Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Temmuz 2006       Mesaj #1159
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hoşçakal "Görüşmek Üzere"

Zeynep’e
Neden bütün şehirlerarası tren ve otobüslerin koltuk başlarındaki reklâmlar porselen reklâmı olurdu hep? Yolcuların genel geçer özellikleriyle ilgili bir sorun muydu bu, yoksa tamamen tüketim alışkanlığının getirdiği nihai bir nokta mıydı; ya da bu bir sorun muydu son tahlilde? Başını yasladığı diğer bir koltuk başında, karşısındaki porselen reklâmının içine girmiş gibiydi bakışları. Sabit ve donuk bakışlarındaki düşünceleri bu şekilde sıralanabilirdi. Gözlerini açıp kapama sıklığı da azalmıştı. Belli ki aklında yalnızca porselenler yoktu. Hem bu porselen meselesi bu kadar büyütülecek bir konu da değildi. Aklına herhangi bir şey gelmiş gibi ani bir hareketle cama doğru çevirdi başını, akan yolu izlemeye başladı. Saatlerdir dinlediği müziği bir kenara bırakmıştı. Otobüsün içindeki bu huzursuz sessizliği dinliyordu şimdi, dışarıyı seyrederken. Yanındaki yolcu, onun yalnız kalma isteğini onaylamış gibi bir vücut yapısında yatıyordu. Ona dokunmuyor oluşu, Mehmet’in de en çok takdir ettiği konulardan biriydi. Nereden çıkmıştı yola ve nereye gidiyordu? Birçok kez bunun muhasebesini yapmıştı. Gideceği yol ona bu izni verecek kadar uzundu. Gideceği yer de, çıktığı yerden oldukça uzaktaydı. Son zamanlarda hissettiği ve hattâ hissetmek istediği yalnızlık ve içe kapanıklık, ona istemediği bir duyguyu da tattırıyordu: insanlardan uzaklaşıyordu. Gittiği her şehir, insanlarıyla birlikte onun dışında hareket ediyor gibiydi sanki. Hiçbir sohbet, hiçbir hareket onun ilgi alanında değildi. Herkes ve her şey tümüyle yabancıydı onun için. Türkçe konuşuyor oluşlarına bile şaşırabiliyordu sanki bu kendi tekelindeymiş gibi. Herkese yardım etmek istemesine rağmen, kimseyle konuşmak bile istemeyişini açıklayamıyordu. “Herhalde son zamanlarda denediğim içe dönüşün bir sonucu olsa gerek,” diyip geçiştiriyordu. Derinlikli denebilecek ilişkisi hemen hemen kalmamıştı. Herkes insan kazanmaya çalışırken, o kaybetmek için uğraşıyordu. “Ne kadar çok insan tanırsan, incinme ihtimalin de o kadar artar,”dı çünkü. Bu yüzden başı hep cama dönüktü, bu yüzden hep müzik dinliyordu. Gideceği yere yaklaştıkça aynı endişeleri duyacağı geldi aklına. Pek de aldırmadı. Şehirde onu bekleyen bu yabancılığın yanında, bambaşka bir sıcaklık vardı, onu daha çok meşgul eden.
