Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Temmuz 2006       Mesaj #1161
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Uykunun Ayak Sesleri



eksik olan şey... sevgi mi ne?

Hava güzel. Trafik gürültüleri rahatsız etmiyor. Uzaktan, hiç alışık olmadığım türden bir müzik sesi geliyor. Ama dinginim, ama huzurluyum.

Şimdi sadece görüntüsünü izlediğim televizyonu kapatmalı, bir bardak ılık süt içmeli ve uyumalıyım. Pencereler aralık kalsın, ama kapının zincirini takacağım.

Ben aşığım yatak odama; lambasına, divanına, aynasına ve dolabına. Duvarlardaki resimlerine de aşığım. Hele şu asabilmek için duvarı delik deşik ettiğim, önce hiç bir yer uymayan, sonra yerini bulan, denizin ve göğün renklerine egemen resme sırılsıklam aşığım.

Aynada yüzümü inceleyerek saçlarımı taradım ve eprimişliğiyle bedenime alışkın geceliği giydim. Ardından, başucu lambamı yaktım, tavan lambasını söndürdüm. Yatağa oturdum, yastığı kabartarak arkama dayandıktan sonra, alışkanlıkla başucumda duran gazete ve dergi yığınına uzandım. En üzerindekini çekip aldım. Bir haftalık sanat dergisi... Dün okuduğum sinema fimi tanıtımından sonra gelen makaleyi atladım ve birkaç sayfa okudum. Satırların sonundaki büyükçe nokta işaretine geldiğimde, göz kapaklarım ağırlaşmıştı. Dergiyi yerine koydum, yastığı düzelttim, başucu lambasını söndürdüm ve sırtüstü uzandım.

Hava gerçekten güzel. Tertemiz bir esinti, uzaklarda söylenen bir şarkıyla beraber pencereden içeri giriyor; ellerimde, kollarımda, yüzümde, omuzlarımda ılık bir ipek yumuşaklığıyla geziniyor. Derin bir nefes alıyorum. İçim daha da ferahlıyor. Uzun bir esneyişle gözlerimi kapatıyorum. Belli belirsiz, uykunun ayak seslerini duyuyorum.

Yarın çizgili eteğimi ve beyaz ceketimi giyeceğim. Boynuma puanlı eşarbı bağlarım. Hangi ayakkabımı giysem?... Beyazı mı, yoksa siyahı mı? Beyazın boyanması gerek, siyahınsa topuklarının yapılması. Topuklarımı yere vura vura yürümekten vazgeçmeliyim.

Elektrik ve telefon faturaları yatırılacak. Telefon faturası bekleyebilir, ama elektriğin zamanı geçiyor. Kapıcıya da söyleyeyim, otomat parasını yöneticiye versin. Gazeteleri de paspasın üzerine koymasın, kapı kulpuna sıkıştırsın. Kaç kez söyledim inadına yapıyor sanki.

Yorucu bir gündü. Onca koşuşturmaca hiç bitmeyecek sandım. Danışmanlığını yaptığım lisans öğrencilerinin tez öğrencilerinin konusunu belirlemeye yardım et, haftalık bölüm toplantılarına katıl, derse gir derken, akşam oluverdi. Şu servislere bağımlılıktan kurtulmalı, bir araba almalıyım. Şöyle ayakları yerden kesecek cinsten. Servisler neyse de, öbür otobüslerde gerçek bir eziyet oluyor. Sıkıştırırlar, göz hapsine alırlar, ayağına basarlar... Acı duyarsın, tırnağına kan oturur ve sonra aylarca süren bir etten kurtulma savalımı olur. Zaman zaman bir yara bandıyla kapatırsın. Ve o insan, ayağına bastıktan sonra, boş boş yüzüne bakıp gider. Bir özür bile dilemez... Yarın ilk işim gazetelerdeki satılık araba ilanlarına göz atmak olsun. Şimdi uyumalıyım.

