Arama


asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
6 Temmuz 2009       Mesaj #4
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Aynı döküman, günümüz Lübnan ve Suriye Ermenileri’nin yönetimini temin etmekte kullanılmaktadır. Anayasal düzenin konulduğu ilk zamanlardaki Ermeniler’in Osmanlı Devleti içerisinde durumlarının iyiye doğru gelişme gösterdiğini düşündüren pek çok sebep mevcuttu. Osmanlı reform fetvalarının yerine getirilmesi, hükümet hizmetinde yeni iş imkânlarını mümkün kıldı. Avrupalı firmaların ekonomiye girmeleriyle bir takım özellikleri olan insanlar için yeni iş imkanı açılmaktaydı. Çoklarının sahip oldukları özelliklerinden dolayı çeşitli iş imkanları tiyatro, müzik ve sanat gibi konular kendilerini başkente doğru çekdi (bk. cilt 1, bölüm 15 Roderic Davison). Ermeni millî anayasası olarak adlandırılan Devlet içerisindeki bütün Ermeniler’e büyük bir umut ve imkânlar getirmekteydi. Gerçekten kayda değer bir belgeydi: Bütün cemaatin mensuplarının yüksek derecede bir otonomi için kendi ilişkilerini ve müesseselerini oluşturma haklarını tanımaktaydı. Karşılaştırma bakımından komşu Rusya İmparatorluğu’ndaki Ermeni cemaatinin durumu daha fena idi. Çar, bütün Piskoposları tarafından aday göstermekte ve Ermeni meclisinin kendisine sunduğu listeden kilisenin başına geçecek olanı seçme hakkını kullanmaktaydı. Buna ilave olarak, Rus hükümeti Eçmiyazin Katoliklerini yönlendirmek ve yardımcı olmak amacıyla vekil tayin etmiştir. Daha sonraları Rus hükümeti daha sert uygulamalar yapmıştır. Bütün Ermeni okulları, Rusça’yı kendilerinin eğitim dili olarak kabul etmek zorunda bırakılmış ve Ermeni kilisesinin bütün mallarına zor kullanılarak el konulmuştur. Buna rağmen Rusya, Osmanlı Ermeniler’inin koruyuculuğuna soyunmuştur. Rusya on dokuzuncu yüzyılın başlarında Kafkaslar’ı ele geçirdiğinde, Osmanlı sınırlarına komşu olan Ermeni yöneticileri, Ermeni askerleri olan bir Ermeni eyaleti oluşturarak, batının milliyetçilik akımlarını özümlemiş olanları ayaklanmaya teşvik etmiş ve bunlarla birlikte bağımsızlığı temin etmek ümidine kapılmışlardır. Millî bağımsızlık hareketi için Osmanlılar ne politika uygularlarsa uygulasınlar büyük ihtimalle onların daha da güçlenmesine neden olmuştur. Osmanlılar, hükümetle karşılıklı ilişki içinde olan ve yardımlaşan unsurları, İstanbul’daki geleneksel liderlik otoritesini istemiyerek zayıflatmışlardır. Bunun yerine, Osmanlılara muhalif olan, Avrupa tarzı seslerini yükselten Ermeniler ve doğu eyaletleri Ermeniler’inin seslerine karşı, kötü yönetim ve kanunsuzlukların verdiği ortamı değerlendiren Türk ve Kürtlerin yağmaları buralardaki Ermeni cemaati üzerinde artan bir vaziyette yoğunlaşmıştır. Ermeniler için en acıklı ve millî bağımsızlık umutlarına en şiddetli tehlikeli unsur, ortaya çıkmakta olan Türk Milliyetçiliği olmuştur. Osmanlı Türkleri, Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan, Arnavutluk ve hatta Arap topraklarını kaybedebilirler ve buna rağmen hâlâ millî devlet kurabilecekleri topraklara sahip olabilirlerdi. Ermeniler, diğer bütün Hıristiyan olan insanlardan daha fazla bir derecede Müslüman nüfusla kaynaşmış bir toplumdu. Bunların talihsizliği, geçmiş yüzyıllarda Kürt, Türk ve diğer müslümanlarla birlikte aynı köyleri ve yerleşim birimlerini paylaşarak beraber iyi bir şekilde geçinip gitmeleriydi. Parçalanma ve ayrı bir oluşum için uğraşmayan yoğun azınlık olamayarak, kendilerinin komşuları olan Müslümanlarla doğu ve güneydoğu Anadolu’nun pek çok yerinde beraberce yaşamışlardı. Türkler için Ermeniler’in yaşadıkları yerleri kaybetmeleri, Kafkaslar’dan Akdeniz’e kadar uzanan toprak parçası, kurulmaya çalışılan Türkiye’nin gerçekleşememesi demekti. Birinci dünya savaşının başlamasıyla birlikte Türkler’le Ermeniler arasında dehşetli mücadeleler başladı. Bir facia ile sona erdi. 1915’de bazı gözlemcilere göre, bir milyon veya bir buçuk milyon Ermeni helâk olmuştur. Ermeniler’in trajik tarihler olguları bir defa daha tekrar edildi. Osmanlı idaresi altında Yahudi tarihi örneği, Yunanlar ve Ermeniler’inkilerden farklı bir şekilde gerçekleşmiştir. Osmanlı Yahudiler’inin en muhteşem zamanları on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda olup kendilerinin düşüş yüzyılları on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllardır. En önemli tarih, Yahudiler’in İspanya’dan sürüldükleri 1492 yılıdır. İber yarımadasındaki Yahudiler’in içeriye gelmelerinden önce, Osmanlı Yahudileri küçük, fakir, Yunanca ya da Türkçe konuşmaktaydılar. Yahudiler, kendi içlerinde birbirlerinden ayrılmışlar ve bunlardan birincisi, Rabbinitler cemaati, Talmudik Yahudiliğin takipçileri olanlar, ikincisi ise küçük Karaite