Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Temmuz 2006       Mesaj #1151
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Çaresizler

Güneş tüllerin arasından sızarak, sessizce içeri süzüldü. Sonra da odanın karşı duvarındaki vitrinin camlarına, oradan da somyada yatan adamın yüzüne doğru yayıldı. Parlak ışınlardan rahatsız olan adam sırtını Güneşe doğru döndü. Bu kez sıcaklığı, saçsız başında daha çok hissetti. Gözlerini ovuşturarak, yatağın içinde doğruldu.

Diğer somyada yatan karısına baktı. Uyuyor muydu, yoksa uyanık mıydı, pek seçilemiyordu. Kalkıp karısının yanına gitti. Nimet Hanım'ın, çukura kaçmış gözleri, sabit bir noktaya takılmış, öylece duruyordu. Sol gözü büzülmüş, alnındaki kırışıklıklar iyice belirginleşmiş ve yüzünün sol tarafı gerilerek, dudakları eğilmişti. Yaşlı adam, bir süre karısını seyretti. Eski güzelliğinden eser kalmamış, herkesin hayran kaldığı o parlak devir çoktan son bulmuştu.

Oğlunun hasreti, kızının vefasızlığı onu bu hale getirmiş, önce yüzüne, sonra da bacaklarına felç gelmişti. Şimdi ne yürüyebiliyor, ne de doğru dürüst konuşabiliyordu. Yarım ağız, zor anlaşılabilen kelimelerle ancak derdini anlatabiliyordu. Tuvalet ihtiyacını dahi altına lazımlık vermek suretiyle kendisi yaptırıyordu. Hoş kendinin de ondan kalır bir yanı yoktu. Ağrıyan romatizmalı bacakları, bükülen beliyle, artık adım adım sona doğru yaklaştıklarının farkındaydı. Ama hiç olmazsa, bastonla da olsa gezebiliyor, ihtiyaçlarını görebiliyordu.

Eliyle hanımının sağ yanağını okşadı.
- Bu gün erken uyanmışsın Nimet. Çay yapayım mı?
Kadın olur anlamında başını salladı. Sonra güç anlaşılır bir sesle:
- Karnım da acıktı dedi.
- Öyleyse bir kahvaltı hazırlayayım, birlikte yiyelim. Ha ne dersin?

Nimet hanım hiç ses çıkarmadı. Gözleri bir yere dikili, boşlukta bir şeyler arara gibiydi. Kocasına yük olmanın ezikliği vardı içinde. Kırk yıllık evlilikleri süresince bir kere olsun incitmemişti Samim bey onu. Kızları Hülya'nın hayırsız bir evlat oluşu kocasını vaktinden önce çökertmişti.
Samim Bey, somyasının yanında duran bastonunu alarak, sessizce mutfağa doğru yürüdü. Çaydanlığa su doldurup ocağın üzerine koydu. Tepsiyi mermer tezgahın üzerine bıraktı. Buzdolabını açtı. Çayın yanına kahvaltılık birkaç şey hazırladı. Alışmıştı artık aylardır bu çileyi çekmeye. Oğlu Sadık, Amerika'ya doktora yapmaya giderken ikisini de kardeşi Hülya'ya emanet etmiş, sık sık araması için de tembihte bulunmuştu.

O gün, hep birlikte Beykoz'a gezmeye gitmişlerdi. Sadık Amerika'ya gitmeden önce Boğaz'ın güzelliğini doya doya yaşamak istiyordu. Denize yakın bir çay bahçesine oturmuşlardı. Ağaçların yağmurla karışık, rüzgarla hışırdadığı, gri bulutların İstanbul'a kasvetli bir karartı gibi çöktüğü gündü. Sadık Hülya'ya ''Sakın ben gidince babamları yalnız bırakma'' diye tekrar tekrar hatırlatmada bulunmuştu. Hülya ise Boğaz'ın kendi halinde sessizce akışını seyrederken, ''Sen hiç merak etme abi, gözün arkanda kalmasın. Haftada bir babamlardayım.'' demişti. Daha o günlerde Samim Bey'in içinde bir tuhaflık vardı. Oturdukları çay bahçesinde serin serin esen rüzgarlar, o gün ailenin üzerine bir soğukluk serperken, Samim bey'in yavaş yavaş artan huzursuzluğuna ve Hülya'nın hiç gülmeyen yüzündeki çizgilerin, gayrı memnun bükülüşlerine şahit olmuşlardı.

