Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Temmuz 2006       Mesaj #1157
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: "Nazif Bey mi?" dedi. "Evet, Nazif
Bey!" diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla "Nazif Bey sizlere ömür
efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu." dedi. Hiç beklemediği bu haberle bir
acı saplandı yüreğine. "Ya, öyle mi.?" diyebildi sadece. Hicranlı bir
suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar
yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp
"Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?" diye sordu. "Evet
var,
oğlu Selim Bey....". Titrek bir sesle "Öyleyse Selim Beyle görüşebilir
miyim?" dedi. Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye,
"Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün
olmuyor;
ama ben yine de kendisine bir haber vereyim." dedi ve telefona yöneldi..
Sonra "Kim diyelim efendim?" diye sordu. "Kendimi ona ben tanıtmak
istiyorum
kızım." cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi. Daha sonra
mütebessim bir çehreyle, "Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen
beni takip edin." dedi. Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle
döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular,
sekreter kapıyı açarak, 'Buyurun!' dedi. O da içeri girdi. Kendisini ayakta
bekleyen vakur ve mütebessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini
uzatarak, "Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir." dedi. "Bendeniz de
Selim
Cebeci. Lütfen buyurun, oturun." dedi, genç iş adamı.
Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz: "Yirmi üç yıl, tam
yirmi üç yıl. Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini
öpmek için bu ânı bekledim." dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu. "Ama
o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm
anlatamam." Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: "Fakat
en azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım."
Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına
inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi
cümlelerine: "Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir
mi?" Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek
başıyla "Evet" dedi. Bunun üzerine Selim Beyin gözleri sevinçle parladı.
"Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık." dedi.
Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi
sıktı
ve "Sizi karşıma ALLAH çıkardı." dedi. Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı.
"Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?" dedi. Selim Bey gülen
gözlerle profesöre bakarak "Bizdeki emanetinizi vermek için..." deyince,
profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı. "Emanet mi?" dedi. Selim Bey
cevap
vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine "Gelebilir misiniz?"
deyip telefonu kapattı. Mehmet Bey, şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken
kapı
çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi.
Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler
fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken
Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı. Sohbetleri koyulaştıkça,
çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine hasret kırk yıllık ahbapların
yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey
yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her
yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki
portresini göstererek, "Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum." dedi.
"Bana
yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt
dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır
oldu. 'Sana bunun için burs vermedim.' diyerek bana istikamet verdi. Ona
her
namazımda dua ediyorum." dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki
fotografına
mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer
tabloya kaydı.
Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş
oldukça eski bir çift çorap duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında
çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:
"Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra..."
Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı
tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci
cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:
"Bir müddet sabredeceğiz, sonra..."
İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip tabloyu
iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle yalnızca sohbet
arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu. Ancak her seferinde
biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede:
"Bir müddet yürüyeceğiz, sonra..." diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle
daha sıralanıyordu. Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp, "Selim
Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim."
Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes
alarak:
"Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı.
Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O zenginlikten geriye hiçbir şey
kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem
yapıyordu.
Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin
kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin... Şaşkınlık içinde, 'Başka bir şey
yok mu?' diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı
gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışına mukabil babam: 'Bir müddet
zeytin yiyeceğiz, sonra...' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde
gezdirdi, 'Alışacağız.' dedi. Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı.
Birkaç
gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir
mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da
kalmamıştı. Annem bezgin bir sesle: 'Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl
yaşayacağız.' diye haykırdı. Bunun üzerine babam: 'Bir müddet sabredeceğiz,
sonra alışacağız.' dedi . Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet
okuluna
yazılmıştım.
Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 'Bu ilk
günün, okula beraber gideceğiz.' dedi. Yürümeye başladık. Okul oldukça uzak
gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi
düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark
edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana
ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat
vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, 'Yoruldum.' dedim. Babam
oldukça sakin bir şekilde: 'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.'
dedi.
Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde
ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman
buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. Bir gün, merakıma
yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin
üzerinde
de bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı:
'ALLAH borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.' Babamın dediği gibi oldu,
zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü. Bir gün babam eve çok
farklı bir yüz ifadesiyle geldi. Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her
birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa
paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı. 'Bugün, benim için ne
mânâya geliyor biliyor musunuz?' dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi,
gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize
hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp
yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa o turdu. Cebinden gazeteye
sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde
babama bakıyorduk. Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu
gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam,
beklemediğimiz bir şey yaptı. Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı.
Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı.
Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet
kendisini topladı ve 'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim.
Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime
'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır.
Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.'
demiştim. Bugün ise, ALLAH'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye
tek kuruş borcum kalmadı." dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki
çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz
bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak sakladım. Bu çoraplar
her gün bana: 'Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının
hakkıdır.' diyor".
Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini
kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı.
"Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir
hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım." Selim
Beye döndü ve "Siz ne yapardınız?" diye sordu. Selim Bey kendisine has
tebessümü ile: "Bir müddet zeytin yerdim, sonra..." dedi ve gülümsedi. O
sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye
girdi. Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp
kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı. 'Buyurun, yıllarca size vermek
istediğimiz
emanetiniz.' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı.
İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında
merakı
iyiden iyiye arttı. Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not
çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.
Sevgili Mehmet Bey oğlum,
Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu... Tahsil
hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin
son
altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. Bir müddet sonra
imkânlarıma
yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size
borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla
ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili
oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç
gece ağladım onu Rabb'im bilir. Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki
değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir. Bunlar elinize
ulaştığında,
borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.
Sevgilerimle, Nazif Cebeci.
Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Bu büyük insanın yüceliği karşısında
bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli
duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Bir ara yaşlı
gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı. Kendisine yıllarca hüzünle
bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi