Üye Ol
Giriş
Hoş geldiniz
Misafir
Son ziyaretiniz:
00:55, 1 Dakika Önce
MsXLabs Üye Girişi
Beni hatırla
Şifremi unuttum?
Giriş Yap
Ana Sayfa
Forumlar
Soru-Cevap
Tüm Sorular
Cevaplanmışlar
Yeni Soru Sor
Günlükler
Son Mesajlar
Kısayollar
Üye Listesi
Üye Arama
Üye Albümleri
Bugünün Mesajları
Forum BB Kodları
Your browser can not hear *giggles*...
Your browser can not hear *giggles*...
Sayfaya Git...
Salı, 09 Aralık 2025 - 00:55
Arama
MaviKaranlık Forum
Finansal liberalleşmenin finansal krizler üzerindeki rolü ve önemi nedir?
-
Tek Mesaj #2
fadedliver
Ziyaretçi
12 Ekim 2009
Mesaj
#2
Ziyaretçi
Alıntı
Misafir
adlı kullanıcıdan alıntı
finansal liberalleşmenin finansal krizler üzerindeki rolü ve önemi nedir?
1990’lı yıllardan itibaren gelişmekte olan ülkeler (G.O.Ü.)'de yaşanan ekonomik
krizler
ve
bu krizlerin yaratmış olduğu sorunlar mali-
finansal
serbestleşme olgusunun yeniden gözden geçirilmesini gerekli kılmaktadır. Ancak, bu gözden geçirme G.O.Ü’lerde
finansal
serbestleşme olmalı mı olmamalı mı şeklinde değil, serbestleşmenin nasıl bir prosedür çerçevesinde yapılması gerektiğinde odaklanmaktadır. Bu incelememizde öncelikle
finansal
liberalizasyon olgusu ele alınmış, buna bağlı olarak portföy yatırımlarının boyutunda yaşanan artışların etkileri değerlendirilmiş
ve
yaşanan deneyimler sonucunda alınması gereken önlemler üzerinde durulmuştur.
Finansal
Liberalleşme Nedir?
ve
Etkileri Nelerdir ?
1980’li yıllarda uluslararası sistemde meydana gelen yeniden yapılanmanın bir uzantısı olarak önem kazanan
ve
çok yönlü bir etkiye sahip küreselleşmenin ekonomik boyutunun bir diğer ayağını oluşturan (birinci ayak üretimin küreselleşmesi)
finansal
küreselleşme
“ulusal finans piyasalarını ayıran sınırların ortadan kalkması, finans piyasalarının çeşitli kontrol
ve
sınırlamalardan arındırılarak uluslararası rekabete açılması, piyasaların konvertibiliteye sahip olmaları, kurların dalgalanmaya bırakılması uluslararası sermaye akımlarının artması
ve
yatırım fonları ile yatırım ortaklıkları gibi yeni kurumsal yatırımların finans piyasalarındaki rollerinin artması”
şeklinde tanımlanmaktadır. Dikkat edilirse
finansal
küreselleşme hem küreselleşmenin bir parçası hem de küreselleşmeyi hızlandıran önemli bir unsuru oluşturmaktadır. Nitekim
finansal
piyasaların bütünleşmesi
ve
sermaye hareketlerinin serbestleşmesi sonucunda faiz
ve
kur dalgalanmalarına imkan tanınması üretimin küreselleşmesinde önemli bir rol oynamaktadır.
