Arama


ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
14 Ağustos 2009       Mesaj #3
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Kadın Hakları
MsXLabs.org & Temel Britannica

Kadınlar 18. yüzyıldan bu yana gerek siyasal ve hukuksal alanda, gerek toplumsal işbölümü, eğitim ve üretim alanın­da cinsiyet farkına dayalı eşitsizliklerin kaldı­rılması için mücadele ediyor. Kadın erkek ayrımı gözetilmeksizin eşitlik sağlanması yo­lundaki bu mücadelenin başlangıcı Fransız Devrimi'nin gerçekleştiği yıllara dayanır. Fransa'da erkeklerle omuz omuza devrimci kavgaya katılan kadın­lar, "özgürlük, eşitlik, kardeşlik" belgisinin, durumlarında önemli bir değişiklik yaratma­dığını görmekte gecikmediler. 1791'de Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi'nin yazarı Olympe de Gouges, bir yazısından dolayı tutuklanarak giyotinle idam edildi. Kadınlar 1789'dan, örgütlenme özgürlüklerinin ellerin­den alındığı 1793'e kadar gazete çıkararak, dernek kurarak içine itildikleri edilgen ko­numdan kurtulmak, siyasal ve toplumsal yaşama katılmak, seçme ve seçilme hakkına sahip olmak için yoğun bir mücadele yürüt­tüler.
Bu düşünceler kısa zamanda Fransa'dan başka Avrupa'nın öteki ülkelerinde ve Ame­rika'da da filizlenmeye başladı. Mary Wollstonecraft İngiltere'de, 1792'de "A Vindication of the Rights of Women"i (Kadın Haklarının Bir Savunusu) yazdı. Kendi gözlem ve dene­yimlerinden hareketle, kızların da erkekler gibi eğitim görme olanağı bulunmayışına ve eve bağımlı yetiştirilişlerine tepki gösterdi. Kadınlara boyun eğmek öğretiliyor, cinsiyeti­ne bakılarak farklı ahlak ölçüleri uygulanıyor­du. İnsanların kadın olduğu için ezilen yarısı­nın fiziksel güçsüzlüğü, eğitim ve kültürden yoksun bırakılmakla daha da artıyordu. Kadınların da erkekler gibi istedikleri konuda eğitim görme, açık havada vücutlarını gelişti­rebilme ve siyasete katılma hakları olmalıydı. Wollstonecraft'a göre, ancak kadınlar özgürleştiği zaman tüm toplum özgürleşebilirdi. Olympe de Gouges ve Mary Wollstonecraft' ın dünyaya kadın bakış açısından bakarak öne sürdüğü düşünceler bugün bile geçerliliği­ni koruyan ilk feminist istemlerdi. Bu kadın­lar, ezilen cins olarak kadınların durumlarının değiştirilmesi mücadelesi olan feminizmin ön­cüleridir. Başlangıçta çok geniş bir toplumsal eleştiriden yola çıkan ve kadınların ezilmesine yol açan ekonomik, kültürel ve psikolojik etkenleri ortaya çıkarmaya çalışan kadın öz­gürlüğü hareketi içinde yer alan kadınlar, çeşitli eylemler ve direnişler sonucu bazı alanlarda bazı haklar elde etmeyi başardılar.

Eğitimde Eşitlik
18. yüzyılda okuma yazma olanağı bulan kadınlar, içinde bulundukları eşitsiz durumu sorgulamaya başladılar. Toplumsal etkinliklerden uzak tutulmalarından, dünyalarının evle sınırlandırılmasından kim sorumluydu?
Aydınlanma Çağı'nın ünlü düşünürlerinden Jean Jacques Rousseau'nun "doğayla uyumlu bir yaşam" önerisi, doğurgan olan kadının doğal olarak çocuğuna bakması, onu yetiştirmesi gerektiği sonucunu getiriyordu. Rousseau'ya göre kadının yeri eviydi. Rousseau gibi düşünmeyen ve kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olduğu bir toplum önerisi sunan İngiliz düşünürü William Thompson, kadının eve hapsedilmesine ve evlenmekten başka seçeneği olmayışına karşıydı. Sosyalist Charles Fourier ise kadının eğitiminin salt eve yönelik değil, siyasal ve toplumsal yaşama katılmak için hazırlayıcı olmasını öneriyordu.