Otobüs, ovaların ve kayalıkların arasından geçerken, kimbilir kaçıncı molasından yeni çıkmıştı. Mercimek çorbası ve sütlaç yiyip koltuğuna oturmuştu Mehmet. Hiçbir zaman muavinin hörmetine ve minnetine sığınmak istemediğinden, yanına aldığı şişeyi çıkarıp suyunu içti. Yolculuk bitene kadar -ki çok az yolu kalmıştı artık- ona yetecekti. Sakızını kontrol etti ve bir tane ağzına attı. Sadece bir iki dakikalık bir zevk verecek olan sakızını çiğnerken bir yandan müziğini dinliyor bir yandan da dışarıyı seyrediyordu. Biraz sonra şehre girecekti otobüs. Belki ilk kez gelmiyordu bu kadar uzağa ama bu şehre ilk kez yolculuk yapıyordu ve anlatılmaz derecede uzun sürmüştü. Dümdüz ovaların ve tarlaların üzerindeki açık ve güneşli gökyüzüne bakıp korku duydu içinde. Binbir nedene atfedeceği bu korkunun asıl nedenini bulma oyununu oynamak, onun için çok eğlenceli olabilirdi yolculuğun kalan kısmında. Acı içinde geçen yıllar, ölümün günlük bir telaş haline geldiği, kanıksandığı zamanlar olabilirdi ona bu korkuyu veren; kimilerinden daha şanslı olduğu duygusu veya ondan daha şanslı olanların varlığı da olabilirdi; ölümün her zaman yakın olduğu düşüncesi de onu korkutmuş olabilirdi. Bunlara inanabilirdi. Bütün bunlar olabilirdi. Biraz daha zorlamaya başladı kendini. Elif olabilir miydi? Bütün korkusu, yalnız ve yalnız Elif olabilir miydi? Belki de insanlar umrunda bile değildi, belki ölümlerin gündelik bir heyecana dönüştüğü bu topraklardaki kan kokusunu umursadığı yoktu, belki bir aydın telaşından kaynaklanan bir refleksti yalnızca tedirginliği, belki şanslı olduğunun farkında bile değildi de farkındaymış gibi görünmek istiyordu, belki bunların, duyduğu korkuyla ilgisi bile yoktu ve bunu kabul edecek kadar güçlü bile değildi belki, belki her şeyin başladığı an, yalnızca ve yalnızca bir kadınla ilgiliydi. Adı Elif olabilir miydi?
*
Otobüsten indikten sonra şehrin içine doğru ilerlemeye başladı. Gündelik olmayan insan sesleri ve görüntüleri arasında yürüyordu. Ona gelmesi söylenen saate henüz vardı. Merkeze inip bir yerlerde oturmak istedi. Oraya ait olmayan sesiyle şehir merkezine nasıl gidebileceğini sordu bir esnafa. Zaten orada olduğunu öğrendiğinde fark etti ki burası, çok küçük bir şehirdi. “Gündüzü seyranlık, gecesi gerdanlık,” demişti ona duymayı sevdiği bir ses. Gülümseyerek hatırladı, yürümeye devam etti. Bir yerde oturma fikrini daha sonraya erteledi. Binaları, kahverengi tabelalara yazılmış tarihi yerleri, insanları, yiyecekleri, araçları, çocukları izledi uzun süre. Kağıt mendil satmaya çalıştı bir kaç tanesi, ayakkabısını boyamak istedi diğeri oysa ayağında sandaletleri vardı. Tarihi yerleri gezdirebileceğini söyledi bir diğeri. Hepsini reddedip neden ilgi çektiğini düşündü. Omzunda asılı fotoğraf makinesi, sırtındaki çanta, ayaklarındaki sandalet ve giydiği şort, tam da aradığı cevaptı.
Bir çay bahçesi ve bir Atatürk heykelinin olduğu meydan benzeri bir alana gelmişti. Minibüsler ve otobüsler buradan kalkıyor gibiydi. Buranın merkez olduğuna yemin edebilirdi. Kızılay gibi, Taksim gibiydi ama onlar “kadar” değildi. Çay bahçesine oturup bir meyve suyu söyledi. Yüklerini masanın yanındaki sandalyeye bıraktı. Çantanın içinde durmaktan uçları kıvrılmış defterini çıkardı ve büyük bir özenle “6 Ağustos 2005” yazdı. Garsonun meyve suyunu masaya bırakması anında verdiği bir iki saniyelik molanın haricinde başını defterden kaldırmadan yazdı. Hep büyük harf kullandı ve mürekkepten en iyi şekilde faydalanmak için kalemi olabildiğince dik tuttu. Sayfaları her çevirdiğinde duruyor, yazdıklarına bakıyor, sonra tekrar yazmaya devam ediyordu. Çay bahçesinin dibinde bir yerde, ama tam olarak nerede olduğunu bilemediği bir yerde, bir radyo canlı olarak oranın sakinlerine yayın yapıyordu. Yüksek ihtimal belediyenin desteklediği bir uygulamaydı. İstanbul şarkıları, türkü, pop ve rock çalıyordu. Arada bir de, anlamını bilmediği bir dilde türküler dinliyordu. Sürekli olarak reklâm çıkan bu radyodan yararlandığı tek şey, arada bir söylenen saatti zira Mehmet’in kolunda saat yoktu. Oradan kalkması gerektiğini anladığı anda, otobüste içini kaplayan korkuyla karışık endişe tekrar hücum etti vücuduna. Parayı ödeyip garsona “Sağlık Bakanlığı’nın Misafirhanesi’ne nasıl gidebilirim,” diye sordu. Küçük bir şehirde adres tarifinin kolay olduğunu anlayacaktı gün geçtikçe. Şimdi sadece şaşırmakla yetinmişti. Minibüse binerken midesi titriyordu. Titreyecek daha mantıklı bir yer bulamadığı için kızdı kendine. İçindeki organları yer değiştiriyor gibiydi. Düşüncesini, ne kadar istese de dağıtamıyordu. Baktığı yerlerin hiçbirini göremiyordu. Nasıl bir karşılaşma olacaktı bunca zaman sonra, ne yapmalıydı, o ne yapacaktı? Gözlerini kapatıp yüzünü aklına getirmeye çalıştı, başaramadı. Böylesi daha heyecanlıydı. Peki neden porselendi? Peki neden şehirlere bombalar yağardı? Peki neden yüzünü aklına getiremiyordu?