Finansal
küreselleşmeye, çok taraflı parasal işbirliğini öngören Uluslararası Para Fonu (IMF)'nun çalışmaları sonucunda uluslararası para sisteminin II. Dünya Savaşı sonrasında aldığı şekil (paraların konvertibiliteye sahip olmaları), Dünya Bankası
ve
konsorsiyum bankaları gibi kuruluşların büyük çaplı sermaye yatırımı gerektiren projeleri desteklemeleri, doların 1973’teki devalüasyonu sonucunda kurların dalgalanmaya bırakılması
ve
teknolojide yaşanan gelişmeler etkili olmuştur. Bunların dışında reel sektördeki
ve
dünya ticaretindeki gelişmeler, ÇUŞ (çok uluslu şirket)'ların yatırımlarındaki artış, menkul kıymetlendirme, (securization),
finansal
araçların çeşitliliğindeki hızlı artış (future, option
ve
swap gibi) mevzuatın hafifletilmesi,
finansal
liberalizasyon gibi politik, kurumsal
ve
teknik etkiler de rol oynamıştır.
Finansal
liberalizasyon; genellikle hükümetlerin gelişmiş ülkelerin uluslararası
finansal
faaliyetlerini kendi ülkelerine çekmek için bankacılık finans sistemi
üzerindeki
denetim
ve
kısıtlamaları kaldırdığı ya da önemli bir ölçüde azalttığı deregülasyon uygulamalarının bir sonucu olarak gösterilmekte
ve
ekonomilerin uluslararası sermaye akımlarına açılma süreci olarak ifade edilmektedir.
1980’lerde yaşanan borç krizi ile önemli ölçüde daralan dış finansman imkanları sonucunda gelişmekte olan ülkeler kalkınma
ve
büyümelerini gerçekleştirmek amacıyla gereksinim duydukları sermaye birikimini sağlamak için özel sermaye akımlarının bileşimini değiştirerek (dış borç
ve
ticari banka kredileri şeklindeki), yabancı sermayeye (doğrudan yatırım
ve
portföye) kaymıştır. Dolayısıyla sermayenin dünyasallaşması olgusu ile borç sorunları arasında bir ilişkiden söz edilebilir.
Önceki yıllarda, gelişmekte olan ülkeler için yabancı sermaye teknolojiyi geliştirmek, sermaye açığını kapamak, işsizliğe çözüm getirmek, döviz rezervlerini genişletmek
ve
ucuz hammadde kullanmak amacıyla getirilirken bugün bunlara ek olarak, sermaye ihraç eden ülkelerin politik
ve
ekonomik desteğini sağlamak, dışa açılmak, ülke içinde dengeli bir rekabet ortamı yaratmak, çevre koruma
ve
insan kaynaklarının geliştirilmesi gibi hedefler de benimsenmiştir. Bu hedefler bağlamında, gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye girişi borçlanma yolu ile gelir yaratarak talebi etkilemekte
ve
dünya ticaretindeki gelişmeyi hızlandırarak küreselleşmeyi artıran bir rol üstlenmektedir.
Öte yandan,
finansal
küreselleşmenin itici gücü olan
finansal
liberalleşmenin
benimsenmesinde 1980’lere egemen olan iktisadi düşüncenin
rolü
de büyük olmuştur. Neo-klasik teori bağlamındaki bu düşünce yerli tasarrufların yetersiz kaldığı durumlarda yabancı tasarrufların yerli yatırımlar
ve
büyüme için önemli bir kaynak oluşturacağı temeline dayanmıştır. Bu düşünceye göre, sermaye hareketlerinin serbestleşmesi (dış
finansal
serbestlik) sonucunda tasarruflar sermaye darboğazı çeken ülkelere akacak, diğer bir deyişle ekonomik etkinliği geliştirerek büyüme
ve
istihdamı gerçekleştirmek için yurt içi tasarrufları yeterli olmayan gelişmekte olan ülkelerde faiz oranını yükselterek tasarruf fazlası olan ülkelerin tasarrufları çekilecektir. Bu süreç gelişmekte olan ülkelerdeki faiz oranları uluslararası faiz oranına inene kadar devam edecektir.