19. yüzyılda Fransa'da kızların ortaöğrenim hakkı zorlu mücadeleler sonunda elde edildi. Üniversiteye ise ancak yüzyılın sonunda gire­bildiler. Buna erkek öğrenciler büyük tepki gösterdi. ABD'de, New York'ta 1865'te ilk kez kadınlar için bir tıp fakültesi açıldı. Ünlü İngiliz yazarı Virginia Woolf "Kendine Ait Bir Oda" (A Room of One's Own; 1928) adlı denemesinde bir kadının üniversite kitaplığı­na bile ancak bir tavsiye mektubuyla ya da saygın bir erkeğin yanında girebildiğinden yakınırken, kitaplıklara kilit vuranların özgürce düşünmesine engel olamayacağını be­lirtir.

Çalışma Yaşamında Eşitlik
19. yüzyılın başlarında İngiltere'de ilerici çev­relerde yeni bir toplum biçimi tartışılıyor, kadını köleleştiren ev işlerinin toplumsallaştırılması, üretimin eşit paylaşımı isteniyordu. Buna karşı yıkıcı bir rekabetin var olduğu kapitalist toplum düzeninde, kadınların öz­gürlüğünün bir hayal olduğu, siyasal ve mede­ni haklara sahip olsalar da, var olan koşullar­da onlardan yararlanamayacakları öne sürü­lüyordu.
1800'lerin ortalarında baş gösteren toplum­sal hareketlerde kadınlar hak isteminde hep en önde mücadele etti. İşçi kadınlar düşük ücretlere, işsizliğe, yapmak zorunda kaldıkla­rı ağır işlere, öteki kadınlar ise ekonomik ve siyasal haklardan yoksun bırakılmaya başkaldırdılar. İlk sosyalistlerden ve feministlerden Flora Tristan (1803 - 44) kadının özgürleşmesi­nin tüm emekçilerin özgürleşmesinden bağımsız olamayacağını savundu.
Kari Marx ve "modern çekirdek aile kadı­nın evcil köleliği üzerine kuruludur", diyen Friedrich Engels, elde bulunan antropolojik verilerle, tarihsel değişim içinde ailenin yapı­sını incelediler. Sanayi Devrimi'yle birlikte üretim ilişkilerindeki değişim, cinsler arasın­daki, ana baba ve çocuklar arasındaki ilişkile­re de yansımıştı. Kadınların ucuz emekçiler olarak fabrikalarda çalışmaya başlaması baş­langıçta erkek işçilerin direnişiyle karşılaştı. Kadınların üretimde yer almasının aileyi yıkı­ma götüreceği savı öne sürüldü. Sosyalist düşünürlerden Proudhon, kadının yerinin evi olduğunu, iyi bir eş ve ana olmaktan öte bir amacı olamayacağını savundu. Oysa 19. yüz­yılın önde gelen düşünürleri ve sosyalistleri, kadınların ezilmişliğini yaratan koşulları orta­dan kaldırmak istiyordu. Alman sosyalist önderlerinden Kari Liebknecht ve August Bebel 20 yaşın üzerindeki tüm Alman yurttaş­larına, kadın erkek farkı gözetilmeksizin ge­nel, eşit ve gizli oy hakkı tanınması ve hukuksal açıdan kadınlara karşı ayrımcı yasaların kaldırılmasını Sosyalist Parti programına aldırmayı başardı. Bebel, 1883'te yayımlanan "Kadın ve Sosyalizm" (Die Frau und der Sozialismus) adlı kitabında kadın sorununu ilkçağ­lardan alarak çeşitli yönleriyle inceledi ve çözüm önerileri getirdi.
1890'larda Almanya'da, işçi hareketi içinde bir kadın hareketi de gelişmeye başladı. Kadınların üretime katılmasının sosyalist ha­reketin gelişmesine yardımcı olacağı görüşü yaygınlaştı. Bu görüşün savunucularından Clara Zetkin'in yönetiminde adı "Gleicheit" (Eşitlik) olan bir kadın gazetesi yayımlanmaya başlandı. Rusya'da aynı dönemde Aleksandra Kollontay, sosyalizm ve kadın hakları mücadelesinin birlikte yürütüleceği görüşünü savunuyordu. Birçok ülkede erkeklerin kur­muş olduğu işçi sendikalarında kadınlar hak­larını savunmak için kollar oluşturdular. İlk kez 1860'ta ABD'de sendikalar, kadınların baskısıyla "eşit işe eşit ücret" isteminde bu­lundu. 1857'de New York'lu kadın işçilerin topluca greve gittikleri gün olan 8 Mart, 1910'da Clara Zetkin'in önerisiyle, "Uluslar­arası Kadınlar Günü" ilan edildi.