cemaati, başlangıçları Talmudik Yahudiliğin takipçilerinden olup sekizinci yüzyılda ayrılarak oluşan bir tarikatdı. Osmanlı’nın içerisinde bulunan diğer reayanın tâbî tutulduğu zorunlu göçlere yukarıdaki her iki grupta maruz kalmıştır. Bununla birlikte bazı münferid istisnalar gerçekleşmiştir. Osmanlılar pratik nedenlerden dolayı İber yarımadasının sürgünlerine kapılarını açtıklarında, Osmanlı’nın ilk onlu yıllarına tekabül eden idaresi altında yaşamış bulunan Yahudiler’in büyük çoğunluğu daha sonrakilere göre daha az zengin gibi görünmektedir. Akdeniz bölgesi içerisindeki bütün ülkelerden, yalnızca Osmanlı Devleti yetişmiş özellikli şehir insanına ihtiyaç duyan ve binlerce göçebeyle ilgilenecek yönetim mekanizmasına sahip olan tek ülkeydi. Bu ihtiyaç ve muktedir olabilmenin birlikte var olması Yahudilerin kabul edilmesini mümkün kılmıştır. Göçmenlerin karışık sayıları ve kültürel yapıları kısa sürede yerli Yahudi cemeatini etkisi altına almış, bazı bir kaç istisna haricinde, İberya yarımadasından gelen Yahudilerin içlerinde asimile olmuşlardır. Yunanca ve Türkçe terkedilerek yerine Ladino, Judaeo-İspanyolca’ya adapte edilmiştir. Ayrıca İberya Yahudi tarihini de kendi tarihlerine ilave etmişlerdir. Bütün zımmî cemaatlerin içerisinden yalnızca İberya’lı Yahudiler, fethedilmek suretiyle değil, kendi istekleriyle reayalığı kabul etmiş olan gruptur. Bu karakteristik özellik ve kendilerine ait çeşitli nedenlerden dolayı Avrupa’ya karşı olan sempati eksiklikleri kendilerini Hıristiyan toplumlarından uzakta tutan en belirgin özellikleri olmuş ve kendilerine ait olan (gayr-i müslim) cemaatlerinden bunlara daima şüpheyle bakılmış, bu durum efendilerinin kendilerini kolayca kabul etmelerine neden olmuştur. On altıncı yüzyıl Yahudi kaynakları kötülüklerin ve cezalandırmaların bol olduğu bu zamanda Osmanlı Devleti’ni bir cennet olarak algılamakta ve bu imaj devam eden yüzyıllarda da etkili bir şekilde aynı özelliği devam ettirmektedir. Sürgünü takip eden zaman dilimi içerisinde Osmanlı Yahudiler’inin imajları kendilerinden emin bir toplum halinde olup kültürel ve maddi gelişmeleri, kesinlikle bu inançlarını desteklemiş, ticaret ve endüstride kurumlaşma, entellektüel hayattaki yeşermeler ve büyümeleri neticesinde Osmanlı ticaretinin bel kemiğini oluşturmuşlar, belli bir noktada da bilimde, politikada ve diplomatik ilişkilerde rolleri açık bir şekilde görülmüştür. On altıncı asrın sonlarına ve on yedinci asrın başlarında bu değişim tablosu zenginlik ve nüfuz değişmeye başladı. Osmanlı Devleti’ne Yahudi göçünün kesilmesiyle Avrupa ile bağ azalmış ve dışa göç başlamıştır. Bunun iki sebebi vardır. Kısaca bu göçlerin temel kaynağı, İberyalı Yahudiler, kurudu. Doğuya doğru gitmek isteyenler gitti ve Avrupa’da ve Yeni Dünya’da iskan etmeyi seçenler de yerleşmeye başlamışlardı. İkincisi, Devlet bünyesinde bulunan ekonomik elverişlilikler azaldı. On yedinci asra gelince Selanik’teki yün tekstil endüstrisi, bütün ülke içerisinde en büyük tek Yahudi işçilerinin çalıştığı yer olup, kesinlikle kendisini bir daha yeniden toparlayamadığı bir krizler serisine girmiştir. Bu düşüş, toplumun bağlı olduğu ekonomik temelin düşüşü ve daha çok geniş perspektiften bakılırsa, uluslararası ticaretteki yeni fikir değişikliklerinin, ticaretteki değişim farklılıklarının zamanın ihtiyaçlarına göre yeniden yapılanmasından kaynaklanmaktadır. Osmanlı Yahudilerinin İtalya’daki kendi dindaşlarıyla kurmuş oldukları bağlantılar, bu merkezin gerilemesinden sonra daha az kazanç temin edilen bir yer haline gelmiştir. Osmanlı Yahudileri kendi ticari ağlarını merkezî ve doğu Avrupa’ya kaydırmaları mümkün olmamıştır. O bölgelerde büyük miktarlarda Yahudi toplulukları bulunmakta ve onlar Aşkinazi gruplarıydı. Bu sebeplerden dolayı kendilerinin Sefardi ailesine bağlı olmaları nedeniyle buradakilere bağlı bir ağ kurmaları mümkün görünmemekteydi. Rumların ve Ermenilerin doğu Avrupa ile etnik ve ailevî bağları Yahudiler’in bağlarından çok daha ileri bir düzeydeydi. Bu bize Yahudi gerilemesinin başka bir sebebini yani Hıristiyanların mücadelelerinin artmasını özellikle de Rum ve Ermeniler, daha sonra da Arap Hıristiyanların katıldığını göstermektedir. Hıristiyanlar sayıları itibariyle avantajlı durumda olmaları yanında, -Yahudilerin oldukları sayıdan çok daha fazlaydılar- eğitimde de onlar çocuklarını Hıristiyan okullarına ve sıklıkla Avrupa’ya ve Avrupa üniversitelerine göndermekte, Yahudiler ise, bu arada, batıyla olan ticarî alış verişlerini kaybetmeye başlamış ve bütün kaynaklarını Osmanlı Devleti’yle sınırlandırmışlardır. Hıristiyanlar, kilise hiyerarşisi -Yahudiler’in bulunmamaktaydı- ve Hıristiyan Avrupa gibi iki adet patrona sahiptiler. Böylece