*
“Misafirhane’de kim inecekti?”
Silkindi. Aceleyle indi minibüsten. Bir süre yerinden kıpırdayamadı. Karşı kaldırıma geçip binaya girmesi gerekiyordu. Ona söylenen saate yaklaşmış olmalıydı. Elif yukarıda, arkadaşlarıyla birlikte onu bekliyor olmalıydı. Benim dışımda gelecekler de vardır, diye düşündü. Nedense bu fikir onu rahatlatmaya yetti. Bir tek kendisinin beklenmesi düşüncesi ona yavan ve yabani geldi oysa gerçekte istediği buydu. Şimdi karşıya bile geçemiyordu. Kafasını kaldırıp en üst kata baktı. Öyle demişti Elif, “en üst katta, gelince hemen üst kata çık, biz oradayız.” Eli ayağına dolaşmıştı artık. Binaya daha geç girmek için iş icat etmeye başladı. Kulaklıklarını kaldırdı, fotoğraf makinesini çantaya koydu, gitti marketten bir su aldı ve içmeden çantasına koydu, bir tane sakız attı ağzına ve karşıya geçmeye karar verdiğine kendini inandırmak için önce sola baktı. Minibüs geliyordu fersah uzaktan ama o beklemeyi tercih etti. Kendini güvene(!) aldıktan sonra sağa baktı. Geçebileceğine kanâat getirdikten sonra karşıya geçti. Binaya yaklaştı. Kapıya doğru yürürken, tıpkı onun gibi iki kişinin daha kapıya yöneldiklerini fark etti. Biri uzun biri zayıftı. Sakız, ağzının içindeki terden topaklaşmıştı, tadı kaçmış acımıştı; attı. Kapıya yaklaşanlarda, oralara yabancı bir ifade yoktu ama bulundukları duruma yabancı gibiydiler. Kapıyı çaldılar, o da yanlarında, onlardan medet umar gibi bekledi. Kapıyı açan adamla diğerleri arasında gelişen konuşmada, dinleyici olarak yer almayı seçti:
“İstanbul’dan arkadaşlar gelecekti…”
“Geldiler, en üst kattalar.”
“Hah, biz onların yanına çıkacağız.”
“Geçin.”
Onlar kapıdan geçtikten sonra Mehmet de adımını attı içeriye. Bekçinin, “sen de mi onlarla geldin,” sorusuyla merdiven başında çırıl çıplak kalmış gibi hissetti. O iki kişi merdiveni çıkmaya başlamışlardı ki durup arkalarına baktılar bunun üzerine. Göz göze geldiler. “Elif’in arkadaşı mısın?” dedi uzun olanı. Elif’in arkadaşı mıyım, diye içinden geçirdi soruyu. Buna bir cevap vermesi veya bulması gerekiyordu. Arkasında bir bekçi, tepesinde biri uzun biri çok zayıf iki kişi, dışında hiç bilmediği bir şehir; merdivenin başında sessiz kalmanın zamanı değildi ama “ne yani,” idi “ben Elif’in arkadaşı mıyım şimdi?”
