Arama


AeraCura - avatarı
AeraCura
Ziyaretçi
21 Temmuz 2009       Mesaj #6
AeraCura - avatarı
Ziyaretçi

NIETZSCHE-SONSUZ DÖNÜŞ


Şimdi, Zerdüşt’ün hikayesinin anlatacağım. Yapıtın temel anlayışı ‘Sonsuz Dönüş düşüncesinin, doğrulamasının bu en üstün formülü’ Ağustos 1881 tarihlidir. Bir kağıt parçasına şunlar yazılmıştır: ‘İnsan ile zaman arasında 6000 adımda.’ O gün, Silvaplana Gölü boyunca ormanda geziniyordum. Surley’den pek uzak olmayan, piramit şeklinde yükselen muhteşem bir kaya bloğunun yakınında mola verdim, bu düşünce işte burada aklıma geldi”
Ad:  Friedrich Wilhelm Nietzsche5.jpg
Gösterim: 1004
Boyut:  45.0 KB

Belki de şöyle yazmak daha doğru olurdu: “Bu düşünce burada bilincimde doğruluk kazandı, bana kendisini karşı konulamaz bir güçle kabul ettirdi.” Çünkü yavaş yavaş takıntı durumuna gelen bir nakarat gibi kendisini Nietzsche’ye çok eskiden Mutlu Adalar’da kaldığı zamandan beri göstermişti. Onun yüzünden Wagner ile yaptığı görüşmeler sırasında dalgın ve uzaklardaydı. Daha sonra, Cenova’nın küçük sokaklarında, limana doğru inerken yine bu düşünce daha da ısrarlı bir şekilde onu ayartmaya gelmişti. Şimdi, kasırga şiddetiyle Zerdüşt’ün, Peygamberin sesiyle Nietzsche’nin üstüne dalga dalga geliyordu. 14 Ağustos 1881 yılında Peter Gast’a yazdığı bir mektupta da birçok kez yinelenen belirtiyi kabul ediyor ve yazar öldükten sonra yayımlanan yapıtlarda bu durum daha açık biçimde görünüyordu. Aslında ‘Sonsuz Dönüş’ sayesinde zamana, uzaya hükmedildiği kadar hükmedilebilirdi ve ona ‘Sonsuzluk’ değerini veren tek bir sezgi içinde zaman deniyordu. Bu yüzden zamanı “doğrulamanın en üstün formülü” olarak görüyordu. Ancak, bu formüle erişene dek itiraf etmediği ne çok acılar, ne çok kararsızlıklar çekmişti!

İnsanın varoluşu ve geleceği ile ilgili olan bu kararsızlıklar nasıl suskunlukla geçiştirebilirdi? Nietzsche, ‘Sonsuz Dönüş’ düşüncesine kendisininkinden daha güçlü olan bir irade ile itildiğini duyumsuyordu. Bu öylesine güçlü bir duyguydu ki, buna yazgı dedi:
“En yüce gücü sağlamaya yönelik böylesine gelip geçici bir düşünce örneği: ‘Yazgıcılık’ (ego Fatum), onun da en uç şekli: ‘Sonsuz Dönüş.’”
Daha önce “yönelim” olarak algıladığını şimdi “yazgı” olarak algılıyordu. Ustası Schopenhauer’de şöyle söylemiştir: “Bu dünyada üzerinde senden başka kimsenin yürüyemeyeceği eşi benzeri olmayan tek bir yol vardır: Bu yol nereye çıkıyor?” O, bu yolu sonsuz kere özlediğini ve izleyeceğini keşfeder. Bu ‘yönelim’in ne olduğunu anlar: ‘Üstinsan’ın peygamberiyken, ‘Sonsuz Dönüş’ün de habercisidir ve olmalıdır da.

Böylece, tüm çelişmeler yalnızca bir düşünce çatışkısı içinde birleşmezler, bu çelişmeler yaşanmıştır.
“İnsanın sağladığı böyle bir yazgının formülü isteniyor mu? Bu formül, benim Zerdüşt’ümün içinde bulunur:
Kötünün ve iyinin içinde yaratıcı olmak isteyen kişi, önce yıkıcı olmalı ve değerleri yok etmelidir.
Böylece, en büyük kötülük, en büyük iyiliğin bir parçası olur, ancak, en büyük iyilik yaratıcıdır.
Ben, şimdiye kadar hiç kimsenin olmadığı kadar korkunç bir insanım, ama bu benim en iyiliksever insan olamayacağım anlamına gelmez.

Yıkımın verdiği mutluluğu tanıyorum. Bu mutluluk benin yıkım gücüme uygundur. Her iki durumda da olumluluk ile olumsuzluğu ayırt edemeyen Dionysos yapıma boyun eğiyorum.”
Yaşamla özdeşleşmek, kendini onun akıntılarına bırakmak, yaşamın, sonu ve amacı olmayan bir hareketin iki evresini de katetmesini kabullenmek demektir -biri diğerini koşullandıran, yaratıcı evre ve yıkıcı evre-. Flaubert, ‘Aziz Antuan’ın Günâh Eğilimi’ adlı kitabında aynı gereksinimi keşfetmiştir: Azizin gözleri önünde ürkütücü bir kuşağın anlaşılması güç olayları meydana geliyordu. Ölüm yaşamdan doğuyor ve yaşam da ölümden doğuyordu. Zaman her ikisini de birbirlerine Platon’un Fedon’unda olduğu gibi iyi bir uyum içinde karıştırmıyor, tersine ortaya bir uyumsuzluk çıkıyordu. Kuşkusuz, bize sunulan her şeyin iğretiliğine karşın inanç duyarlılığımızı bu gibi etkiler pek şaşırtmaz. Goya’dan beri sanat, iyinin ve kötünün, acı ve mutluluğun birlikte varolduğunu ifade eder. Kurtarıcının ve şeytanın yüzleri, kahkaha ve acı birbirlerine karışmıştır. Bu bağlamda, akla gelen diğer adlar: Christ d’Ensor ve Nice’li genç bir ressam olan Raymond Moretti’dir.

