye devam etmiştir. Pek çok dönemde olduğu gibi Ermeni ihtirasları, Osmanlı hükümeti’nde bulunan cemaatin dışından ziyade kendi içinde gerçekleşmiştir. Avrupa ihtilallerinin politik başarıları ve aydınlanma çağının getirdiği fikirlerden etkilenen bazı Ermeni düşünürler, on dokuzuncu yüzyıl ortalarında Amiraslar ile dinî liderlerin oluşturduğu koalisyon yöneticilerinin otoritelerini sınırlandırmaya yönelik yeni fikirler yaymışlardır. Mevcut kurulu liderlik kendisine İncil’in ilahî doğrularına müracaat ederek yardım talep etmektedir ki, kendileri Ermeni ve Osmanlı otoritelerine bağlılığın istenmesini talep etmekteydiler. Anayasal tahditler üzerinde tartışmalar yapan güçler kendilerinin hürriyetçi fikirlerini büyük topluluklara eğitimle ulaştırmayı aramışlardır. Bunların hedef kitlesi, refah seviyeleri uzunca süredir ihmal edilmiş olan veya en azından kendilerinin bu şekilde olduklarını hesaba kattıkları Anadolu’daki Ermeni çiftçileri idi. Ermeni kurumlarının liderlerinin anlaşmazlıklarının ortasında, modus vivendi Osmanlı otoriteleriyle kaynaşmış ve yayılmış olan kurumlar, kendilerine hiç de beklemedikleri bir yerden karşı koymayla karşılaşmışlardır ki, kendilerinin de itaat etmeye sevkettikleri bu güç, Osmanlı Devleti’nin kendisiydi. 1856 Islahat fermanı. Ermeni cemaati üzerinde öyle bir etki yapmıştır ki başka bir unsur bu kadar etki yapamamıştır. Dinî konuların aleyhine kontrol konulmuş, cemaat içerisindeki dinî liderlerin seçilmesinde büyük oranda halkın söz sahibi olması, hiyerarşik düzenin tabiî yapısında, anayasanın kendisinin yeni bir fikir olması, - Ermeniler arasında büyük ayrılıklara neden olan konular olup - şimdi doğrudan doğruya Osmanlılar tarafından ortaya konmaktaydı. Yunanlar ve Yahudiler arasında bu konular daha önceden tartışma konusu olmadığından, şu anda Osmanlılar tarafından desteklenen değişimler (reformlar), sonunda bu cemaatler tarafından kabul edilmiş olan yenilikler Ermenileri etkilediği kadar bunları etkilememiştir. Bununla birlikte, Ermeni cemaati içerisinde reform konuları Osmanlı hükümetleriyle birlikte çözülmeliydi. En azından görünüşte, yeni düşünürlerin tarafında olan, hürriyetçi anayasalcılar ve geleneksel liderliğe karşı koyanların ileri sürdükleri düzenlemeler gibiydi. Bu yeni ortaya çıkan reform koalisyonu uzun sürmemiş ancak uygulandığı kısa süre içerisinde Osmanlı toplumunun devamlılığını sağlayan sosyal kontrol ve geleneksel politik metodların devamlılığını rahatsız etmiştir. Osmanlı hükümetinin karışmasıyla cemaat içerisinde politik çatışmalar daha tehlikeli bir hal almıştır. Devam eden pek çok yıllar içerisinde Osmanlı yönetiminde kullanılmış olan Ermeniler’in temsilcileri ve organizasyonlarını tespit eden anayasal bir düzen ortaya çıkarılmış ve uygulamaya geçirilmiştir
Benjamin Braude ve Bernard Lewis
Çevirenler: Halil Erdemir** Hatice Erdemir***
AKADEMİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