İşte
finansal
liberalleşmeye bağlı olarak bu beklentiler doğrultusunda gerçekleşen kısa vadeli sermaye hareketleri (portföy yatırımları, tahvilleri, mevduat sertifikası, ticari kağıt
ve
hisse senedi) G.O.Ü’lere yönelik uluslararası sermaye hareketlerinin önemli bir bileşeni haline gelmiştir. Portföy akımlarının çoğunun 1980’li yılların borç krizinden itibaren sürekli gelişmekte olan ülkelere yönelmesi gelişmekte olan ülkeler açısından yatırımcıların bu ülkelere duyduğu güven olarak değerlendirilmektedir. G.O.Ü’lere yönelik portföy yatırımlarının bu hızlı artışının nedenleri arasında bir yandan OECD ülkelerinde devresel olarak gevşek bir para politikasının izlenmesi uluslararası faiz oranlarındaki düşme
ve
buna bağlı olarak büyüme hızındaki azalma (itiş etkisi), bir yandan da yeni gelen yatırım fırsatlarının (çekme etkisi) etken olduğu gösterilmektedir. Bununla birlikte, portföy yatırımlarındaki artışta G.O.Ü’lerdeki özelleştirme programları (Arjantin'de olduğu gibi) ev sahibi ülkenin kredi değerliliği
ve
gerçekleştirilen kurumsal reformlarında (Meksika'da olduğu gibi) yüksek kazanç beklentilerini artırarak bu ülkelere yönelik sermaye akımlarının gelişiminde etken olmuştur.
Ancak, uluslararası sermaye piyasalarındaki bu eğilim aynı zamanda G.O.Ü’lerin ekonomilerinde bazı sorunların doğmasına neden olmaktadır. Bunlardan ilki artan kısa vadeli sermaye akımlarının istikrarlı olup olmaması
ve
kısa bir süre içinde tersi yöne dönüp dönmeyeceğine ilişkindir. Çünkü kısa vadeli sermaye akımları faiz
ve
döviz kuru arasındaki dengesizliklerden kaynaklanan arbitraj özelliğine dayanan istikrarsız sıcak para hareketi niteliği taşımaktadır. Bu yüksek likidite nedeniyle portföy yatırımları kısa vadeli banka kredileri ile birlikte riskli bir sermaye akımı olarak görülmektedir.
Uluslararası sermaye hareketleri makro ekonomik politikalara, bankacılık sistemine
ve
beklenmedik politik
ve
ekonomik gelişmelere karşı aşırı duyarlıdır. Aşırı sermaye girişi karşısında değer kazanmış yerli para uluslararası sermayenin bu duyarlılığına bağlı olarak kaçması sonucunda değer kaybına uğramakta
ve
finansal
krizler
yaşanmaktadır. Bir diğer ifadeyle; portföy yatırımları ile döviz kurları
ve
menkul kıymet fiyatları arasında yakın bir ilişki vardır. Nitekim, istikrarsız bu iki piyasa portföy yatırımları ile birbirine bağlanmakta
ve
karşılıklı etkileşim sonucunda
finansal
krizler
doğurduğu gibi, aşırı dalgalanmalar döviz rezervlerine bağlı olarak da ödemeler dengesi krizlerine yol açmaktadır .
Öte yandan, aşırı sermaye girişine bağlı olarak yerli paranın değer kazanması ihracatçı sektörlerin rekabet gücü
ve
dış ticaret dengesi üzerinde olumsuz etki yarattığı gibi ekonomiyi ithalata bağımlı hale getirmekte, bunun sonucunda özellikle dışa açık bir sektör olan imalat sanayii olumsuz etkilenerek uluslararası rekabet gücü azalmaktadır. Ayrıca, aşırı sermaye girişi ile bir süre sonra artan kamu açığı
ve
cari açık nedeniyle devalüasyon beklentisi içine girilmesi sermaye kaçışına neden olduğu gibi, doğrudan yatırımlara yönelik sermaye girişinin de olumsuz etkilenmesine yol açmaktadır.