Şimdi, Nietzsche’nin duygularına bir başkası eklenmişti. Bu duygu daha önce de karşımıza çıkmış fakat çok kısa bir şekilde anlatılmıştır. Nietzsche’ye ‘Sonsuz Dönüş’ düşüncesini zorla kabul ettirmekte büyük bir payı vardır: Bu duygu her gün giderek artan karşı konulamaz bir güçle çok yakında olan yıkıma doğru sürüklüyordur. Sosyal zamanın berisinde, iç organlarımıza benzeyen, aralıksız hücreler üreten ve öldüren doku gibi içimize işleyen başka biz zaman vardır. Bu, Buda’nın öteki dünyayı terk ettiğinde kendisini çok korkutan, yazgımızın sahnelediği varoluşçu zamandır.

Bu varoluşçu zaman, alışkanlık ve geleneklerin altında silineceği ön planda bulunur. Sosyal zamanda yaşayan insanların yaşamları pek önemli değildir. Ancak varoluşçu zaman insan yaşamına, kişinin yaşayacağı maceraya bir anlam ve önem kazandırır. Ayrıca varoluşçu zaman daha da uzaklara yönelip tarihsel zamana erişir ve ona kendisine özgün niteliklerini kazandırır. Böylece, genleşen ve gevşeyen zaman, olumsuz bir sonsuzluk amacıyla onu derleyen bir önsezi içinde değişime uğrar. Bunun sonucunda saplantı haline gelen duyumlar doğar. İnsanın ayakları altında çok geçmeden içine düşeceği bir uçurum ortaya çıkar. Gittikçe aratan bir yazgıya sahip olma duygusunun yanına bir de pek yakında gerçekleşecek olan bir felaketin kesinliği eklenir. Final çok yakında ve tıpkı dilimizin ucuna kadar gelen bir sözcük gibi kendisini ortaya çıkarmaya hazırdır.

Her şey tüketilmiş duygusu uyandırmaktadır. Beklenen gong sesi bir uyarı ve kurtuluş olarak algılanacaktır. Bundan sonra biz artık bir oyuncuyuz ve bu oyuncu rol aldığı bir sahneye fırlatılmıştır, taşıdığı maske ona zorla takılmıştır. Şimdiki tarih olayları ise, bıkıp usanmadan geçmişte kalan ve evrenin değişiminde tutsak kalan bir tarihin olaylarını yineleyip durur. ‘Sonsuz Dönüş’ işte bu kesinliğin ifadesidir.

Buna karşılık, Nietzsche’nin “çocukluk aşklarının yeşil cennetine” karşı duyduğu özlem gittikçe çoğalıyordu. Bu boş zamanlarda insan kederden ve tasadan uzak istediği gibi hareket edip oyunun tadını çıkarır. Her şey hafif ve iyidir, düşünceler henüz yazgının tehdidi altında değildirler. Bu oyuna sanatçının yaratıcılığı yaklaşır. Yaratıcılık da ağırlık düşüncesinden, ağırlık kanunlarından, kendisini uzak tutuyor gibidir. İyiliksever bir düşünüş olumlu bir sonsuzluk içeren çok güzel bir anın gerçekleşmesine yol açar.

Nietzsche şöyle der: “‘Dönüşün Sonsuz’ olduğunu meydana getirdiğim an ve bu anın aşkı sayesinde ‘Dönüş’ü destekliyorum.” Sonsuzluğun iki şekli vardır. Duygularımız ikisi arasında, zamanın bütünlük dönemine kavuşacağı ana kadar duraksıyordu.
Bununla birlikte Nietzsche bu varsayımın antik dönemin filozoflarına kendisini zorla kabul ettirdiğini yadsımıyordu: İki karşıt görüş “mekanikçilik ve Platonculuk”u ‘Sonsuz Dönüş’ düşüncesi içinde karşılaşıyordu. Bu şaşırtıcı bir olaydır, çünkü her iki düşünüşün de pozisyonları birbirlerine tamamen zıttır: Platon öteki dünyaya inanır, mekanikçiler ise her şeyi atom ya da güçlerin bileşimine indirgerler. Platon için örnekleri çoğaltabiliriz: Öncelikle Nicolas Boulanger tarafından yorumlanan XVIII. yüzyılda çok tanınan politik bir metin Nietzsche’nin dikkatini çekmiştir.