SSCB'de Ekim Devrimi'yle birlikte kadın­lara hukuk, siyaset ve eğitim alanında eşitlik sağlandı. Fabrikalarda eşit haklarla çalışmaya başladıkları gibi, çalışmayı olanaklı kılacak ortak mutfaklar, kreş ve çocuk bakımevleri­nin kuruluşuna geçildi. Böylece ev işi toplum-sallaşacak, ailenin dar duvarları yıkılacaktı. Evlenme ve boşanma işlemleri kolaylaştırıldı. Çocukların bakımından babanın da anne ka­dar sorumlu olması gibi paylaşımcı öneriler geliştirildi. SSCB hükümetinin kuruluşunun daha ilk haftasında Aleksandra Kollontay'ın başkanlığında yapılan Çalışan Kadınlar Kon­feransına 50 binin üstünde kadının katılmış olması, bu konudaki ilgi ve coşkunun göster­gesiydi. Ne var ki, 1934'te çıkarılan yasalarla, kadınların özgürleşmesini öngören 1917 yasa­ları yürürlükten kaldırıldı. Aileyi güçlendirici, evlenmeyi özendirici ve doğurganlığı körükleyici yeni yasalar getirildi.
Bugün sosyalist ülkelerde eşit haklar çerçe­vesinde çok olumlu adımlar atılmış olmasına, kapitalist ülkelerle karşılaştırıldığında devle­tin işlettiği çok sayıda kreş ve çocuk bakımevi bulunmasına karşın, ev işleri ve aile içinde çocuk bakımı, çalışsın çalışmasın hâlâ kadın­ların üzerindedir.

Kadınlara Oy Hakkı
20. yüzyılın başında feministler oy hakkı mücadelesini eylemlerinin temel ekseni duru­muna getirdiler. Oy hakkının elde edilmesiyle öteki sorunların büyük ölçüde çözüleceğini sandılar. Parlamento seçimlerinde kadınlara oy verme hakkını tanıyan ilk ülke 1893'te Yeni Zelanda oldu. Onu 1902'de Avustralya, 1906'da Finlandiya ve 1913'de Norveç izledi. Buna karşılık İngiltere'de 1918'e gelinceye kadar hiçbir kadın parlamento seçimlerinde oy kullanamadı. Yasaların kadınların oy ver­mesini sağlayacak biçimde değiştirilmesi için en çetin mücadeleyi süfrajeflcr olarak anılan bir grup aydın kadın yürüttü. Amaçlarına ulaşmak için her yolu denemeye kararlı olan süfrajetler, bu kavgacı yanlarıyla oy hakkının verilmesini savunan, ama yasaların çiğnenme­mesi gerektiğine inanan gruplardan ayrılıyor­lardı.
Kadınlara oy hakkı verilmesi için mücadele 19. yüzyılda başlamıştı. İngiliz düşünür ve siyaset adamı John Stuart Mili 1867'de kadın­lar için seçme ve seçilme hakkı istemiyle bir yasa taslağı hazırladı. Çok az destek gören bu isteme, Kraliçe Victoria (1837 - 1901) şiddetle karşı çıktı. Ne var ki, yüzyılın sonlarına doğru kadın erkek pek çok önde gelen kişi bu amacın gerçekleşmesi için çalışıyordu. Em-meline Pankhurst (1858-1928) ve kızları Christabel ile Sylvia 1903'te kadınlara oy hakkı verilmesini savunan Toplumsal ve Siya­sal Kadın Birliği'ni kurarak, kadın hakları mücadelesinde yeni ve canlı bir dönemi başlattılar. Sylvia Pankhurst daha sonra kadın işçileri de örgütlemeye çalıştığı gerekçesiyle bu birlikten çıkarıldı.