durum, Yahudiler’in aleyhine Hıristiyanların lehine olarak gelişmiştir. O zamanlar bu durum, Türkler’den çok Avrupa’nın lehinde hesaplanmıştır. Butün gelişmelere on yedinci asrın başında pek çok verilecek misalden bir tanesi, bir Ermeni’nin Halep gümrük memuru olarak bir Yahudi’nin yerine atanması konusunda Fransız konsolosu bu atamaya destek çıkmıştır. On yedinci asrın sonunda büyük bir kriz Osmanlı Yahudi toplumunu etkilemiştir. Bu, ekonomik esaslardaki değişim anda tekabül eden ve mücadelelerin arttığı bir ortamda kendilerinden emin olmadıkları bir zamanda meydana gelmiştir. Milliyetçilik, devlet içerisinde, diğer topluluklarda etkisini bulduğu şekilde Yahudiler’de taraftar bulamamıştır. Ama mistiklik ve dindarlık (messianizm) Sabbatianların hareketini oluşturmuş, on yedinci asrın sonunda, en azından yayılmış olan ve kendi yoluyla, Osmanlı otoritelerine düşman (zarar verici) olmuştur. Efsanevî araştırmalar ve spekülasyonlar, Yahudiler arasında asırlarca varlığını devam ettirmiştir. Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan Lurianik Kabalatı’nın çalışmalarında mesianik zorunluluk üzerine durulmuştur. Bu doktrin - Safed’den genişleyerek bütün dünya Yahudilerine yayılmıştır. - Sabbati Sevi’nin mesihi iddiaları büyük takipçiler toplamıştır. “Mesih” haberi yayıldığında, Devlet içinde ve dışında bulunan Yahudiler kendilerini Mesih’in gelişine hazırladılar - tövbe ayinleri düzenlediler, özel oruçlarda ve ibadetlerde bulundular, en pratik uygulama olarak eşyalarını sattılar, paketlerini topladılar ve kendilerini Filistin’e göç için hazırladılar. İstanbul’daki Osmanlı yöneticileri, Grit Venedikliler’i seferiyle uğraştıklarından bu hareketi bastırmak için âni bir girişimde bulunmadılar. Sonunda bastırıldılar, en tedirgin eden unsur olarak Sabbatai Sevi tutuklandı ve sonunda kendisi İslâmı kabule “ikna” edildi. Açıkça yapılan tahrik şimdi bütünleyici (destekleyici) oldu. Onun bazı takipçileri görünüşte İslâmı adapte ettiler. Çoğunluk Yahudi olarak kalmasına rağmen, bir çokları da kendisine inanmaya devam ettiler. Sabbatianizmin sosyal etkisi ve sosyal altyapısı, ruhanî yapısının incelendiği kadar araştırılmamıştır. Osmanlı Yahudiler’indeki hahamlara ait liderlik otoritesinin hakimiyet kurma çalışmasındaki hayal kırıklığının, ekonomik canlılık ve kültürel ilerlemede durgunlaşmaya sebep olduğu iddia edilmektedir. Bununla birlikte gerilemenin ilk belirtilerinin kendisini göstermeye başlamasından önce Sabbatilerin hareketlerinin patlak vermesi hâlâ devam etmekte olan süreci hızlandıran ve kötüleşmeyi artıran bir etki yapmıştır. Ermeniler ve Rumların kültürel hayatlarındaki yeniden yapılanma gibi Osmanlı Yahudileri arasında her hangi bir entellektüel canlanma bulunmamaktaydı. Ne İbranice ne de ana dilleriyle (bölgesel dilleriyle) akademik veya Rum Koreas gibi ya da Ermeni Mekhitar’a benzer ne kalite olarak ne de nüfuz olarak ortaya bir çalışma koymamışlardır. En yakın yaklaşma Bosnalı Haham Yehuda Alkalai (1798-1878), 1834 sonrası kitaplar, broşürler serisi çıkarmış ve bunlarda Yahudi kolonilerinin Filistin’de Yahudilerin kendilerini kurtarma programında bir bölüm olarak kendisini gösterdi. Yunan ve Sırp tecrübeleri ve uygulamaları, Osmanlı Yahudileri üzerinde tesir yapmamıştır. Alkalai’nin, Siyonizmin müjdecisi olarak ortaya çıkmasına kadar, tarih içerisinde kazanılmış önemli olaylarıyla ilgili girişimler gerçekleşmemiştir. Yahudiler on dokuzuncu asırda, yenilikçiler ve muhafazakarlar olarak, Hıristiyanlar ve Müslümanlar gibi çatışmalar ve mücadeleler içinde bulundular. Müslümanlar, Yunanlar ve Ermeniler arasında yenilikçiler kazanan taraftı. Yahudiler arasında ise yenilikçiler kaybedenlerdendi. Yahudiler bunun ücretini ödediler. Hıristiyan komşularıyla karşılaştırıldıklarında onların devamlı gerilerinde kaldılar. Sürpriz olmayan bir şekilde Yahudiler, Türkler arasında karşı koyan güçlerle birlikte kendi yerlerini almışlardır. Yahudiler’le önemli bağları bulunan Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da ortadan kaldırılmış olan, eski askeri düzen, Yahudiler için ağır bir darbeydi. Rusya’nın yükselmesi ve gelişen Rus nüfuzu da Osmanlı Devleti’ndeki Yahudiler’e yardımcı olmamıştır. Asrın sonlarında batıyla bağlantılarını sağlayan Selanik ticarî merkezinde bazı gelişmeler olmuşsa da, gelişmiş eğitime rağmen, bu bağların çoğunluğu İsrail kavmine ait üniversitelerle bağlantılar ve beraberlikleri şeklinde gerçekleşmişse de bu girişimler çok geç kalmıştır (bk. cilt 1, bölüm 11, Paul Dumont). Kendilerini Osmanlı Devleti’nin sonunu hazırlayan durumların içinde ve bölgenin tamamını etkileyen toptan değişimin ortasında yakalanmış buldular. Osmanlı Devleti’nde bulunan