Nietzsche’nin dikkatini çeken başka bir açıklama ise iki türlü yetiştirme olduğu açıklamasıdır: Sokrates’in “İnsanlara uygun gelen ve hayvanları ilgilendiren, başka birisine uygun gelen sürü halinde bir yetiştirme var.” dediğini vurgular.
Bunu, türlerin çokluğu ve soyların arasındaki eşitsizlik açıklamalarıizler. ‘Kanunlar’da kozmik devrelerin almaşıklığı yeniden doğrulanmıştı. Atinalının dediğine göre, insanlığı en alçakgönüllü yinelemelerine götürmüş olan büyük felaketler meydana gelmiştir. Bununla birlikte Nietzsche özellikle enerjetik atomculuktan elde edilen incelemeler üzerinde ısrar etmekteydi: Basel’de uzun yıllar boyunca Lucréce okuduktan sonra, Boscovitch’in yapıtlarına yöneldi ve tüm bunların sonucunda enerjinin korunması ilkesinin ‘Sonsuz Dönüş’ü gerektirdiği kanısına vardı.

Daha belirgin olan başka bir metin bu dönüşün doğrulamasını evrende varolan değişken güçlerin dengesine bağlar: Bu güçler ne çoğalır, ne de azalırlar… Elverişli oldukları bileşimlerin sayısı her ne kadar önemliyse de, sonsuz değildir. Böylece bu sayı, çok büyük zaman aralıklarından sonra, aynı olayların ortaya çıkmasına yol açarak çoğalmalıdır:
“Güçler dünyası hiçbir azalmaya uğramaz. Çünkü zamanın sonsuzluğu içinde güçsüzleşir ve yok olup gider. Güçler dünyası hiçbir duraksamaya izin vermez. Çünkü bu durumda duraksama aynı zamanın saatini hareketsiz kılar. O zaman güçler dünyası hiçbir zaman denge noktasına ulaşamaz. Güçler dünyasının dinlenmeye zamanı yoktur. Gücü ve hareketi her an aynı büyüklüktedir. Dünyanın ulaştığı durum ne olursa olsun, güç dünyasının bu duruma ulaşmış olması gerekir. Bu bir kez değil sayısız kez yinelenmelidir. Böylece, şu an yaşadığımız an birçok kez ulaşılmış olan bir andır.
İnsan, tüm yaşamın durmadan döndürülen bir kum saatidir. Bu saatin içeriği sonsuz kez, zamanın uzun bir dakika aralığı dolana dek akar durur. O zaman, acılarının ve sevinçlerinin her birini, arkadaşlarını ve düşmanlarını, umutlarını ve hatalarını en küçük bir ot parçasını ve en küçük güneş ışığını ve her şeyin tamamını bulacaksın. Senin küçük bir parçası olduğun bu halka ömür boyu parlayacaktır. İnsanlık tarihinin birbirlerini izleyen dönemlerinin her birisinde, yalnız olan bir insan için, daha sonra herkes ortak bir güçlü düşüncesinin ortaya çıkacağı bir saat vardır: Her şeyin ‘Sonsuz Dönüş’ü düşüncesi: Her seferinde insanlık için öğle vakti olacak.”
Başka bir metinde, kuşkusuz 1888 yılından kalma bir metinde şöyle yazar:

“Eğer dünyanın belirli bir güç büyüklüğü ve belirli güç merkezi olarak hayal edilmesine izin verilirse, bundan şu sonuç çıkar: Dünyanın, tamamen rastlantısal bir olay olan varolmanın hesaplanabilir bileşimlerini katetmesi gerekir. Sınırsız bir zaman içerisinde, her olası bileşim en azından bir kez gerçekleşecektir, üstelik sonsuz kere gerçekleşecektir. Bu birleşim ile onun ilk geri dönüşü arasında mümkün olan tüm birleşimlerin gerçekleşmiş olması gerekir ve bu birleşimlerin her biri, serisindeki birleşimlerinin devamını belirlemelidir. Dünya, sayısız kez yinelenmiş olan ve oyunun sonsuza dek süreceği bir dönem olurdu. Bu görüş mutlaka mekanikçi değildir, çünkü bu bağlamda aynı olguların ‘Sonsuz Dönüş’üne değil, olguların sonucuna yol açardı. Mademki dünya bu sona ulaşmadı, öyleyse mekanikçilik bize tamamlanmamış ve yalnızca gelip geçici bir varsayım gibi gözükür.”

Sonuç olarak ‘Sonsuz Dönüş’ düşüncesi, Nietzsche’nin önünde bulunduğu ikilemi ortadan kaldırır. Aslında onun ya erekliliği kabul etmesi, dünyayı bir yaratıcının egemenliği altına sokan bir “yönelmişliği” kabul etmesi, ya da kendisinin zamana varlıkbilimsel bir anlam, bir sonsuzluk değeri vermesi gerekir. Sonuçta şunu benimser:
“Ben gücün dayanağı olan ve gücün sınırlarını belirten ve ona bir şekil veren mutlak süreye inanırım. Sonsuz zaman… Bununla birlikte Kantçı çözümle yetinmek gerekir. İnsanın kendi varlığında süre olmadığını, zaman olmadığını kabul etmek gerekir. Değişiklikler yalnızca görüngüdür.