Bir, iki, üç... Bazıları "bir, ki, üç..." der. Bir, kiii, üç, dört..." "Ki" dememeli... Tempolu olsun: "Bir-iki-üç-dört-beş-altı-yedi-sekiz..."

Akşamüstü bölümdeki bazı arkadaşlarla birlikte gittiğimiz sergideki heykelcikler, ne kadar da soğuk görünümlüydü. Soğuk ve ürpertici. Çamur öbekleri, oluşumunu henüz tamamlamış gibiydi. Fakat gözler ve ağızlar belirginleşmişti. Kulaklar güdüktü. Gözler oyulmuş, ağızlar donmuş bir haykırışla açılmıştı. Çıplak bir beyazlığın altındaki büstler, bitmemişlikten kurtulmak için çırpınıyorlardı. Genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek, hayvan büstleri... Ayrıcasız, bütün gözler oyulmuştu. Oyuklar derin ve ürkütücüydü. Karanlığı, içine doğru çekiyordu. Bir an bu karanlık deliklerden birinden içeri çekilip kayboluvereceğimi sandım. İçimdeki gerilimin başkalarınca fark edilmemesi için, hafifçe gülümseyerek sütunlardan birine yaslandım. Sütunun serinliğini sırtımda hissedince, içime bir güven duygusu yayıldı.

Seri çıkışında genç sanatçıyı annesiyle birlikte kapıda beklerken gördük. Utangaç ve heyecanlıydı. Belli ki ilk sergisiydi. Annesi siyahlar giyinmişti. Etli dudakları ve patlak gözleri vardı... Birden dönerek sergiye kaçamak bir göz attım. Vay canına!... Yalnızca annesinin gözlerini oymak için onca insan ve hayvanın gözlerini oymaya ne gerek vardı.

Şimdi uyumalıyım. Bir, iki, üç...

Eve dönmeden önce, bir yerde oturma teklifini sevinçle kabul ettim. Bazen tekdüzeliği bozan her şey hoşuma gidiyor. İşler yolunda gitmese de; duman, yemek ve alkol kokularından boğulsam da. Öyle ya, onlarla olabilmek için, sigara dumanı, sigara dumanı!...

Bugün de Sedat biraz içince kendini en yakışıklı, en zeki, en yaratıcı, en önemli biri gibi hissedip bağıra çağıra konuşarak incilerini dökmeye başladı. Sedatlar hep enerjik bir ses tonuyla konuşurlar. Çok yaratıcı, çok meşgul, çok önemli olduklarını kanıtlamak istercesine randevularını unuturlar, geç kalırlar, geldiklerinde de bir an önce başka yere gitmek üzere gibidirler. Ama ortaya kayda değer bir iş de çıkarmazlar. Yine de bu onları rahatsız etmez. Bir de gözünüzün önünde buluşmalarını aksatmayan, geç kalmayan, unutmayan ve işini de bağırıp çağırmadan, telaşa vermeden, sessiz sedasız ortaya çıkaran örnekler de varsa, Sedatlar dudağınızın kenarında hoşgörülü bir gülümseme olur.

Masadakiler, Sedat'ı ilgiyle dinliyorlardı. Herkesin aksine benim kayıtsızlığımı görünce, hemen bana yöneldi. Oysa bunu hiç istemiyordum. Enerjimi sadece mesleğimle ilgili konularda harcamamalıymışım. Başka şeylere de zaman ayırmalıymışım. Yalnızlıktan kimsenin mutlu olduğu görülmemişmiş. Seyahatlere çıkmalıymışım, sevgililer edinmeliymişim. Ona "Olmamı istediğiniz şekilde düşünmeyin beni; olduğum gibi olmanın hiç sakıncası yok" dedim. "Bu iyidir" deyip azgın bir kahkaha patlattı. Yine de, canımı sıkmayı sürdürdü. Sesini daha yükselterek, "Haydi dürüst ol, istemez misin bir sokak kedisi gibi yaşamalı?" dediğinde, öfkeyle bakarak onu susturdum. Neden sonra, can sıkıntısıyla yarı alaylı, "Sesimi kesebilirsiniz, ama içimdeki türküleri susturamazsınız" dedi. Bu, daha iyiydi.