genel büyük cemaatler üzerindeki araştırmalarda dil, üzerinde fazlaca durulmamış bir konudur. Batıda ulusal kimliğin oluşumunda dilin oynadığı rol dikkate alındığında, Osmanlı’daki önemi üzerinde konuyla bağlantısının hayatiliği üzerinde durulmamıştır. Yunanlar, Ermeniler, Yahudiler, Kıptiler ve Ortodoks olmayan Hıristiyanlar Arap topraklarında her biri kendine özgü dillerini muhafaza etmişlerdir. Bununla birlikte ayinlerde kullanılan dil sokaklarda veya evlerde kullanılan dil demek değildi. Rum Ortodoks kilisesi hiyerarşisi etnikli ve Rumca dil bilimli, kilise cemaati ve bütün devletin içinde konuşulan ve herkesin konuştuğu dilleri bilen yığınlar bulunmaktaydı. Balkanlarda Slavik konuşanlar ve Rumenlerde de, Romence gibi Anadolu’nun güneyine doğru Arapça konuşanlar vardı. Anadolu’da on dokuzuncu yüzyıl gözlemcilerine göre kilise mensuplarının büyük çoğunluğu aralarında günlük anlaşma dili olarak Yunanca bilmemekteydiler. Ana dilleri olarak Türkçe ya da Ermenice kullanılmaktaydı.6 Anadolu’da Rum Ortodoksları içlerinde eğitim almış olanlar Rumca yazabilmekteydiler. Ancak tercümelerinin büyük çoğunluğunu Türkçe veya Ermenice yapmışlardır. On dokuzuncu asrın başlarında Helenistik meylin nüfuzu ile birlikte Rum cemaatinde, çok dilli Ortodoks kitlesinin üzerinde Rumcanın etkili olması için girişimde bulunulmuştur. Helenistik eğitimci Moschopolisli Daniel’i sözlerinde kültürel üstünlük hissini bu girişimiyle canlandırmaktadır: Arnavutlar, Eflaklılar, Bulgarlar, diğer dilleri konuşanlar, Sevinin, Ve kendinîzi Yunan olmaya hazırlayın, Barbar dillerinizi, konuşmanızı ve adedlerinizi terkedin.7 Rumlar kadar çok çeşitli dillere vakıf bir etnik grup yoktu. Ancak Ermeni kilise üyeleri, Gregoryen, Katolik ve daha sonraları Protestanlar sadece Ermenice konuşmaktaydılar, diye bir durum yoktu. Misyonerlerin raporlarına göre, belki de Anadolu Ermenilerinin yarısı Türkçe konuşmaktaydı. Milliyetçilik doktrini bir toplumların arasında yayılmaya başlayınca, diller sıkıntıları meydana getiren bir problem haline geldi. Dil reformu için ağlamalar durumu daha da kötüye götürerek on dokuzuncu asırda Yunanlar ve Ermeniler kültürel hayatlarında baskın hale geldi. Milliyetçi elitler, konuşulan dildeki saflık adına, efsanevî klasik modele karşı iken bir millet olarak ortaya çıkmaya çalışan insanların büyük çoğunluğu farklı bir dil konuşmaktaydı. Yahudiler ve diğer Hıristiyanlar için dillerdeki bu anormalliklar daha az karıştırıcıydı. Osmanlı Yahudiler’i çok farklı diller konuşmaktaydı. Merkezlerde Ladino baskın durumdaydı. Ancak Balkanlar’da Yunanca konuşan küçük gruplar da vardı. Devlet içindeki Kürtler’in bulunduğu bölgelerde Kürtçe konuşan Yahudi cemaatleri bulunmakta, diğerleri eski Arami lehçelerinden birisini konuşmaktaydı. Daha güneye doğru, Halep, Kudüs, Bağdad, Mısır ve Filistin Yahudiler’inin büyük çoğunluğu Arapça konuşmaktaydılar. Milliyetçilik akımı bu cemaatler üzerinde fazlaca etkili olmadığı için, dillerdeki farklılıkların ortaya konulma ihtiyacı da görülmemiştir. Herkes için İbranice öğrenim ve dinî ayin dili olarak varlığını korumuştur. Ve bazen de edebiyatta da kullanılmıştır. İbrani alfebesi Yahudiler tarafından konuştukları dilleri genel olarak yazmak için kullanılmıştır. Osmanlı Suriye ve Mısır’ında Hıristiyanlar Arapça konuşup Kıptice ve Suriceyî ise yalnızca dua dili olarak devam ettirmişlerdir. Bu topraklar üzerinde diğer bölgelerdekilerle karşılaştırıldığında dil bakımından yüksek bir derecede birliktelik mevcuttur. Asırlarca devam eden İslâmî idare, Arapçayı önceden buralarda bulunan diğer diller üzerine muzaffer kılmıştır. Bu grupların dili, milliyetçilik anlayışının kültürel belirleyicisi olmasına rağmen burada bu fikrin oluşmasına yeterli bir sebeb olmamıştır. Eğer burada dile özel bir mahiyet verilecek olursa, bu sadece yazının biçiminde olup anlamında bulunmamalıdır. Böylece Rum Ortodokslar, Yahudiler, Ermeniler ve bir çok Suriyeli Hıristiyanlar çok değişik dillerde, farklı dil şekilleriyle yazmışlardır. Konuşulan dil insanlar arasındaki ilişkilerde kullanılan dil olup kendilerini diğerlerinden farklı kılmak amacıyla kullanılan dil anlamında değildi. Dil, on dokuzuncu asırda ikinci rolü almaya başlamıştı. Ancak bu, Avrupa’da elde ettiği değer kadar, Osmanlı Devlet’i içerisinde aynı derecede bir önem kazanamamıştır. Din, kimliğin belirlenmesinde dilden daha önemli bir unsurdu. Gördüğümüz gibi on yedinci, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılları boyunca Osmanlı Devleti devamlı artan bir Hıristiyan nüfusun rahat durmamasıyla karşılaşmıştır. Devlet, dış ilişkilerinde bu içerideki huzursuz ortamı kendi lehine kullanmak isteyen hevesli güçlerle karşı karşıya