Kant’ın tek hatası zamanın ne büyük bir derinlik olduğunu görememiş olmasıdır. Zamanın kendisi bir oluşum olduğu ve dünyanın özü gibi durduğu için, yaşamın durmaksızın yol aldığı akışa göre, her şeyin boyun eğdiği birbirlerini izleyen yaratma ve yıkma döneminin ritminde, bizim, kendimizin de, en yüksek düşüncelerimiz ve uygulamalarımızın da içine yerleşmiştir. Zaman artık sonsuzluğun devingen imgesi değildir, zaman, üstün kürelerde değişmez varoluşu yansıtan, sonunda çıkış noktasına dönen tamamlanmış bir hareket değildir: Zaman, ardı ardına kesilmeyen bu değişiklikleriyle ve almaşıklıklarıyla oluşturduğu, sevmemiz gereken sonsuzluğun kendisidir.”
Böylece Nietzsche dünyaya -bütün suçluluklarından kurtulmuş olan oluşuma-, ‘Tanrı’nın Ölümü’nden beri eksikliğini duyumsadığı ağırlığı verebilmeyi düşünüyordu.

Ancak bu son konuyu ele alırken birçok kararsızlıklar yaşadığını görüyoruz. Bu konuya adım, adım ve ani vazgeçmelerle ikide bir kesilen kaplumbağa yürüyüşünü andıran bir hızla yaklaşıyordur. Önceleri bu doğrulamanın yalnızca dramatik yüzünü kavrayabilmiştir.
“Bana bu düşüncesini (‘Sonsuz Dönüş’) açtığında ömrümün unutulmaz anlarından birisini yaşadım” der Lou Salomé. “Bana bu sırrını açıklarken önceleri duraksıyordu, bu yüzden alçak sesle konuşuyor ve sesi heyecandan titriyordu. O zamanlar ‘Sonsuz Dönüş’ doktrini Nietzsche için henüz bir teselli değil, yalnızca bir olasılıktı. Bu olasılığın bilimsel olarak kanıtlanacağı güne kadar da susmayı tercih ediyordu.”
Bu ürkütücü düşünce “Sevinçli Bilim”de daha fazla ortaya çıktı. Sanki Nietzsche bu yapıtında okuyucularının (ne yazık ki gittikçe azalan) tepkilerini uyandırmayı tasarlıyordu.

“Eğer bir şeytan gece gündüz seni izlese, en gizli düşüncelerine girip şöyle dese ne olurdu: Yaşamakta olduğun ve yaşamış olduğun bu yaşamı bir kez daha ve sayısız kez daha yaşamak zorundasın. Yeni bir şeyle karşılaşmayacaksın, tersine her şey aynı olacak. Her acı ve her sevinç, her düşünce ve her iç çekiş, yaşantında olan en büyük ve en küçük olaylar senin için yinelenmelidir. Tüm bunların aynı sırayı takip etmeleri gerekir. Varoluşun sonsuz kum saati sonsuz bir şekilde ve sen, tozların içindeki en küçük toz zerreciği, onunla birlikte döndürülmüş olacaksın. Dişlerini gıcırdatıp kendini yere atmayacak mısın? Seninle bu şekilde konuşan şeytanı lanetlemeyecek misin? Ya da ona şu şekilde yanıt vereceğin anı daha önce yaşadın mı?: ‘Sen Tanrı’sın ve ben daha önce bundan daha kutsal sözler işitmedim.’
Şayet bu düşünce senin içinde somutlaşsaydı, belki seni değiştirir, belki de seni yok eder. Her şey hakkında şunu soracaktın: Bunu ister misin, bunu bir kez daha ister misin, bunu sayısız kez ister misin? Bu soru bütün hareketlerinin üzerinde korkunç bir ağırlıkla duracaktı! Ya da, kendini sevmen ve bu yüce ve sonsuz doğruluktan başka hiçbir şey arzulamaman için yaşamı sevmen gerekirdi.”

Schopenhauer ile karşılaştığı andan beri Nietzsche’nin katettiği yolu tahmin edebiliyoruz. Kuşkusuz, bu karşılaşma sırasında bile, Nietzsche Pithagorascuların düşüncesine bir parça da olsa önem vermiştir. Bu düşünce şudur: Aynı takım yıldızlar en küçük ayrıntılarına kadar, dünyadaki aynı olayları doğururlar.
Ama aynı zamanda bu varsayımı bir tarafa bırakıyordu: Çünkü o zamanlar Schopenhauer’in yorumladığı Kant’ın metafizik ilkesini kabul ediyordu: Buna göre, olaylar sırasında görüntü oyunlarıyla maskelenmiş ve gizli kalmış, kırılma pahasına kişilere yansıyan ve her kişinin ustalıkla elde etmeye çalıştığı derin bir irade vardı. Buradan ardı ardına kesilmeyen çatışmalar doğar, her biri kendi varlığı içinde diretmek ister… Bunun sonucunda doğal olarak her türlü kötülük uç verir. Bu kötülükleri ise yalnızca temel bütünlüğe dönüş ya da gerçeğin yüzeyinde oynanan sanatsal bir çalışmanın serbest gösterimi silebilir. Deniz örümceğinin ağı arkasında bir Tanrı acı çeker ve acısının verdiği esriklikten zevk alır. Fakat trajedi onun acılarını gösteri haline getirerek Tanrı’yı acılarından kurtarır. Fakat kısa bir süre sonra Schopenhauer’in bu sonuçlarından vazgeçecektir… Özellikle Nirvana’ya kaçışı iki yüzlü bir acımanın içinde ifade eden yaşama arzusunu reddedecektir.