“Evet, 6′da buluşacaktık, burayı tarif etmişti bana.”
“Hoşgeldin, ben Ahmet,” dedi uzun olanı.
“Ben de Ferhat,” dedi zayıf olanı; tanışıp merdivenleri çıkmaya başladılar. Arkada edilgen durumda kalan bekçi, ikinci katta hafızalarından silindi. Mehmet şimdi, duyduğu huzursuzluğu ertelemeye ve içindeki heyecanı yatıştırmaya çalışıyordu. Aynı anda, hiç katılmak istemediği bir sohbetin ana konusuydu. Geldiği yer ve yaptığı iş soruluyor, Mehmet de içindeki cevaplardan en kibar olanlarını seçiyordu. Oysa, bir yerlerde kalbi ve beyni Elif’e gittikçe daha çok yaklaşıyordu. Paramparça bir halde merdivenleri çıkıyordu. Son kata geldiklerinde, Elif’in uzun ve zayıf olan arkadaşları, Mehmet’le ilgilenmeyi bırakıp açık kapıdan içeri girdiler. İrili ufaklı sesler arasına kaynaştılar. Mehmet, kapının eşiğinde durmayı ve beklemeyi tercih etti. “İnanmıyorum nereden çıktınız siz,” nidası, onu gülümsetmeye yetti. Elif, konuşmaya başlamıştı işte. Mehmet, kulaklarını olabildiğince açıp bütün konuşmaları yakalamak istedi. Sarılıyorlardı ona, yani o öyle olduğunu tahmin ediyordu çünkü Elif’teki bu karşılama tonu, herhangi basit bir el sıkışmayla geçiştirilebilecek türden değildi. Emindi, sarılırken sağa sola sallanıyorlardı özlemin şiddetinden. Sesler de boğuk çıkıyordu, demek ki Elif’e uzun olanı sarılıyordu; demek ki Elif’in ağzı, uzun olanın omzuna dayanmış, öylece kalakalmıştı. Elif, duruma inanamamıştı. Bu, büyük bir sürprizdi. Şimdi de zayıf olanı sarılıyor olmalıydı çünkü konuşma tarzı değişmişti. Biraz daha şakalaşma tonuna kaymıştı Elif’in sesi. Bir karşılaştırma yapma ihtiyacı duydu Mehmet durduğu kapı eşiğinde. Ayın anda gördüğü iki arkadaşından, birine daha mesafeli -haydi resmî diyelim- diğerine ise çok daha samimi bir sesle karşılık vermişti. Elif’in çekindiği ya da sakındığı neydi ki uzun olandan -ki adını uzun bir süre hatırlayamayacağına yemin bile edebilirdi Mehmet. Ferhat, dedi bir an ama hayır; zayıf olanın adıydı o ve Mehmet kararını vermişti: Uzun olanını, sanırım sevmeyecekti.
Sarılmaların bitmesini ve sıranın kendisine gelmesini bekledi. Hâlâ kapının önünde duruyordu. Sırtındaki çantasını da indirmemişti. Elif’i görmeyeli ne kadar zaman geçtiğini düşündü. Günler mi geçmişti, hayır aylar mıydı yoksa, yıllar yıllar mı geçmişti Mehmet’in hayatından ona bu özlemi yaşatacak? Sarılmanın, böyle bir durumda, ihtiyaç haline geldiğine inandırdı kendini. Eritmek istiyordu göğsünün üstünde Elif’in göğsünü. Bunu açık açık istiyordu. Kanatmadan geçmeyecek kaşıntılar gibiydi. Elif’i ellerinin arasında unufak etmeliydi ki bu özlem dinebilsindi, bu şehir ayakalanabilsindi, tutuklanıp cezaevine konulabilsindi; sarılarak cinayet işleyebilsindi. Gözlerini kapattı. Cevaplayamadığı soru geldi aklına, geçiştirmek için uğraştığı: “Sen Elif’in arkadaşı mısın?”
“Pardon!”