Sadık gidince, Hülya bir iki kez uğramış, sonra da kocasının zenginliğinden kaynaklanan şımarıklıkla İstanbul sosyetesine karışmış, bunları hiç arayıp sormaz olmuştu. Ona kalsa bir sürü sudan sebepler bulur, Erenköy'le Fatih arasının çok uzak olduğundan, gidip gelmelerin zorluğundan yakınır, sanki kocasını pek takarmış gibi, onun işlerini bahane ederdi. Ayda bir telefon eder, riya dolu sözler, sahte gülücüklerle onları avuturdu. Kızlarının bu denli vefasızlığı ve kendilerinden kopuşu, iki ihtiyarı da üzüyor, yüreklerini bir kor gibi yakıyordu. Hiç olmazsa torunlarını arada bir görüp, hasret giderebilselerdi içleri yanmayacaktı.

Samim bey, önce kahvaltı tepsisini, ardından da çaydanlığı içeri taşıdı. Karısının sırtına yastık koyarak oturmasını sağladı. Önce çayları doldurdu. Sonra da bir çocuğa bakar gibi, karısının önüne tepsiyi koydu. Nimet Hanım, titreyen elleriyle ekmek ve peynirden bölüp aldı. Çayını içerken dökmemesi için kocası yardımcı oldu.

Kahvaltı bittikten sonra tepsiyi ve çaydanlığı mutfağa götürdü. Antreden geçerken, dış kapının altından gazetesinin atıldığını fark etti. Gazeteci çocuk, günlük gazetelerini kapının altından bırakır gider, aybaşında da gelir parasını alırdı. Dönüşte gazetesini alıp odaya geçti. Karısına yakın bir koltuğa oturup, bastonunu bir kenara bıraktı. Gözlerini odanın içinde amaçsız gezdirdi. Biriken kirli çamaşırlar, yapılacak ütüler ve kabaran tozlar, onbeş günde bir gelen temizlikçi kadını bekliyordu. Aslında haftada bir gelse iyi olacaktı; ama emekli maaşıyla ancak karşılayabiliyordu. Gazetesini açıp göz gezdirmeye başladı. İri bir başlık dikkatini çekti. "Harç Parasını protesto eden öğrenciler, bazı işyerlerinin camlarını kırdılar." İçinden güldü. "Harç parası ile, işyerlerinin ne ilgisi var." diye söylendi. Gruplar halinde öğrencilerin ellerindeki flâmalarla birlikte, işyerlerini taşlarken çekilen resimlerine baktı. "Ben bu filmi birkaç kez gördüm." diye geçirdi içinden. Sıkıntıyla iç sayfalardan birini açtı. Gözleri gazetenin sayfasında bir süre anlamsız gezindi. Bir an gazetenin yazıları iyice silikleşti, yerine oğlu Sadık'ın silüeti geldi. Kaç zamandır belleğinde yer eden soru yeniden belirginleşti. Oğluna, annesine felç geldiğini, kardeşi Hülyanın onları hiç arayıp sormadığını, kendisinin de hasta olduğunu nasıl anlatacaktı? Kafasını günlerdir meşgul eden bu düşünceye bir çıkış yolu bulamıyor, aklında bin bir çeşit fikir düğümleniyor ve her biri bir ur gibi büyüyerek beynini kaplıyor, zihninde bir tek ak nokta bırakmıyordu. Bütün bu olanları ona anlatmak, oğlunun tahsilini yarım bırakıp gelmesi demekti. Halbuki Sadık, oraya bin bir umutla gitmişti. Onun her şeyi öğrenmesi, bütün umutlarının yıkılması olurdu ki, işte bunu yapamazdı. Sağ eliyle sol kolunu ovaladı. Kalktığından beri anlamsız sinsi bir ağrı vardı kolunda. Günlerdir komşularından dahi ne bir arayan, nede bir soran oluyordu. Genelde gittikçe kaybolmaya yüz tutan komşuluk ilişkileri İstanbul'da daha çok hissedilir olmuştu. Anadolu'da bu sıcak ilişki halen yaşanıyor olmalıydı. En azından akşamları bir kap yemek veren birisi mutlaka çıkardı. Terk edilmişliğin acısı bir kor gibi oturdu yüreğine. Sadık burada olsaydı, bu hale düşmezlerdi. Kederli gözleri bir noktaya dikilip öylece kaldı. Yanaklarına doğru ılık bir sıvının aktığını hissetti. Akan, hasretin getirdiği bir sevgi pınarı mı, yoksa içindeki ızdırap selinden sızan damlalar mıydı? Pek anlayamadı. Elinin tersiyle hanımına göstermeden gözlerindeki yaşı sildi. Bu arada göz ucuyla Nimet Hanıma bakmaktan da kendini alamadı. Karısının onu süzdüğünü fark ettiği zaman utandı.
- Gazeteye bakmaktan gözlerim sulanmış, diye geçiştirmek istedi.