Kimin içindeki türküler susuyor ki? O türküleri susturmaya kimin gücü yetebilir ki?..

Sanki ben biliyorum! Ne zamandır bu şehirden ayrılmadın... Bir biletim olsa, yarın tarihli. Küçük bir valizle istasyona gitsem. Tren kalkarken camından baksam. Birileri mendil sallasa usuldan.

Evden çıktığımda, sudan çıkmış balığa dönüyorum. Sokakta, fakültede ya da başka her yerde, çevremdekilerin çoğu bu ayrıksı insanı didik didik etmek için, elinden geleni yapıyor. Oysa ben sadece çok çalışan, sürekli çaba gösteren biriyim. Zaten çok çalışmamın bedelini kendimce ödüyorum. Ayrıca bir bedel ödememe gerek yok ki... Yoluma çıkan böyle çarpık zihniyetli tek tük insanlar, ordu olsa vız gelir.

Uyumalıyım.

Yeni bölüm başkanı, sabah geç kalanlara karşı hoşgörülü değil. Saati geldi mi, odasının kapısını açıyor ve gelen geçeni gözleriyle denetliyor. Yarın odama koridorun öbür ucundan gideceğim. Göremeyince telaşlanıp kontrol etmek için geldiğinde, masum ve berrak bir ifadeyle yüzüne bakarım. Daha gelmediğimi zannettiğini söyleyince de, hakkı yenmiş insanların kırgınlığıyla gülümseyip utandırırım onu.

Bir. "ki". Üç. Dört... Bir-iki-üç-dört...

"Beni bırakma" ile "beni hiç bırakma" ifadeleri arasında fark var. İlkinde bir ayrılığın habercisi gibi. İkincisinde, beraberlik sürmektedir ve sevgili bu güzel beraberliğin bitmesini hiç istememektedir. "Beni hiç bırakma" diyebileceğim bir olsaydı.

Şu Adnan da doçent olduğundan beri övünmekten yorulmadı. Doktorada aynı gün, aynı jüriye sınava alınmıştık. Ben sınava gerekebilecek kitapları ve tezimin orijinal nüshasını alarak gelmiştim. Adnan'sa karısı ve iki küçük çocuğunu getirmişti. Sınava önce o girmişti. Çocukları koridorda bağrışarak koşuşturup duruyorlardı. Karısı sınavdan önce jüriye ikram etmek üzere getirdiği çeşit çeşit yemek, pasta ve çöreklerle uzun bir masanın üzerini donatıyordu. Adnan'ın tezini savunması kısa sürmüştü. Hemen ardından ben içeri alınmıştım. Benim savunmam da kısa sürmüştü. Dahası sonra adama girip kapıyı kapattığımda, bir bayram coşkusuyla, Adnan'ın doktorasının kutlamaları başlamıştı. Büyükçe bir tabağa koydukları fazlasıyla yağlı yemeklere bulaşmış pasta ve çöreklerden bana da getirmişlerdi. Yiyememiştim.

Adnan, doçentlik sınavına da karısı ve çocuklarını getirdi. Çocuklar büyümeden profesörlüğü de halletmeli.

Sanırım benim doçentliğim bir hayli gecikecek. Neyse. Uymalıyım. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on, on bir, on iki...

Yarın çizgili değil, kareli eteğimi giyeyim. O zaman, puanlı eşarbı takmama gerek yok. Geçenlerde aldığım tahta kolyeyi takabilirim.