Bütün bunların dışında
finansal
liberalizasyona bağlı olarak artan kısa vadeli sermaye akımlarının önemli bir diğer etkisi de reel getirilerin önemini yitirerek spekülatif güdülerin üretken yatırımlara baskın çıkması
ve
sermaye denetimini engellemesi ile birlikte sermaye piyasalarında
krizler
doğurmasıdır. Bu
krizler
ise kısa bir süre sonra uluslararası nitelik kazanarak ulusal makro ekonomik politikalardaki denetimi de güçleştirmektedir. Nitekim, 1997 Temmuz'unda Tayvan'da başlayan daha sonra pek çok Asya ekonomisini etkisi altına alan kriz buna örnek olarak gösterilebilir.
Finansal
Liberalleşmeye Karşı Yapılması Gerekenler
Gelişmekte olan ülkelerin belli bir evrim içerisinde olmadan
ve
makro ekonomik dengeler sağlanmadan çok çabuk bir şekilde
finansal
serbestleşmeye gitmeleri krizle karşı karşıya kalmalarına neden olmaktadır (Meksika'da
ve
Asya'da olduğu gibi). Nitekim, sermaye hareketlerinin serbestleşmesini öngören neo klasik yaklaşım dahi sermaye hareketleri karşısında gelişmekte olan ülkelerde sorunların çıkmaması için önce kamu
ve
para piyasası dengesinin sağlanmış olması, dış ticaret açığının kapanması gerektiğini belirtir. Bu görüşe göre, makro ekonomik denge oluşturulmadan
ve
para politikaları üzerinden kalkacak müdahalenin yerini alacak araçlar yaratılmadan
finansal
serbestleşmeye gitmek hatalı görülmektedir. Bu nedenle, dış
finansal
serbestlikten önce kamu yatırım
ve
tüketim harcamalarının kısılması, kamu teşekküllerinin özelleştirilmesi, sübvansiyonlara son verilmesi
ve
dış ticaret dengesinin sağlanmış olması gerekmektedir. Ancak, 1990’lı yıllarda Meksika ekonomisinin kamu açığı
ve
dış ticaret açığı olmamasına rağmen
finansal
bir kriz içerisine girmesi, krizlerin arkasında sadece kamu açığı
ve
dış ticaret açığını görmenin yeterli olmadığına işaret etmektedir.
Konuya bu boyutu ile bakıldığında, kısa vadeli sermaye akımlarının
finansal
bir krize yol açmaması için
finansal
ve
mali serbestleşmeden önce
finansal
sektörlerin
finansal
altyapısının sağlam temellere oturtulması gerekmektedir. Yani, etkin bir fon aktarım mekanizmasının olması gerekmektedir. Etkinliğin, fon aktarım mekanizmasını oluşturan aracı kurumların sayısının artmasından öte en iyi kullanıcıya en uygun fırsatla ulaşması yönünde olması önerilmektedir.