İngiltere'de dönemin başbakanı H. H. Asquith kadınlara oy hakkı verilmesine kar­şıydı. Halka görüşlerini açıklamaya çalışan kadınlar genellikle kaba ve sert tepkilerle karşılaşıyorlardı. Onlar da şiddete şiddetle karşılık vererek gösterilerinde camları kırdı­lar, posta kutularını yaktılar, açlık grevi yaptılar ve kendilerini parmaklıklara zincirle­diler. Böylece, kadınlara oy hakkı verilmesi sorununu sürekli olarak kamuoyunun günde­minde tutmayı başardılar. Oy hakkını kazan­mak için her şeyi göze almışlardı. Emmeline Pankhurst sekiz kez hapsedildi. Daha sonra "kedi-fare oyunu" diye nitelenen acımasız uygulama bir alışkanlık haline geldi: Açlık grevindeyken serbest bırakılan kadınlar yete­rince iyileştiklerinde hemen yeniden tutuklanıyordu. Kadınlara oy hakkı savunucuların­dan Emily Davison, bu uğurda 1913'teki Derby yarışlarında kendini atların ayakları altına attı.
1914'de I. Dünya Savaşı'nın ilan edilmesiy­le sosyalist kadınlar genel olarak savaşa karşı bir tutum aldılar. Eşit işe eşit ücret ve barışçı bir dünya isteminde ısrarlı oldular. Süfrajetler ise savaşın siyasal haklarını elde etmek için fırsat yaratacağını düşünüyorlardı. Bunun için eylemlerine ara verdiler. Hapisteki oy hakkı savunucuları serbest bırakıldı. 1917'den sonra feminist hareket ile sosyalist kadın hareketi birbirinden ayrıldı. Feminizm bu tarihten sonra etkinliğini yitirdi. Savaştan sonra 1918'de İngiltere'de, evli, mülk sahibi ve 30 yaşın üstündeki üniversite mezunu kadınlara oy hakkı tanındı. 1928'de kadınlar da erkek­lerle aynı haklara sahip oldu. 21 yaşındaki herkese oy hakkı verildi.
ABD'de kadın hakları için mücadele ço­ğunlukla, köleliğin kaldırılması için mücadele etmiş olan kadınlarca yürütüldü. Seneca Falls Toplantısı diye adlandırılan kadın haklarıyla ilgili ilk toplantı 1848'de New York eyaletinde Seneca Falls'da yapıldı. Bu toplantıda tüm erkeklerin ve kadınların eşit olduğunu ilan eden bir bildiri yayımlandı. Bildiride kadınla­rın sorunları dile getirildi ve eşit yasalar, eşit eğitim ve iş olanakları ile oy hakkı istendi. Bu bildiride Siyah kadınlarla ilgili bir tek cümle bile yoktu. Hareketin önde gelen adları Eliza­beth Cady Standon ve Susan B. Anthony'ydi. 1890'a gelindiğinde eyaletlerin bir bölümünde kadınlara oy hakkı verilmişti. Ulusal planda oy hakkı için mücadele, varlıklı ve eğitim görmüş kadınlar arasında çok sayıda yandaş kazandı. Sonunda, 1920'de bir anayasa deği­şikliğiyle ABD'deki tüm kadınlara oy hakkı tanındı.
Batıda, kadın hakları için verilen mücadele oy hakkının elde edilmesiyle 1920'lerde sona erdi. Böylece feminizmin ilk mücadele döne­mi kapanmış oluyordu. 1930'larda faşist re­jimlerin egemen olduğu ülkelerde kadınların kazanılmış hakları ellerinden alındı. Kadın­lar ev işlerine ve çocuk doğurmaya özendi­rildi.
Kadınların özgürlük mücadelelerinin başla­dığı ülke olan Fransa'da ancak II. Dünya Savaşı'nın sonunda, 1946'da oy hakkı elde edildi. Japonya'da 1943'te, İtalya'da ise 1946'da kadınlar oy hakkına kavuştu. II. Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlığını kaza­nan ülkelerin anayasalarının hemen tümün­de kadınlarla erkeklere eşit oy hakkı yer al­dı.
7 Temmuz 1954'te yürürlüğe giren Birleş­miş Milletler'in Kadınların Siyasal Hakları Sözleşmesi'ne göre kadınların bütün seçimler­de erkeklerle eşit koşullarda oy kullanma, seçilme ve kamu hizmetlerine girme hakları düzenlendi. İsviçreli kadınlar oy hakkını 1971'de elde edebildi. 1980'lere gelindiğinde kadınların yaşamın birçok alanında hâlâ baskı altında tutulduğu bazı Arap ülkeleri ile Liechtenstein dışında, kadınlara oy hakkı tanıma­yan pek az ülke kalmıştı.