Nietzsche yaşama tüm gücünü geri vermek, yaşamı, yaşamın kendisini belirleyen sevinç ve acıların karışımını olduğu gibi kabul etmek istiyordu. Yaşamı en zayıf bir ifade olarak kabul etmek istemiyor, tersine onu yüceltmek istiyordu. Böylece, bu anısını varlıkbilimsel bir durum ile donatacaktı. Bu durum ise Nietzsche’yi, kendi kendini sonsuzluğa eşdeğer kılan bir zamansallığa mahkûm edecektir: Bu seçim Nietzsche’nin ekseni etrafında sürekli dönen bir anlamsızlık olacaktır. Bu bağlamda Pirandello, kendilerini ilgilendiren tek dramı rejisöre zorla kabul ettirmekte direten ‘Altı Kişiliğini’ bize sunar: Bu, reenkarnasyon süresince yaşadıkları ve yaşamaya mahkûm oldukları dramdır. Tanrı’nın gölgesinin silinmesi ve böylece insanın Tanrı olabilmesi için, varoluşun hiçbir anlamı olmaması gerekir. Ama ne yazık ki geçicilik ‘Üstinsan’a kalıtım yoluyla geçmiştir. ‘Üstinsan’ın kendisi de geçici olduğundan, yaşamın en kötü şekilde örgütlenmiş ve en düşük seviyelerine kadar inecektir. Aklımıza Camus’nün ‘Sisyphe’i geliyor. Sisyphe kaya parçasını dağın tepesine kadar yuvarlayarak, mutlu olmaya mahkûm edilmiştir. Nietzsche bu varsayım tarafından sıkıştırılan tarihin çıkmaza girdiğini, kendinden bile saklamıyordu. Göklere çıkarılan bu yaşam bir düşün hayali değilse, gerçekte nedir?

“Ne güzel bir bakış açısı.” der “Sevinçli Bilim”de. “Bilgim varoluş hakkında bana her şeyi sağlıyor! bu duygu bana sanki yeniymiş gibi, aynı zamanda da acı alayla maskelenmiş korkunç bir duygu gibi geliyor! Tüm duyarlı varlığın eski insanlığı, eski hayvanlığı, tüm ilkel çağları ve geçmişi benim içimde yaşamaya, yazmaya, sevmeye, nefret etmeye devam ediyor. Evet ben bunu keşfettim. Yalnızca düş gördüğümün farkına varmak için, bu düşüncenin ortasına aniden uyanıveriyorum ve yok olmamam için yeniden düş görmem gerekiyor. Tıpkı bir uyurgezerin yere düşmemesi için uyumaya devam etmesi gibi. Benim için şimdi görünüş nedir? Kuşkusuz bir varlığın tersi değil midir? Benim için görünüş yaşamın ve hareketin ta kendisidir.”
‘Zerdüşt’ şiirinde Nietzsche’nin geri adım attığını, korkunç bir gerçeğin itirafı önünde duraksadığını görüyoruz. Bir kere çalıştırmaya başladıktan sonra sonsuza dek dönmeye mahkûm olan bir mekanizmanın yinelediği, sonu olmayan aynı olaylar karşısında nasıl olup da düşünülmezdi? “Üstinsan” bilinçliliği gereksizdir. Yüce uzman yalnızca rolünü topluluğun ortasında oynayabilir ve daha sonra zavallı bir kukla gibi yeraltına iner. Maske yüzüne yapışır. Bu yüz, hareketin bütünlüğünden kurtulamayan bir aktörün yüzüdür. ‘Sonsuz Dönüş’ bu yüzden önsezisel düşünüşleri izler. “Athalie’nin rüyası kadar korkunç olan düşünceler.” Elinde ayna taşıyan çoçuğun biri, tam Zerdüşt mağaradan çıkarken ona yaklaşır:
“‘Ey Zerdüşt!’ diyordu çocuk bana, ‘Aynada kendine bak!’ fakat aynaya bakınca bir çığlık kopardım da yüreğim allak bullak oldu: Gördüğüm kendim değildi çünkü, bir şeytanın buruşmuş ve alaycı gülüşüydü.”
Nietzsche muştusunu vereceği korkunç gerçeği kendisine saklamaya çalışıyordu. Yüce haber kendisine ulaştığında Nietzsche ne kadar da suskun ve sakindir!

“Yelkovan kımıldadı, yaşam saatim soluk aldı, -ömrümde duymadığım bir sessizlik vardı.evremde: Yüreğim yılgıya kapıldı.”
Derken… bana sessiz bir şekilde: ‘Bilir misin Zerdüşt?’ Bu fısıldama üzerine, yılgıdan bağırdım. Fakat sustum.
Derken bana bir daha dedi, sessiz: ‘Bilirsin Zerdüşt, ama söylemezsin!’
Sonunda, kafa tutarcasına yanıt verdim: ‘Evet bilirim, ama söylemem!’
Derken bana bir daha dedi, sessiz: ‘Söylemez misin Zerdüşt? Doğru mu? Kafa tutarak gizleme kendini!’
Ağladım ve çocuk gibi titredim ve dedim: ‘Ah, isterdim, ama elimden gelmez ki! Bana yalnız bunu bağışla! Gücümün üstünde bu!’