gelmiştir. Avrupa düşüncesinin yıkıcı unsurları, aydınlanma, serbest fikirlilik ve milliyetçilik Osmanlı toplumunun azametini çeşitli şekillerde azaltmıştır. Avrupa’nın güçlü vasıtalarının sermayesi ve endüstrisi Osmanlı ekonomisini mahvetti. Burada görülen çıkışların her biri kendisinin karşıtıyla karşılaşmıştır. Bütün bu güçler birleşince hiç bir şey karşı koyamamıştır. İçinden ve dışından gelen bütün bu mücadelelerle karşılaşınca, devlet büyük bir sabır, maharet ve esneklik göstermiş, fakat bu durum, devleti onlarca yıla tekabül eden bu karanlık döneminde sendeletmiştir. Avrupa’nın, Devlet içerisinde nüfuzunu gerçekleştirmesine ilk vasıta olarak kullandığı unsur, dinî misyonerliktir. On yedinci yüzyılın başlarında buna benzer ilk patlama meydana geldi. Avrupalı Katolikler ve Protestanlar, Osmanlı ülkesinde yenilikçi ve karşı yenilikçilerin mücadelelerinin gerçekleştiği yer haline geldi. İstanbul, iki ayrı tarafın savaştığı tarafsız bir Ortodoks ruh için merkez haline gelmiştir. Hatta bazen savaşçılar, idare eden patrikliğin bir doktrinden diğer bir doktrine geçmesi gibi kısa süreli başarılar kazanmışlardır, Rum Ortodokslar bunlardan hiç birine katılmamıştır. Batı Hıristiyanlığı Ermenilerle ve daha sonra da Suriye ve Mısır’daki Hıristiyanlarla bir çok başarılar sağlamıştır. Misyonerlik çalışmaları, Osmanlı topraklarında entellektüel köprübaşı oluşturmuşdur. Okullar ve yazılı basın, misyonerler tarafından batılı düşüncelerin yayılmasına yardımcı unsurlar olmuştur. Osmanlılar’ın bütün bu karşı koymalara göğüs gerilenlerin en başında bulunanı ve tehlikeli olanı, yabancı koruyuculuğu meselesi olmuştur. Bu korumanın kaynağı Osmanlı Hıristiyanları ve Yahudiler ile sınırlandırılmış, bölgesel olarak oluşturulan, yabancılara hizmet için konsolos yardımcısı, tercümanlar, ticari temsilcilik ve çok sayıda hizmetçi işçileri şeklinde gerçekleşmiştir. Bu şekilde yetkili kılınan kişilere verilen belgeye, Berat denilmektedir. Bunların içerikleri diplomatik dokunulmazlık gibi, bazıları Osmanlı ceza kanunlarından muaf tutulmakla birlikte gümrük vergisi indirimleri ve ticari ayrıcalıklarla ilgili olabilmiştir (bk. cilt1, bölüm 13, Charles Issawi). İslâmî hukuk açısından bu belge sahibini, zımmî statüsünden ülke içinde yerleşmiş ve oturmakta olan bir yabancı statüsüne yakın bir duruma sokmuştur. Zımmî statüsü, İslâmın ilahî kanunlarına ve hükümetin uygulamasına tâbi tutulmak zorunluluğu getirir, ama “yabancılar statüsü”, Osmanlı idaresi altında geliştirildiği gibi, milletlerarası antlaşmalara ve anlayışların getirdiği durumlara da tâbilik getirmektedir. Netice itibariyle, ortaya çıkarılan bu statünün oluşumunda, bir devletin başka bir devletle olan ilişkilerindeki güç dengelerine, askerî güvenlik mülâhazalarına, diplomatik bağlılıklara, ekonomik avantajların pratik olarak uygulamaları etkili olmuş ve farklılıklar arzetmiştir. Osmanlı Devleti güçlü olduğu zamanlarda karşısındaki güçlere, bu esneklik bir mesele oluşturmamış, ama devlet güçsüzleşmeye başlayınca Avrupalıların koruyuculukları artarak kendileri için çekici bir mahiyet almıştır. Osmanlı’da bulunan Hıristiyan ve Yahudiler her hangi bir garanti talebinde bulunmamalarına rağmen, bunları elde etmeye başlamış ve bu yönde oldukça canlı bir kullanım ticareti gelişmiştir. Osmanlı hükümeti, bu kötü kullanımlarla karşılaştıktan sonra, önceleri yabancı diplomatik acenteler vasıtasıyla da dağıtılmakta olan ayrıcalık getiren belgeleri şimdi doğrudan kendisi tebâsına önce gayr-i müslimlere ve sonunda da Müslümanlara tevdi etmeye başlamıştır. Bu belgelerin, artarak devam eden dağıtılması, bu belgelere sahip olanların yarışabilmelerini meydana getirmiş ve yabancı hükümetlerin dağıtımları neticesinde meydana gelen yıkıcı etki Osmanlı’nın kendisinin doğrudan satışıyla üzerindeki baskısı azaltmıştır. Berat’ın öneminin düşmeye başlamasıyla yeni bir zorlama meydana geldi. Güçler, bütün toplumun koruyuculuğunu almak konusunda artarak devam eden bir baskı uyguladılar. Ruslar, Rumlar’a sahip çıktılar; Fransızlar Katolikleri kabul etmekteydiler. İngiltere ve Prusya az sayıdaki Protestanlar’ın koruyuculuğu için mücadele etmişlerdir ve bazen sayıca önemli olan Yahudiler’i de ilave etmişlerdir. En sonunda bu koruma çabaları, çok sayıda Hıristiyan ve bazı Yahudiler’in vatandaşlık bağışları elde etmelerine kadar gitmiştir (bk. cilt 1, bölüm 14, A. Üner Turgay). On dokuzuncu asrın başlarında, Rusya koruması altında bulundurduğu toplulukların listesine Ermeniler’i de ilave etmiştir. Büyüyen Rus nüfuzu korkusu ile, Osmanlılar Eçmiyazin’e verilmekte olan teklifleri durdurdular. Ermeni Katolikleri Ruslar’ın ellerinde bulunuyordu. Rus elçiliğinin baş tercümanı, ileri gelen resmî