Nimet hanım, yılların getirdiği tecrübeyle acı acı güldü. Güldüğü zamanlar, yüzünde gençlik yıllarından kalma, bildik bir gamze hemen yerini alır ve doğma büyüme bir İstanbul hanımefendisi olduğunun ipuçlarını verirdi.
Yarı anlaşılır bir sesle:

- Üzme kendini Samim, dedi. Ben iyiyim. İkimiz nasıl olsa idare ediyoruz. Çocukları ne yapalım ki?
Kocasını teselli etmeye çalışıyordu. Oysaki asıl teselliye kendisi muhtaçtı. Ruhunu alevler kaplıyordu. Kaygılı bekleyişlerin, ızdırapların, ümitsizliklerin, külsüz dumansız alevleri. Samim Bey olmasa ne yapardı? Kimlere derdini anlatır, sesini duyurabilirdi. Bazen ev ihtiyaçları için dışarı çıktığı zamanlar, bir daha dönmeyecekmiş gibi içini bir korku kaplar, kör kuyuların içine düşmüş gibi hissederdi kendini.
Samim Bey gülümsedi. Zoraki bir gülüştü bu.

- Eee hanım, söyle bakalım, bu gün sana ne pişireyim?
- Kendini yormanı istemiyorum. Kolay bir şeylerle geçiştiririz.
Samim Bey işi şakaya vurdu;
- Eh ne yapalım, günah benden gitti.

Aslında işine geliyordu bu gün yemek yapmamak. Zira kendini yorgun ve bitkin hissediyordu. Elindeki gazeteye tekrar göz gezdirmeye başladı. Magazin ve sosyete haberleriyle dolu renkli bir sayfa açtı. Gelişi güzel göz gezdirdi. Kızının resmini gördüğü an, sanki başından aşağı bir kova soğuk su dökülmüş gibi ürperdi. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Resmin altındaki yazıyı alel acele okudu. "Tanınmış iş adamlarından, Aydın Ardıç'ın karısı Hülya Ardıç, aşığı ile birlikte yakalandı." Geri kalan kısmı okuyamadı. Gazete elinden kayıp düştü. Sol göğsüne ani bir ağrının saplandığını hissetti. Ağrı ile birlikte kalbi de küt küt atmaya başladı. Soğuk soğuk terlediğini hissetti. Nimet hanıma göstermeden derin derin nefes aldı. Pijamasının düğmelerini çözdü. Pencereyi açıp biraz hava alsa düzeleceğini sanıyordu. Koltuğundan kalkmaya çalıştı ama başaramadı. Olduğu yere yıkılıp kaldı. Cansız vücudu koltuğun önüne bir çuval gibi düştüğünde, gözleri hâlâ açıktı.

Karısının cansız feryadı odanın içinde sahipsiz kaldı. Nimet Hanım, önce korkuyla kocasına baktı, sonra da hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir süre sonra artık gözyaşları kurumuş olmalı ki, ağlayacak takati kalmamıştı. Kısa bir süre düşündü. Komşulara nasıl haber verecekti. Sesi çıkmıyor ki duyulsun, yürüyemiyor ki koşup insanları toplasın. Çaresizlik içinde etrafa bakınırken, bir metre ötedeki kocasının bastonunu gördü. Somyadan sürünerek inebilse, bastonu alır biraz ilerde masanın üzerinde duran telefonu çekip düşürerek, Hülya'yı arayabilirdi. Kollarını uzatıp aşağı doğru sarktı. Bir külçe gibi olan vücudu buna izin vermedi. Her şeye rağmen başarmak zorundaydı. Bir kere daha denedi. Bu sefer somyadan aşağı yuvarlandı. Cansız kolları bedenini taşıyamadı. Ağız üstü yere çakıldı. Dudaklarından çenesine doğru ince bir kan şeridi sızdı. Kocası bu halini görse, bir baba şefkatiyle koşar, kanayan yerleri temizler, yanaklarını okşardı. Yeniden ağlamaya başladı. "Allah'ım önce ben ölmeliydim" diye küçük bir serzenişte bulundu. Sonra da "Yarabbi bana kuvvet ver" diye yakardı. Yeni bir hamleyle bastona doğru uzandı. Cevizden yapılma bastonun ucundan sımsıkı kavradı. Şimdi iş masaya kadar sürünmeye kalmıştı. Bütün kuvvetini toplayarak, tekrar emeklemeye başladı. Vücudunun her tarafının sızladığını hissediyordu. Artık kolları onu taşıyamaz olmuş, halsiz ve mecalsiz kalmıştı. Bir santim daha ilerleyecek kudreti kendinde bulamıyordu. Bastonu tutan elleri gevşedi, gözleri telefonda öylece yığılıp kaldı.