Bazı iktisatçılara göre ise, gelişmekte olan ülkelerde
finansal
liberalizasyona bağlı olarak artan portföy yatırımlarının aşırı dalgalanmasının beraberinde getirdiği
krizler
, spekülatif yatırımların üretken yatırımlara baskın çıkmasının yarattığı gelir dağılımı bozukluğunun giderilmesinde G.O.Ü’lerde sermaye kontrollerinin gerekliliği yönünde çözüm önerileri getirilmektedir. Bu önerilerden bir kısmı ulusal nitelik (katlı kur uygulaması, miktar kısıtlaması, bankaların döviz yükümlülüklerinin sınırlandırılmasına yönelik olarak munzam karşılık oranlarının konması, vs.) bir kısmı da küresel nitelik (Tobin vergisi) gösterilmektedir. F. R Kennedy’nin eski danışmanı Keynesçi iktisatçı, 1981 Nobel iktisat ödülü sahibi James Tobin, dövizlerin çevrilmesini içeren bütün uluslararası kambiyo işlemlerini etkileyecek bir verginin uygulanmasını önermiştir. "Söz konusu vergi hem alımda hem de satımda izlemelerin amacı ne olursa olsun devreye girecektir. Başlangıçta bu verginin sadece cari piyasada uygulanması düşünülmüş fakat bu piyasada var olan kaçamak yolların çokluğu verginin diğer tüm piyasaları kapsaması gerektiğini ortaya koymuştur" (Cari işlemler, vadeli işlemler, döviz trampları gibi). Tobin’e göre bu vergi, uluslararası düzlemde bütün ülkelerde aynı oranda alınmalı
ve
değişik hükümetler tarafından kendi toprakları üzerinde gerçekleşen döviz cinsi ne olursa olsun bütün işlemler için uygulanmalıdır. Bu vergi spekülasyonu yavaşlatacaktır. Çünkü verginin maliyeti aktifin elde tutulma dönemine göre tersi orantılıdır. Hesap durumu ne kadar kısa vadeli olursa, vergi maliyeti de otomatik olarak o kadar fazla olacaktır. Böylece, % 0,5’lik bir verginin iki günlük taşma için yıllık maliyeti % 5,7, yedi gün için % 6,8, bir ay için % 13, 3 ay için % 4, 3 yıl için % 0,2 olacaktır. Bu da salt spekülatif işlemlerin aşırı vergilendirilmesini sağlayacaktır.
Ancak, sermaye kontrollerinin olması gerektiği görüşüne karşılık bunun aksini savunanlarda olmuştur. Nitekim, Endonezya Maliye Bakanı Mari’e Muhammed ülkesinde yaşanan ekonomik krize rağmen eski kısıtlamaların yeniden canlandırılması yerine, ekonomik
ve
finansal
liberalleşmenin
artması yönünde hareket etmiştir. Endonezya'ya karşı olumsuz yaklaşımı önlemenin tek yolu, ekonomiyi daha fazla serbestleştirmek olarak görülmüştür. Öyle ki, bu görüş Endonezya Merkez Bankası Başkanı Soedradjac Djlwandono tarafından da desteklenmiştir. Dijwandono, yaşanan karmaşanın kaçınılmaz olduğunu belirterek bu tür gelişmelerden ülkenin soyutlanamayacağını
ve
bunların üstesinden gelebilmek için yetkililerin
finansal
ve
ekonomik liberalleşme konusunda kararlı olduklarını belirtmiştir. Gerek Endonezya gerekse Tayland Maliye Bakanları, ticaret
ve
finansal
alanda yeni korumacı girişimlerin yarardan çok zarar getireceğini vurgulamışlardır .
Öte yandan, bütün bunlarla beraber denetimsiz bir biçimde
finansal
liberalizasyon sürecine giren G.O.Ü’lerin yaşamış olduğu kriz, bu kriz sonrasında IMF programlarını uygulamak zorunda kalmaları
ve
bu politikaların ülkelerin makro ekonomi politikalarında denetim güçlerinin azalmasına neden oluşu, iktisadi dengenin oluşumunda devletin rolünün ne olması gerektiği konusunu da gündeme getirmiştir. Bu kanıya göre, küreselleşmiş ekonomide sermaye piyasaları, sermaye hareketleri serbestleştiği için özerk
ve
denetim dışı piyasa mekanizması çalışmakta
ve
devlet ekonomiyi yönlendirememektedir.