bir Osmanlı yetkilisine “Türkler’in, Katolikleştirmenin önemini anlayamadıklarını ileri sürmüştür. Kendi inancına ve kilisesine bağlı olan millet, devletine de bağlı olabilir ve Ermeniler’in Eçmiyazinle olan bağlantılarını güçlendirmeleri Osmanlı Devleti’ne olan bağlılıklarını artırır” demiştir. Buna Osmanlının cevabı: “Evet, evet, şimdi meselenin önemini anlıyorum. Ama bizim iyi olmamız tamamen size bağlı ki, bu noktada biz tabiî olarak sizleri takip ediyoruz”. Osmanlı efendisi daha sonra, Kazan ve Astrahan Rus eyaletlerinde bulunan Müslümanların durumlarından bahisle konuşmaya devam ederek, bu insanların, şayet İstanbul’da bulunan İslâm halifesiyle bağlantıya geçmelerine imkan tanınırsa, dinî yaşayışlarında iyileşme ve bundan yararlanmaları, böylece kendilerini dinî liderleri ve merkezleriyle bağlı olduklarından memnun olacaklarını gösterebileceklerini belirtmiştir: “Eğer biz nasıl buradaki müslümanların dinî bağlantılarının neticesi olarak, gelişen güç ve bağlılığın artması ve bunun da nasıl o insanların Rus Devleti’ne bağlılıklarını arttırdığını görürsek, tabii ki biz de Ermenilerin Eçmiyazin’le olan bağlarını güçlendirmek için gerekli adımları atacağız.”8 Avrupalılar bütün toplumlar için koruyuculuğu ileri sürdüklerinde Osmanlılar da aynı şekilde Hıristiyan kontrolünde bulunan Müslümanlar için benzer isteklerde bulunmuştur. Bu politik amaç için Pan-İslâmizm, halifelik idaresi altında geliştirildi. Bu müessese uzunca bir süredir işlevini kaybetmişti ancak, şimdi bu amaç için canlandırıldı. 1774’deki Küçük Kaynarca antlaşması, Ruslarca gayet mahirâne bir şekilde kendileri lehine yorumlanarak, Çar’ın müdahale hakkına sahip olduğunu gösteren bazı uydurma ilaveler yapıp bunları hukukî gibi göstermeye çalışmışlardır. Kırım Tatarları’nın Osmanlı Sultan’ı ile aralarında tesis etmiş oldukları bağdan vazgeçmeleri için Ruslar tarafından zorlanması, Hilafet’in buraya müdahale edebilmesi için önemli bir sebep teşkil etmiştir. Halifelik, aynı zamanda Müslüman halkın çoğunlukta olduğu yerlere müdahale eden güçleri, mesela Orta Asya’dan Ruslar’ı, Cezayir’den Fransızlar’ı ve Hindistan’dan İngilizler’i çıkartmak veya bunların güçlerini bertaraf etmek için iyi bir vasıtaydı. Osmanlı halifesinin Müslüman ülkeleri koruma yönündeki girişimleri, Avrupa ülkelerine bir göz dağı vermişse de Avrupa’nın kurnazlıkla yapmış olduğu müdahaleleri durduracak kadar etkili olamamıştı. Avrupa, bunu imparatorluk içerisindeki reformlara sahip çıkarak ve tebaanın eşit duruma getirilmesi talebinde bulunarak etkili bir şekilde uyguladı. Daha köklü bir müdahalenin tesisi için hükümet, 1856’da batıda da Hatt-ı Hümayun olarak bilinen ve Müslüman ve gayr-i müslimleri eşit kabul eden bir kararname yayınladı. Bu düzenin kurulması sırasında, Osmanlı’nın genel görünüşünü değerlendiren yüksek bir devlet görevlisi olan Cevdet Paşa, Müslüman ve gayr-i müslimlerin bu olaya karşı tavırlarını şöyle ifade etmektedir: Bu fermana göre, Müslüman ve gayr-i müslim tebaâ eşit haklara sahip kabul edilmiştir. Bu, Müslümanlar üzerinde oldukça ters bir etkiye sebep olmuştur. Hükümetin güç ve otoritesini bozmayacağı düşünülen dört önemli nokta üzerinde düzenleme yapılarak anlaşmaya varılmış ve Hıristiyanlara belli şartlarda belirli ayrıcalıklar tanınmıştı. Fakat (belirli) ayrıcalıkların tanınması meselesi artık önemini kaybetmişti. Hükümetin genelinde gayr-i müslimler Müslümanlara eşit haklara sahip olma durumlarının hemen yürürlüge girmesini istiyorlardı. Pek çok müslüman ise içten içe “bugün ecdadımızın ve onların ecdadlarının kanlarıyla kazanmış oldukları, bizim için mukaddes olan milli haklarımızı kaybettik. Bir zamanlar İslâmî millet, idare eden bir milletken bu kutsal hakkı kaybetti. Bugün İslâm ümmetinin ağlayıp yas tutacağı bir gündür” diyordu. Gayr-i müslimler için ise, reaya statüsünden çıkarak idare eden millet ile eşit olduklarından en mutlu gündür. Fakat patrik ve diğer dinî liderlerin atamaları fermanla yapıldığından bunlar bu durumdan hiç de memnun olmadılar. Bir diğer nokta ise, daha önceleri Osmanlı döneminde topluluklar çeşitli şekillerde sınıflandırılırken mesala öncelikle Müslümanlar, Yunanlar, Ermeniler ve daha sonra Yahudiler gibi, gruplar artık aynı seviyede görülmeye başlandı. Bazı Yunanlar “Hükümet bizi Yahudiler’le aynı potaya koydu. Oysa biz İslâm hakimiyetinden memunuz” gibi ifadelerle bu duruma karşı çıktılar. Bütün bunların sonucunda Ferman dinleyicilere okunurken nasıl hava kasvetli ve sıkıcı bir hâl almışsa, orada bulunanların çehreleri de acayip bir hâl almıştı. Sadece Frenkleşmiş giysiler içerisindeki beylerin yüzünde mutluluk görünüyordu. Bunlardan toplumda itibar olunmayan ve kötü olarak tanınan tiplerden