İrkildi. Kapıdaki kız da onun bu irkilmesinden korktu. Durumun Mehmet tarafından algılanması için birkaç saniye yeterdi ancak bu süre, karşı tarafın Mehmet’e olmadık bakışlar atması için de yeterliydi. Eğreti durdu kapı ağzındaki bu sohbet:
“Proje için mi geldiniz?”
“Evet, ben Elif’in arkadaşıyım.” (Bunu ben mi söylüyordum?)
“Hoşgeldin ben Eda,”
“Ben de Mehmet,” diyip eşikten adımını attı. Ardına kadar açık kapı, o girince kapatılmıştı Eda tarafından. Kıza hissettirmeden kapının kapanışını izledi. Eşiğe baktı. Kapı kapanınca eşik daha görünmedi. Kafasını çevirdi Mehmet. Göz göze geldiler; Elif Mehmet’i, Mehmet de binbir başka bir şey gördü, Elif diye.
“Hoşgeldin Mehmet,” diyip yaklaştı. Yanaklarında, biraz önceki heyecan kalıntısı kırmızılıklar vardı; Elif’in. Elif’in heyecanı Mehmet’e özgü değildi, artıklarla geliyordu Elif. Adımları kendine güvenin mi yoksa sevilmenin mi yoksa özlenmenin mi işaretiydi, kavrayamadı. Saçları darmadağın olmuştu; ona birileri sarılmıştı ama öldürmemişti neyse ki! Durdu karşısında Mehmet’in. Ondan ayrılıp kaçan ve Elif’e koşan kalbi ve beyni de yerlerine geçtiler, ayağa kalktılar. Mehmet’in bütün organları hazır olda bekliyordu. Elif’in kolları havalandı, Mehmet’in yanak hizasına yaklaştı, yanaklarına dokundu ve her birinden birer tane makas aldı çocuğu gibi. Sonra Elif’in resmî yanağından, iki dolaysız öpücük Mehmet’in yanağına dokundu. Çocuğu gibi. Dudakları karışmadı karşılamaya. İşte bitmişti, Mehmet hoşgelmişti.
*****
Geldiği ilk günden son güne kadar Mehmet’in yaşadıklarını teker teker anlatmak bizim işimiz değil; onu Mehmet bilhare anlatacaktır ancak son gün yaşananları iletmek bizim için görevin ötesinde bir ayrıcalıktır. Seve seve o günlere dönebiliriz.
Mehmet, Elif’in onu karşıladığı o meşum günün gecesinde çok az uyudu. Yatağında boğuştuğu sıcağın ötesinde, bir başka yerde uyumayan ve uyumamaktan bu kadar zevk aldığı belli olan konuşmalar da onu uyutmamıştı. Uzun olanın sesini daha çok duymuştu. Adı hâlâ aklında değildi ama işte, Elif’le konuşuyordu. Elif susmuyordu/susmamıştı. Korkuyor ve uyuyamıyordu Mehmet. Korkusu nedendi sahi? Yerinden kalkıyor, balkonun pervazına yaklaşıyor ancak ona her şey, o anda da -yine- uzak ve hissiz geliyordu. 5 gün böyle geçmişti. Gün doğmadan kalkıyor, misafirhanenin terasına çıkıyor, günün doğuşunu izliyor, defterine hepsi büyük harflerle şiirler yazıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve birileri duymasın diye saklanıyordu. Mutfağa inip kahvaltıyı hazırlıyor ve Elif’in uyuduğu uyku olmak istiyordu, her gün. Biliyordu, uzun olanına hep mesafeli ve o kadar da yakın olmuştu Elif. Bunun mutlaka bir açıklaması vardı ve Mehmet, hiçbirine sahip değildi. Kapı eşiğinde rastlaştığı ve gerçekliğe dönmek için verdiği es nedeniyle üzerinde bir aykırılık yarattığı kız ve diğerleri için Mehmet, sabah erken kalkan ve kahvaltı hazırlayan bir nesneydi. Konuştukları çok nadirdi ki bu tam da Mehmet’in istediği şeydi.