Ancak, yaşanan bu süreçte karşılaşılan sorunları
ve
riskleri aşarak küresel pazarın sunduğu fırsatları değerlendirmeye destek olmak açısından devletin görevinin daha da önemli bir hale geldiğini göz ardı etmemek gerekmektedir. Her ne kadar yaşanan uluslararası trendlerin etkisiyle devletin özerkliğinin aşınmasına rağmen, devlet, küreselleşmenin getirdiği dayatmalar nedeniyle toplumsal sorunların çözüm aracı olmasının ötesinde küresel sermaye piyasalarının işlerliğini etkin kılmak için gerekli hukuki
ve
altyapı koşullarını oluşturmakla görevlendirilmiş, böylece devletin düzenleyici
rolü
tekrar gündeme gelmiştir. Nitekim, Dünya Bankası'nın 1997 Dünya Kalkınma Raporu, küreselleşme sürecinde devletin gerekliliğini ortaya koymuş, piyasaların korunması
ve
düzenlenmesinde devlete büyük görev düştüğünü vurgulamıştır.
Raporda, etkin bir devlet olmadan gelişmenin imkansız olacağı gerçeğinin gözden kaçırılmaması gerektiği belirtilmiştir. Bunun anlamı ise, devletin piyasanın yerine geçmesi değil, onunla işbirliği yaparak piyasaların noksanlarının tamamlanmasıdır. Rapora göre, devlet üretime
ve
hizmetlere katılımı artırmalı, piyasa ekonomisinin iyi işleyebilmesi için kendi kurumlarını rekabetçi bir yapıya kavuşturmalı yani özelleştirmeli, kural
ve
sınırlamaları piyasanın gerekleri doğrultusunda güvence altına almalıdır. Raporda, ayrıca iktisadi büyüme için, liberal ticaretin, sermaye piyasalarının
ve
yatırım rejimlerinin sürdürülmesinin hayati bir önem taşıması nedeniyle devlet imkanlarının kapitalist küreselleşme ile bütünleşmeye engel olmayacak şekilde geliştirilmesi gerektiği tavsiye edilmiştir.
Öte yandan, portföy yatırımlarının beraberinde getirdiği sorunlar
finansal
liberalizasyon bağlamında doğrudan sermaye yatırımlarının serbestleşmesine ilişkin MAI (Çok Taraflı Yatırım Anlaşması) konusunu da gündeme getirmiştir, Her ne kadar yasalaşma sürecini tamamlayamamışsa da
“Küreselleşmenin Anayasası”
olarak ifade edilen MAI, içerdiği maddeler açısından oldukça ağır hükümler taşımakta, özellikle çokuluslu yatırımları kendi aralarında tam eşitlik
ve
serbestlik sağlayarak uluslararası arenada tüm sermayeye aynı işlemin uygulanmasını gerçekleştirmeyi amaçlaması, milli işlem ilkesi
ve
en fazla tercihli ülke ilkesi, çokuluslu sermaye arasındaki rekabeti ortadan kaldırmaya yönelik olduğundan sonuçta yine gelişmekte olan ülkeler aleyhine bir özellik taşımaktadır.
Öyle ki, mülkiyet edinme de dahil üretimden pazarlamaya kadar her alanda hiçbir sınırlama getirmeden
ve
denetimle karşılaşmadan uluslararası sermayeye faaliyet göstermesini sağlayacak imkanlar tanınması (ekonomilerin tamamiyle yabancı sermayeye açılması, yabancı şirket, yerli şirket arasında ayırım gözetilmemesi, yabancı sermaye yatırımcılarıyla doğacak ihtilafların özel uluslararası ticaret mahkemelerinde çözümlenmesi, yabancı yatırımcılara kuruluş büyüme
ve
hareket tarzlarına ilişkin her hangi bir taahhüt veya sorumluluğun dayatılmaması) MAI’nın
finansal
ve
yatırıma ilişkin küresel sistemin temel dayanağı olmaktan ne kadar uzak olduğunu gözler önüne sermektedir.
kaynak
BEĞEN
Paylaş
Paylaş
Cevapla
Kapat
Saat: 00:55
Hoş Geldiniz Ziyaretçi
Ücretsiz
üye olarak sohbete ve
forumlarımıza katılabilirsiniz.
Üye olmak için lütfen
tıklayınız
.
Son Mesajlar
Yenile
Yükleniyor...