bazılarının “eğer gayr-i müslimler Müslümanlar arasında yayılmaya başlarlarsa, komşuluk karışır, mülklerimizin değerleri artar ve medenî değerler gelişir.” dedikleri duyuluyordu. Bu noktada onlar şüphesiz, bu durumdan duydukları memnuniyeti ifade ediyorlardı.9 Cevdet, bir dizi reformların gerçekleştirilmesi konusunda oldukça endişeliydi (bk. cilt 1, bölüm 16, Carter Findley). İlerleme ve resmî platformdaki gelişmeler Osmanlılık kavramını ön plana çıkarırken hükümet Sultan’a karşı bağlılığı ve vatanperverlik anlayışını sağlamaya çalışıyordu (bk. cilt 1, bölüm 18, Enver Ziya Karal). Ne yazık ki bu lâik ve eşitlikçi (sosyal anlamda değil dinî) sistemin dinî ve millî değerleri merkeziyetçilikten uzaklaştırılmasına çok az bir destek gelmişti. Yeni milliyetçilik akımlarıyla ilgili heyacanlı temsilcilerin davranışları, dinî topluluklardaki hiyerarşik düzenlerin ve Müslümanların ayrıcalıklarını savunanların hareketlerinde kökleşmelerine neden olmuştur. (bk. bu son nokta için cilt 2 bölüm 4, Ma’oz ve bölüm 5 Samir Khalaf). Osmanlıcılık, daha önceden Fransa ve İngiltere’de farklı etnik grupları birbirine bağlayan vatanseverliğe dayalı bir bağ meydana getirmişti, fakat imparatorluk içerisinde bunun için siyasî bir gelenek oluşmamış ve on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan bütünleştirmeye yönelik akımlar farklı beklentiler üzerine kurularak farklı tarihi durumlar meydana getirmişti. Bu toplumsal potansiyel, daha önceden var olan duyguların üzerinde oluşmuş olan Risogimento ve Alman uyanışının etkisiyle ön plana çıktı. Bu yeni tip milliyetçilik, imparatorluk içerisinde kabul görmeye başladığında toplumu birleştirmekten ziyade parçalanmasına neden oldu. 1862’de artık dışişleri bakanı olan Âli Paşa, Paris’teki büyükelçisine gönderdiği notta müthiş bir kehanette bulunuyordu: “Tek bir ırkın aynı dili konuştuğu ve aynı dine inandığı bir topluluktan oluşan İtalya bile halkını birbirine bağlamak için pek çok sıkıntılar çekmiştir. Düşün Türkiye’de yenilikçilerin ve onlarla birlikte belirli hükümetlerin geliştirmeye çalıştıkları, Türkiye’yi çeşitli millî duyguların ön plana çıkabildiği bir faaliyet alanı haline getirilirse ne olur? Böyle bir ortamda olayların durgun bir hâl alabilmesi için bir yüzyıl daha geçmesi gerekir ve bu ortamda insanlar sel gibi kan akıtır.” 10 On yıl sonra İtalya ve Almanya’nın birleşmesinden etkilenen ve kendisinde daha önceden de var olan duygulardan kaynağını alan yeni bir akım ortaya çıkardı. O zamana kadar Avrupa’nın gözüne girmek için pan-İslâmizmi savunarak bunun yayılmasına önem verilmişti. Fakat Sultan’ın adamları, artık bunun düzenlenmesi ve canlandırılması gerektiğini bütün İslâm dünyasına duyurdular. Osmanlıcılık fikri sürekli bir Osmanlı birliğinin tesisi için, tek sebep olarak kabul edilemese bile bunun için temel teşkil etmiş olabilir, fakat, pan-İslâmizm sadece toplumdaki gerginliği arttırmakla kalmamış, Müslümanlar ve gayr-i müslimler arasında ayrıma yol açtığından siyasi anlamda bir başarı sağlayamamıştı. Pan-İslâmizm taraftarlarının sayısı artıp Osmanlı, Hırıstiyan düşmanları tarafından yoğun bir şekilde tehdit edilmeye başladığında, devlet içerisindeki Hırıstiyanların durumu kötüleşmeye başladı. Ortaya çıkan problemlerin sebebi, yoksulluğun verdiği sıkıntı ve zulüm değil, daha çok ekonomik güç ile siyasî güç arasındaki çelişkinin anlaşılmasıydı. İngiliz seyyah Adolphus Slade’in bir dizi gözlemlerinin sonucu olarak Yunanlar hakkındaki yapmış olduğu değerlendirmeler diğerleri için de geçerlidir: “Türk, Yunanı özgür bir insan olarak kabul edip zenginleşmesine müsaade etmekle birlikte onu daha aşağı görmekle ezikliğine ve üzüntüsüne sebep olarak hata yaptı... Reaya arasında Osmanlı’ya karşı böyle umumî bir duygunun oluştuğunu tesbit ederek, bu duygunun sadece kişinin fiziksel durumunu etkileyen bir baskının sonucu değil, daha çok insanı aşağılama yoluyla derin yaralar açmakla oluşan genel bir anlayıştan oluştuğu anlaşılır. Türk, palyaço eğitimli bir Yunan’ı aşağılayabilir, yaramaz bir Türk çocuğu bir Yunan rahibi taşlayabilir, bir Türk, “dansçı kız” bir Yunan hanımla alay edebilirdi. Müdahale doğrudan doğruya ve gerçekten yapılmadığı halde, ne kadar az olursa olsun o derece derin bir etki yapmakta ve buna maruz kalmak insanı incitmekteydi. Gece, sert tavırlı bir Paşa, bir Yunan beyefendinîn evinin yanından geçerken ışıklarının söndürülmesini ve müziğin susturulmasını emredebilir, veya polis sabah eğlence sahibini çağırarak, eğlence gösterileriyle mahallenin sükünunu bozduğu için onu sorgulayabilirdi. İşte bunlar Türk baskısının en incitici taraflarıydı.” 