Son gün, işte o gün, Mehmet bütün kişisel olanaklarını zorlayarak Elif’in yanına gitti. Yemek yiyip akşam eğlencesi için, Mehmet’in o ilk gün gittiği çay bahçesine gideceklerdi. Sıla Gecesi’ne katılacaklardı. Mehmet, Elif’in yanında; restorandan çıkmışlardı. Bir şey konuşmuyorlardı. Elif’i hep düşünürken yakalamıştı Mehmet o âna kadar, Elif’i hep yorgunken ve yalnızken izlemişti. Yanına gitmekten hep korkmuş, içinden sessizce sarılmıştı her sabah, uyandırmamak için. Sonra sonra işte o andı: Mehmet ve Elif, yürüyorlardı yan yana; onlar “yan yana yürü(ye)mesin diye dar yapılan” Mardin sokaklarında.
“Böyle değildi Elif. Sen konuşurdun benimle, mektuplarında böyle değildi, anlatırdın ama şimdi konuşamıyoruz, konuşmuyoruz. Neden Elif?”
Beklenmedik miydi ne?
“Bilmem Mehmet. Biraz farklı olduğunu biliyorum, ben de hissedebiliyorum ama konuşamıyor değiliz ki.”
“Tamam, yazdıklarını konuşamaz insan her zaman, biliyorum ama ne bileyim, bekliyor yine de.”
“Ben seninle her zaman konuşabilirim Mehmet, her zaman. Sen bana saatlerce anlat, dinlerim ben. Yine de ‘Mehmet acaba bana hâlâ yazıyor mudur,’ diye düşünmüyor değilim.”
“Bilmiyorum Elif, ben seni seviyorum, gerçekten.”
“Ben de seni seviyorum.”
“Dur öyle değil, kesme sözümü,” diyip saatlerce anlattı Mehmet. Hiçbir kelimesine haksızlık etmek istemediğimiz için bu konuşulanların anlatılmasını da Mehmet’in kişisel tercihine bırakıyoruz.
Onlar konuşurlarken arkadaşları da Sıla Gecesi’ne gitmişlerdi. Çay Bahçesi’nin hemen yanındaki Atatürk Heykeli’nin önündeydiler onlar da. Aradan saatler geçmişti. Mehmet’in başı, Elif’in omzunun üzerindeydi. Elif de başını, Mehmet’in başının üzerine koymuştu. “Başka bir yolu yok mu,” diyordu Elif; “lütfen, bu raddeye getirmeyelim Elif, kendimi zor tutuyorum zaten,” diyordu Mehmet son konuşmaları olarak. Kalkıp sonra, arkadaşlarının yanına geçtiler. Bir süre türkü dinlediler. Kimsenin anlamadığı ve bilmediği bir gizliliğe ortak olmanın verdiği mutluluk ama neyin verdiğini bilmedikleri bir acıyı paylaşıyorlardı. Elif midesini tuttu. Gözlerini Mehmet’e dikti ki Mehmet de ona bakıyordu zaten. Elif, acısını yüzüne katmıştı; Mehmet görüyordu. Yanına gitti.
“Ne oldu?”
“Yok bir şey, öyle bir saplandı işte. Ben misafirhaneye gideyim.”
“Misafirhaneye mi? Ben de geleyim,” der demez Mehmet, oturdukları çardaktan indi. Elif de ardından indi. Birlikte, huzursuz mu deseler bilemeyecekleri bir gecede minibüse binip misafirhanenin yolunu tuttular.