Çağdaş Kadın Hareketi ve Feminizm
II. Dünya Savaşı sırasında Fransa'da, İngilte­re'de, ABD'de kadınlar erkeklerden boşalan iş alanlarında çalışmaya başladılar. Kadın işgücüne gereksinmenin artması kadınlara yardımcı olacak kreş, çocuk bakımevi gibi kolaylıkların sağlanmasına yol açtı. Erkekle­rin cepheden dönmesiyle kadınlar işlerini kaybetmek durumuyla karşı karşıya kaldılar. ABD'de kadınların evlerine dönmesi için kampanyalar yürütüldü; kreşler de kapatıldı.
1945'ten sonra gelişmiş kapitalist ülkelerde eskisine oranla çok sayıda kadın yükseköğre­nim görme olanağı buldu. Ne var ki, erkekler­le aynı eğitim düzeyinde olan bu kadınlar iş yaşamında daha yorucu işlerde çalıştırılıyor, erkeklere göre daha az ücret alıyor ve kolay kolay yükselemiyorlardı. Çoğu evli ve çocuk sahibiydi. Çocukların bakımı ve ev işleri de üzerlerinde olduğu için iki kat emek harcıyor­lardı.
1949'da Fransa'da "İkinci Cins, Kadın" (Le Deuxieme Sexe) adında bir kitap yayımlandı. Yazarı ünlü düşünür ve edebiyatçı Simone de Beauvoir'dı. Simon de Beauvoir bağımsız ve özgür olunabileceğini kanıtlamış bir kadındı. Feminist edebiyatın klasikleri arasına giren bu yapıtında de Beauvoir, erkeklerin egemen olduğu bir dünyada kadın olmanın tarihsel, psikolojik ve felsefi boyutlarını inceledi. Ona göre insan "kadın doğmaz" çeşitli toplumsal etkiler ve baskılar sonucu "kadın olur"du. Kadınların içinde bulunduğu durumu aydınla­tıcı kuramların yer aldığı bu kitap kısa zaman­da birçok dile çevrildi ve kadınlar için bir yol gösterici oldu.
1960'ların sonlarında Vietnam Savaşı'na karşı çıkan ve 1968 öğrenci eylemlerinin içinde yer almış olan eğitimli, orta sınıftan genç kadınlar da kendi konumlarını sorgula­maya başladılar. Hâlâ birçok işyerinde eşit işe eşit ücret yasası geçerli değildi. Üniversiteler­de kız öğrenciler dörtte bir oranındaydı. Kadını tüketim toplumunun odağı durumuna getiren reklamlar, onun yuvanın dişi kuşu olduğunu vurguluyor, tüm makyaj, giyim kuşam ve ev araç gereçlerini ayaklarına getiri­yordu. Kadınlar ise toplumun onlara uygun gördüğü rolleri kabullenmek istemiyordu. Kadınlar kendileriyle ilgili cinsiyetçi imgele­rin değişmesi için eylemlere girişti. Feminiz­min yeniden örgütlendiği bu dönemde, femi­nistlerin mücadelesinin amacı erkeklerin ege­menliğine karşı mücadele etmek, ona son vermeye çalışmaktı. Çağdaş toplumların hepsinde geçerli olan erkek bakış açısının egemen olduğu koşullarda bütün kadınlar ezilmekle birlikte, hepsinin ezilme biçimi aynı değildir. Örneğin bir işçi kadın ile zengin ailelerin içindeki kadınların sorunları da farklılık gös­terir.
Kadınlar geçmişlerini keşfetmek ve gelece­ğe ışık tutmak için tarih, sosyoloji, iktisat, antropoloji ve dilbilim alanlarında araştırma­lara giriştiler. Pek çok üniversitede kısa za­manda kadın araştırma merkezleri kurdular. Cinsel baskılara ve kadınlara karşı uygulanan şiddete karşı mücadele ettiler. Okul kitapları­na yerleşmiş cinsiyete dayalı rollerine ilişkin kalıpları değiştirmek için çocuklara yeni ki­taplar yazdılar.
Dünyaya kadın açısından bakan feminist­ler, feminizmin yalnızca kadınların kurtulu­şu için değil, yeni tip bir insanın yaratılma­sı için de bir umut olduğunu ileri sürüyor­lar.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!