11 Slade’in Osmanlı hakkında çizmiş olduğu tablo herkes tarafından bilinen bir durumdur. Hasis aristokrat kendisinde doğuştan var olan üstünlükten memnundu. Çevresinde meydana gelen kötü değişiklikleri önemsemezdi. Aşağı tabakadakiler nesillerce büyük çiftlik sahiplerinin gücünün azalmaması için onların kontrolü altında çok acılar çektiler. Osmanlı uzun bir süre, kendi sınırları içerisinde oluşmaya başlayan sosyal, ekonomik ve ideolojik gelişmeleri gözardı ettiler veya öyle görünmeye çalıştılar. Tarihte, Osmanlı en büyük tehlikenin askerî olduğunu ve devletin dışından geleceğini düşünmüştür. Ortaçağ İslâm geleneğine uygun olarak ehl-i zimmîler önemsiz ve ikinci derecede insanlar olarak fazlaca dikkate alınmamışlardır. Bu durum, Slade’in yazdıklarından kısa bir süre önce değişti. Anlayışlardaki bu değişimin bedelini tamamıyla Hıristiyanlar kendileri ödediler. Mütevazi tebaanın tavır alması devlet içerisindeki gidişata göz yumularak kayıtsız kalınması, yani kendisini idare eden millet olarak görenlerin savaşa sebep olabilecekleri on sekizinci yüzyıl ve on dokuzuncu yüzyıllar boyunca Müslümanların gözünde Hıristiyanların durumları değişmeye başladı. Başlangıçta Osmanlı, zımmîlerin statülerini ve görevlerini İslâmî geleneklere göre düzenlemiş ve onlar, İslâmiyet tarafından korunmuşlardı. Hıristiyanlar, düşmana karşı çok fazla mağrur veya dostane olurlarsa ortadan kaldırılabilirlerdi. Fakat Avrupa’nın gücü arttıkça Hıristiyan ve Yahudi fertlerin statüleri yerli halka benzemeye ve statüleri, görevleri ve ayrıcalıkları geleneğe göre değil dış güçlere göre düzenlenmeye başlandı. Sonunda bütün toplum, korunan gözetilen toplum haline geldi. Artık, İslâmiyet tarafından korunan halk, Rusya, İngiltere ve Fransa’nın koruduğu insanlar haline gelmişti. İlahî kanunlara göre zımmî olanlar, korunma akdinî bozmaya çalışıyordu. Zımmîler, Dâr’ül-İslâm (Müslüman dünyası) içerisinde olmaktansa Osmanlı içerisinde yaşayan ve Dâr’ül-harbe (“savaş bölgesi”) bağlı yabancılar statüsüne geçebilmek için çalıştılar. Fakat, eğer bunlar, Müslüman olmayanların bulundukları topraklarda yaşayan teba, yani Dâr’ül-harb’de bulunanlar durumunu tercih ederlerse hukukçulara göre buraların fethi meşru olacak ve bu durumda zımmîler artık değil korunması gereken grup statüsünde bulunmak ikinci derecede vatandaş durumunda bile olamayacaklardı. Yenilik ve Osmanlıcılık bu sıkıntının giderilmesi için çare olarak görülmüştü. Fakat bütün çabalar boşa gitti. Bir kimse nasıl hem idareci milletin vatandaşı olmayacak dış güçlerin himayesinde bulunabilecek hem aynı zamanda eşitlikçi devletin tebası olabilirdi. Bu durum ne fiziğe ne de politikaya uygun düşer, en azından uzun süre devam etmesi mümkün değildir. Bundan başka meseleler de vardı. On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda Müslüman köylüsü savaşlar ve ağır mecburî hizmetlerle zayıflayarak fakirleşti ve Hıristiyan komşusunu bu görevlerden muaf olduğundan sayı ve mülk bakımından gelişmiş olarak görmeye başladı. Aynı dönemde ekonomiye olan ilgileri dolayısıyla Müslüman orta sınıfın güçlenmeye başlaması, onları Yunan, Ermeni ve daha az seviyede Yahudiler’le karşı karşıya getirdi. Bu durum azınlıkların elde etmiş oldukları nüfuzu ortadan kaldırarak onun yerini doldurmak için açık bir mücadelenin ortaya çıkmasına neden oldu (bk. cilt 1, bölüm 19, Feroz Ahmad ve bölüm 13 Charles Issawi). Pan-İslâmizm o dönemde yayılmaya başlamış olan Pan-Hıristiyanizm anlayışına karşı Osmanlı tarafından çıkarılmış bir akımdı. Dinî siyaset duyguları siyasi ve dinî politika haline dönüştürülmeye çalışıldı. Dolayısıyla bu durum, Osmanlı Sultan ve halifesinin önderliğinde bir İslâmî birliğin sağlanabilmesi için gerekli olan kutsal savaşın habercisiydi. Böyle bir savaş durumunda zımmilerin durumu oldukça kritik olacaktı. Fakat savaşan milletten yardım isteyenlerin yeri tabii ki mezar olacaktı. İşte Hıristiyanlar sonunda Osmanlıların kendilerini tanımaları için bunun bedelini bir şekilde ödediler. Osmanlılar bunu sağlayabilmek için uzun zaman uğraştılar. Hatta on dokuzuncu yüzyılın son on yılında bile, Türk-Yunan savaşının ortasında, Osmanlı idarecileri, Yunan hakimiyeti için beklenti içinde olan, Yunan tebayı oldukça rahat bıraktı. Müslüman halk, gayr-i müslimlere karşı son derece düşmanca hisler beslemeye başladı. Pek çok ayaklanmalar ve katliamlar yapıldı. 1908’deki Genç Türklerin anayasal düzene geçmeyi ve Osmanlılığı vaadeden yenilikçi fikirleri başarısız oldu. Birinci dünya savaşının acı ve sıkıntısı ve bunu takip eden olaylar Osmanlı tipi çoğulcu toplum yapısının oluşmasında Osmanlı’nın vazgeçilmez kaderini tayin etti.

Benjamin Braude ve Bernard Lewis
Çevirenler: Halil Erdemir** Hatice Erdemir***
AKADEMİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....