Elif’in verdiği bir sözü vardı Mehmet’e. Mardin’in bir yerinde, Suriye ışıklarına karşı, tarçınlı şarap içeceklerdi, ayaklarını uzata uzata. Mehmet, birçok gün bununla beslenmişti hiçbir şey yemeden. Bu, gerçek ve doğruydu. Mehmet’in geceleri terasta ağlamasının bir nedeni de buydu; Suriye ışıklarını göre göre. İşte o son gün, Mehmet Elif için bir rakı sofrası hazırladı. Misafirhaneye giderken rakı almışlardı. Yanına beyaz peynir, şeftali ve acur koydu Mehmet. Terasa sandalye ve masa çıkardı. Rakı yeterince soğuk olmadığı için, buzun bulunmadığı buzluktaki kar parçalarını bir torbaya doldurdu. Rakıyı içine koydu ve onu da terasa çıkardı. Her şey hazır olduğunda, Elif de hazırdı. Terasa çıktılar. Yan yana, ayaklarını pervaza uzatıp rakı içtiler. Elif, şarkı söyledi Mehmet’e. Gözlerini kapatarak, yumarak, ağlayarak, binbir türlü şekil şemale girerek dinledi Elif’i. “Ben seni unutmak için sevmedim,” dedi Elif; Mehmet sonra “Buruk Acı”yı istedi. Çoğu şey Mehmet’i anlatabiliyor ve anlayabiliyordu o gece. Elif de ağlıyordu ve Mehmet bunu görebiliyordu. Bizleri sadece buraya kadar ilgilendiren gece, misafirhanenin o soğuk mizaçlı yataklarında bitti. Elif’İn yatağı, Mehmet’in yatağının hemen yanındaydı. Uyumaya çalışıyorlardı, sarhoştular. Mehmet sırtüstü yatmış, cesaretini toplamaya çalışıyordu; Elif’in ne yaptığı/hissettiği hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Üzerindeki çarşafı sıyırdı Mehmet. Yatağından kalkıp Elif’in yatağının önünde çöktü. Ona baktı Elif sorar gözlerle.
“Yanında biraz yatabilir miyim?” dedi Mehmet. Cevap vermedi Elif. Yorganını sıyırıp biraz sola gitti. Kıvrıldı Mehmet yanına. Elif’in elini elinin arasına alıp sıktı, öldürmek ister gibi; sevmekten öldürmek ister gibi, kenti ayaklandırır gibi. Vücudunun başka hiçbir yerine değme/dokunma hakkını duymadı kendinde. Aldığı iznin bittiğine kanâat getirip yatağına gitti. Uyuduğunu hatırlamayacak kadar çabuk uykuya daldı. Uyandığında saat 5 buçuğu biraz geçmişti. Geç kaldığını düşünüp fırladı yataktan. Çarşafı toplayıp yatağı düzeltti. Kahvaltıyı hazırladı. Tabakların üzerini pislenmesin diye örttü. Defterinin olduğu odaya gidip defterini aldı. Bir siyah torba (bunu da açıklamak istediğimizi sanmıyoruz), bir kolonya ile birlikte sarı bir zarfın içine koydu. Defterinden kopardığı bir kâğıdın üzerine “Olmayınca olmuyor,” yazdı; onu da zarfın içine koydu ve zarfı kapattı. Üzerine “Elif Irmak” yazdı. Kahvaltı tabaklarının yanına koydu zarfı. Valizini kapatıp aşağıya indirdi yavaş yavaş. Tekrar yukarı çıktığında saat 6 buçuğa geliyordu. Hazırdı. Elif’in yatağının önüne çöktü. Yanağından öptü uyandırmak için ama uyanmadı Elif. “Elif,” dedi yine uyanmadı. “Elif,” dedi bir kez daha. “Mehmet,” diyerek gözlerini açtı Elif; Mehmet’i buldu. Gülümsediler bir küçük an, ama mutlu bir an, ama sevimli. “Uyuyacak mısın,” diye sordu Mehmet cevabını bildiği halde. Kafasını salladı Elif. “Ben biraz dolaşmaya çıkıyorum,” dedi sonra Mehmet alnından öperek. Soluna dönüp uyumaya devam etti Elif. Mehmet, eşikten adımını atmadan önce Elif’e bir kez daha bakmadı; merdivenlerden indi, valizini aldı ve yolun karşısına geçip ilk gelen otobüse bindi.
*****
Hayat, her ne kadar devamlardan ibaretse de, bu anlattığımızı bir öykü yapan, bir yerde başlayıp, bir yerde -yani burada- bitmesiydi. Her zaman yazarın bitirmek zorunda olmadığı durumlardan biriydi bu da. Bu öyküyü bitirmek için de kahramanımızın kendi sözlerini kullanmayı daha uygun gördük…
“[…] Misafirhaneden çıktım. Yoldan geçen ilk Diyarbakır otobüsüne bindim milyonlarca yıldır ağlayan bir halde. Mardin’den ayrılıyordum ve ayrılırken bitiyordum. İçimden denize dökülüyordum ve bence çoktan ölmüştüm […]”
…ve bizce, şehirlere (hâlâ) bombalar yağıyordu.