Derken bana bir daha dedi, sessiz: ‘Senin ne önemin var ki Zerdüşt! Sözünü söyle de, paramparça ol!’”
Kuşkusuz Nietzsche bu şaşırtıcı şiirde okuyucusuna soluk aldırmamayı tasarlıyordur. Bunu başarabilmek için de ona bulmacalar sunuyordur: Şiirdeki dramatik unsur bazen ara veriyor, daha sonra yine hızlanıyordur. Tarzı için şunu söyler: “Okuyucuyu en basit boşa çıkarmalardan yoksun kılmak ustalık da değildir, dürüstlük de…”
Şiirin ilk ili bölümü müzikal konuları içermemektedir. İşte, acıklı ve karmaşık andante üçüncü bölümle başlar:
“Zavallı Zerdüşt!” diye yazar Nietzsche, “Zavallı Zerdüşt çok zor deneyimler geçirmeye razı olmuştur; bu üçüncü bölümde gerçekten karanlık dönemler geçirir.”
Gerçeği ve hayali de hesaba katarak şöyle devam eder:
“Ama bu bölümü oluşturabilmem için, benim kendim olmam ve derin bir mutluluk içinde olmama gerekiyor.”
Sonda her şey aydınlanır.

Bu üçüncü ve en güzel olan bölüm Nice’de yazılmıştır. Kuzey rüzgârının canlılık dolu esintisi Nietzsche’yi kamçılamıştır. Nietzsche’nin dans ederek tırmandığı kayalıklardaki keçi yollarındaki Éze Burnu bulunuyordu. Oradan, denizin üzerinde duran bir eli anımsatan Ferrat Yarımadası’nın burnu görünüyordu. Yalnız yaşamının en mutlu anlarını hiç kuşku yok ki burada geçirmişti: Pişmanlıkları hafiflemiş Zerdüşt’ün dans eden adımı, ağırlığından kurtulup hafif bir havanın ritmine karışmıştı. Mesajın içeriği böylesi bir atmosferin içinde silinip gidiyordu. Ama pansiyonda kendi kendisiyle yalnız kaldığında, orada kalan diğer misafirlerin basit olan konuşmalarına sabretmek zorunda kalıyordu. Bir günlük pansiyon arkadaşlarının meraklı bakışlarını görmezlikten geliyordu. Koyu renkli halıların süslediği yoksul odasında kendisini yalnız duyumsuyordu. Yanında tek bir arkadaşı yoktu, susmayı tercih ettiği ve yaşamının sonuna kadar düşüneceği şu açıklamayla yüz yüze kalmıştı.
“Düz olan her şey yalan söyler.” diye mırıldandı cüce küçümseyerek. “Her gerçek eğridir, zaman bile değirmidir.”
Böylece, bir görüntü Nietzsche’yi kandırıyordu: Kapının her iki yönünden çıkan iki yol aslında bir taneydi ve görülmez bir şekilde kendi üzerinde dönüp Nietzsche’yi aynı noktaya götürecekti: Bugünün geçmişi, yarının geleceği olacaktı. Kendisi de kesinlikle aynı şekilde geri dönecekti. Kendisini yine aynı düşünceye adayacak, yine aynı bavullarla yolculuk eden sonsuz yolcu olacaktı. Bu böyle binlerce kez sürüp gidecekti. Yazgı, değişmez ve hiçbir amacı olmayan bir sıraya göre sonsuza dek birbirlerine karışmış olan olayların devamıdır:
“Peki her şey daha önce var idiyse, bu ana ne dersin cüce? Bu geçit bile, önceden varolmuş olmalı değil midir?
Ve herşey birbirine öyle bağlı ki, bu an, bütün gelecek şeyleri kendine çekmekte, dolayısıyla kendini de çekmekte, öyle değil mi?

Çünkü her yürüyebilen, bu uzun yolu daha bir yürümelidir ileri doğru!
Peki ayışığında sürünen şu yavaş örümcek, peki ayışığının kendisi, peki geçitte fısıldaşan, sonrasız şeylerle fısıldaşan senle ben, hepimiz daha önceden de var olmuş olmalı değil miyiz?
Ve dönmeli ve önümüzdeki öbür yolda, o uzun, korkunç yolda yürümeli, sonrasızca dönmeli değil miyiz?”
Zerdüşt’ün ikinci deneyimi daha da dramatiktir. Kuşkusuz bilinçliliği, tanıdık hayvanlarının yokluğunda etkisiz olacaktı. İçgüdünün doğruluğu, kendisini akıllılığın dolambaçlılığından daha etkili bir şekilde ifade eder. Çünkü içgüdü akıntıya doğru kürek çekmez. Üstelik varoluşun hareketini benimser. Onun saf onaması acının üstesinden gelir. Onun belleğinde mesajdan yalnızca yaşamın kutsal karakteri, onun sonsuz zaferi kalır.
“‘Ey Zerdüşt!’ dediler hayvanları o zaman, ‘Bizim gibi düşünenler için, bütün nesneler hora tepmektedirler: Gelirler ve el uzatırlar ve gülerler ve kaçarlar ve geri gelirler’
Her şey gider, her şey gelir, sonrasıca döner varlık çarkı. Her şey ölür, her şey yine çiçeklenir, sonrasızca sürer varlık yılı.
Her şey parçalanır, her şey yine birleşir, sonrasıca kurar kendini aynı varlık evi. Bütün nesneler ayrılırlar, bütün nesneler yine esenleşirler, sonrasıca bağlı kalır kendine varlık halkası.
Her an yeniden başlar varlık, ‘Ora’ denen top döner her ‘Bura’nın çevresinde. Orta her yer yerdedir. Eğridir yeri sonrasızlığın.”
İnsanın, varoluşun bu gerçeği benimsemesi gerekir, kendisinin de içinde bulunduğu ‘Sonsuz Dönüşü’ sevinçle karşılaması gerekir. Ama bu “canavara” nasıl dayanılır. Nietzsche İxion tekerleğinin üstünde kaybolmuş bu bedene bağlanmaya- çabalar. Aslında isyan etmeye her zaman hazırdır.
Lou Salomé Şöyle yazmıştır:

“‘Sonsuz Dönüşü’ ve onun bütün sonuçlarını kesinliğini kabul etmek için gösterilen çabanın Nietzsche’nin sinirlerini yıprattığını ve onun deliliğine neden olduğunu her zaman düşünmüşümdür.”
…Bundan sonra artık “Yalnız Yolcunun” başucundaki gölge büyür ve Nietzsche’nin kulağına garip sözler “ve bazen de intihar düşünceleri” fısıldar. Başka türlü ne yapabilirdi ki? Yönelimini kendisi serbest bir seçim sonrasında kabul etmemiş, sanki onun yazgısıymış gibi kendisine zorla kabul ettirilmişti. Önseziler ve seçilmiş olmanın korkusu çoğalır. ‘Niçin ben? Böylesi bir mesajın ağır yükünü taşımak için niye ben seçildim’”
“Bana neler oluyor? Ben bile kendimi anlayamıyordum, ama beni yöneten şey sanki bana emir veriyor. Yaşamımız uzunca bir süre bir bilmecedir. Olayların seçimi, müdahaleler, ani arzular, bizim için en güzel olan şeyden aniden uzaklaşma, en çok saygı duyduğumuz şeyden uzaklaşma: Tüm bunlar keyfi bir iradenin fışkırması gibi bizi ilgilendirir. Belki de yaşamımın uzun cümlesi ‘kendi kendime sormuşumdur’ tersine doğru okunmak istiyordu! Bir zamanlar yalnızca doğru yönde okuduğumda sözcüklerin kesinlikle bir anlamı yoktu.”

‘Tersine Doğru’ ifadesinin altını çizmek gerekir. Çünkü bu ifade, anormal bir şekilde hızlanan zamanın yarattığı izlenimi tarif ediyor. Bununla birlikte bazen Nietzsche kendini toparlıyordu: Başka bir çıkış yolunun mümkün olabileceğini duyumsar. Kötü düşünceleri aklından atmaya çalışır. Uzun deniz gezisinin onu fırtınadan kurtarıp limana götürmesini, eski arkadaşlarının kurdukları masada onun yerini almasını beklediklerini hayal eder. “Evet koşu işte böyle başlar.” der bir gün Lou Salomé. “Bu koşu nereye kadar devam eder? Yol bittikten sonra nereye koşulur? Tüm çareler tükendikten sora ne olacaktır? İmana dönmek gerekmez mi? Belki de Katolik inancına?”
Nietzsche’nin Katolik mezhebi hakkında yaptığı imayı dikkate almak gerekir. Nietzsche Katolik inancında, çocukluğunda onu sıkan ağırlık düşüncesini ve aşırı derecede can sıkan bir ortam görmez. Çocukluğunda yazgıcılık dogmasının kara gölgesi altında ezilmişti. Nietzsche için, kortej ve törenlerle coşan, zoraki bir inancı değil de yaşama sevincine kaynak olan bir inancı benimseyen mutlu bir topluluğun mezhebini benimsemesi daha kolaydı. Fakat bu değişimin ve uzlaşmanın olasılığı gelgeç bir istek olmaktan ileriye gitmez. Nietzsche’ye üstlendiği görevde dürüstlük en ön plandadır. Nietzsche’ye göre dürüstlük bozulmamış kalan tek erdemdir.

Lou Salomé Şöyle yazmıştır:
“Yeni ve farklı düşünceler, karşıt saptama ve içgüdüler durmadan ortaya çıkıyorlar ise bunun nedeni onların korkunç bir koruyucunun kalkanı altında olduklarındandır. Yeni bir düşüncenin yolunu her zaman delilik düzleştirir. Bir adım daha atalım… Herhangi bir ahlakın tutsak edici zincirinden kurtulmaya karşı konulamaz bir güçle zorlanan ve yeni kanunlar ilan eden bu üstün insanlar için yapabilecek başka bir şey yoktu… Eski medeniyetin en seçkin insanlarının neredeyse hepsi bu can sıkıcı soruyu kendi kendilerine sormuşlardır. Tüm zamanların en verimli insanlarının olasılıkla yok oldukları en acı ve en gereksiz ahlak korkularının cehennemine kim cesaret edip de bir göz atabilecek? Yalnızların ve terk edilenlerin iç çekişlerini dinlemeye kim cesaret edebilecek? Ne yazık! Öyleyse bırakın deli olayım, deli olayım ki sonunda kendime inanabileyim! bana sarsıntılar ve coşkunluklar verin, aydınlık ve karanlık yeraltı saatleri verin, hiçbir ölünün duyumsamadığı büyüklükte bir korku verin! Ben kanunu yadsıdım, ben cehennemliklerin arasındaki bir cehennemliğim.”

Aslında, Zerdüşt’ün iki mesajının arasındaki çelişkiler çok büyüktüler: ‘Üstinsan’a doğru yürüme ve ‘Sonsuz Dönüş’, insanın Tanrısallaştırılması ve nedenler ve sonuçlar içinde hapis olması, varlığını ve olması gereken arasında bir eşitlik sağlamak için sarf ettiği çaba anlamında mutlak bir özerklik savı, reddedilemez bir yazgının kabulü ile sınırlandırılan bir hürriyet. Dönüş, Nietzsche’nin umut verici tanlara doğru olan tüm girişimlerini iptal eder. Onu, hiçbir tasanın bulunmadığı Mutlu Adalar’dan uzaklaştırır. Bundan böyle tek bir maske taşınabilir: Dionysos’un maskesi ya da kendi çelişkileri tarafından yırtılan bir maske. Antik çağlardaki trajedi oyuncularının taktıkları bu maske Nietzsche’nin maskesi haline gelecektir… Nietzsche on iki yıl boyunca büyük beyaz bir kefene sarılı kalacaktır. On yıl erken doğan dramın son sahnesinin üzerine perde iner. Bu dramı korku ve sempatiyle izleyen bizler için tamamlanması gereken bir görev kalır: Eski saplantılardan kurtulup, insandan geçen ve bugün hâlâ gereksiz bir bilinçliliğe kendisini adamış olan yolu bulmalıyız ve belki de bizi oluşumun diğer tarafına götürecek olan çıkış yolunu keşfetmeliyiz. Burada ‘Büyük Midinin Işığı’ üzerimizde parlayabilecektir.
Kaynak: Nietzsche felsefesi
“‘Bak’ diye sürdürdüm konuşmamı, ‘şu âna bak! Geçitten, Ândan, sonrasız bir yol uzanıyor geriye doğru: bir sonrasızlık var arkamızda.’
Her yürüyebilen, bu yolu daha önce yürümüş olmalı değil midir? Her olabilen, daha önce olmuş değil midir?
Peki her şey daha önce de var idiyse: bu âna ne dersin, cüce? Bu geçit dahi, -önceden var olmuş olmalı değil midir?
Ver her şey birbirine öyle bir bağlı ki, bu ân, bütün gelecek şeyleri kendine çekmekte, dolayısıyla, kendini de çekmekte, -öyle değil mi?

Çünkü her yürüyebilen, bu uzun yolu bir daha yürümelidir ileri doğru!-
Peki ayışığında sürünen şu yavaş örümcek, peki ayışığının kendisi, peki geçitte fısıldaşan, sonrasız şeyler konuşan senle ben, -hepimiz daha önce de var olmuş olmalı değil miyiz?
-ve dönmeli ve önümüzdeki öbür yolda, o uzun, korkunç yolda yürümeli, sonrasızca dönmeli değil miyiz?
Böyle konuştum, gittikçe yavaş konuştum: çünkü kendi düşüncelerimden ve ard düşüncelerimden korkuyordum. Derken, bir köpek uluması işittim yakında.
Daha önce de böyle bir köpek uluması işitmiş miydim? Düşüncelerim geriye doğru koşuyordu. Evet! Çocukken, -en uzak çocukluğumda:
-böyle bir köpek uluması işitmiştim o zamanlar.
Nietzsche’ye göre, bizler şu anki varoluşumuz daima tekrar edecekmiş, ve bizler, yaşadığımız her anı sonsuza dek tekrar ve tekrar yaşamak zorunda olacakmışız gibi davranmalıyız.
Aslında burada söz konusu olan şey, metafiziksel-ahlaksal bir fabldır. Ama Nietzsche ona, kendisi buna inanıyormuş gibi, çok yüksek bir değer biçmemiz gerektiği konusunda ısrar ediyordu. Onu “bir insanın yüceliğinin formülü” olarak tasvir ediyordu.
Nietzsche, an’ın önemini aşırı derecede romantik bir üslûpla vurgulayışının, hayatı doyasıya yaşamaya dair bir uyarı olarak anlaşılmasını ister. Gelip geçici şiirsel bir fikir gözüyle bakılırsa bu düşünce belirli bir potansiyele sahip. Ama felsefi ve ahlaki açıdan yapılacak bir incelemede bu düşüncenin tutunabilirlik pek bir yanı yok. “Hayatı yoğunluğuna yaşa” şeklindeki klişe, tartışılabilir bir fikri içerse de, hiç değilse belirli bir kütleye sahiptir. Ama sonsuz geri dönüş ile ilgili düşüncenin, biraz derine inerek irdelendiğinde tamamen önemsiz olduğu ortaya çıkar. Tekrar eden yaşamlarımızdan her birini hatırlıyor muyuz? Eğer bu mümkünse, kesinlikle, kesinlikle bizim için bazı şeyler değişirdi. Ama değilse, daha önceki varoluşlarımızın bizler için hiçbir değeri yok. Şiirsel bir görüntü, çok büyüleyici olsa dahi, eğer, Nietzsche tarafından tasarlandığı gibi, bir prensip olarak kullanılacaksa, daha fazla içeriğe sahip olmalıdır.
Kaynak: 90 dakikada NIETZSCHE
Son düzenleyen Safi; 24 Ağustos 2016 20:24