Tahta kolyeyi aldığım gün gittiğim konferansta, kendimi nasıl da aciz hissetmiştim... Konuşmacı, kürsüden indiğinde yanına gittim. Özetleyerek yeniden çıkardığı kitabını ne kadar beğendiğimi, buna gerçekten gereksinimimiz olduğunu söyleyip teşekkür edecektim. Ancak daha bunları söyleyemeden, başkasının ona sorular yönelttiğini ve ayaküstü bir sohbetin başladığını görünce, bir kenarda durup sıramı beklemeye koyuldum. Konuşmacı niyetimi anlayınca, aceleyle sözlerini tamamladı ve bana yöneldi. Bu çok hoşuma gitmişti. Ancak söylemek istediklerim bir türlü dilimin ucuna gelmiyordu. Konuşmaya başladığımdaysa, dudaklarımdan dökülen sözcükler tanıyamadım. Susmak ve tasarladığım şekilde konuşmak istiyor, ancak bunu bir türlü başaramıyordum. Oysa ben ona kitabının konu hakkındaki önemli sorulara yanıt vermediğini; kısaltmakla özetlemek arasındaki farkı bilmediğini; örneklemin yetersiz olduğunu; kağıdın kalitesiz, kapağın özensiz olduğunu söylemek istemiyordum. Kadının yüzü öfkeden renk değiştirip elleri titremeye başladığında, korkuyla oradan ayrılmıştım.

O günkü sıkıntı, aynı yeğinliğiyle göğsüme çöreklendi. Öyle olsun istemezdim. Nasıl oldu da, güzel şeyler söylemek isterken o sözler çıktı ağzımdan? Nasıl oldu, hâlâ anlayamıyorum. Oysa, doktora tezimde o kitaptan oldukça yararlanmıştım.

Artık uyumalıyım. Hava da serinledi mi nedir?.. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz...

Aslında, yarın en iyisi çizgili eteğimi giyeyim. Evet, evet... Hem, puanlı eşarp bana yakışıyor. Varsın boyasız olsun, beyaz ayakkabı daha iyi. Hatta sabah vakit bulabilirsem saçlarımı ısıtmalı bigudilere sararım. Biraz da makyaj yapayım ki, form verilmiş saçlarıma verdiğim zahmet boşa gitmesin. Bir, iki, üç...

Seni adi, ikiyüzlü köpek! Sen kim oluyorsun da beni dekana gammazlıyorsun?! Kaç paralık adamsın sen! Benim bu kuruma bu yaşıma kadar verdiğim emeğin hesabı senden mi soruluyor?!.. Dost bilmiştim seni. Dosttuk sözümona. Sen ki, dostluk kim be! Sen kim, arkadaşlık kim! Sen yalnızca kendini zayıf ve güçsüz hissettiğinde dost ve arkadaş olursun. Maksatlı yaklaşmaların da, en çok benim gibi yalnız insanlaradır. Artık bir muhbir olduğunu biliyorum. Listende şimdi kimler var, hı? Oturup kahvesini içtiğin, giderken sırtını sıvazladığın kaç kurban var?.. Sürüngen! Kertenkele! Yılan! Tenha bir yerde yüzüne tüküreceğim senin. Yo, tenha bir yerde değil, o sırtlan suretine fakültenin en kalabalık koridorunda tüküreceğim ki, öğrencilerin de görsün. Yarın ilk işim bu olacak.

Sakin olmalıyım, sakin olmalıyım. Şimdi bunu düşünmenin hiç sırası değil. Kanı beynime sıçratmaktan başka işe yaramaz. Nasılsa olay küllendi. Üzerinde durmamalıyım artık. Düşünmemeliyim.

Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz...

Aklıma takılan bir şey var. Dün aldığım mektup zarflarının arka kapakları üçgen miydi yoksa düz mü? Düz olanlar daha güzel. Keşke dikkat etseydim. Bir, iki...

Vahit'e yazdığım mektubun yanıtı gelmedi... Ummamalıydım.
Sabah kalkmak için iyi bir nedenim olmalı. Bir...

Evet, mutlaka! Yarın ilk işim, o sürüngenin yüzüne tükürmek olacak. Sonra da istifamı basacağım... İstifa mı? Nasıl da düşünüverdim böyle bir şeyi! Ne istifası! Kendine gel, ne oluyorsun! Öfkene yenilme. Akıllıca yürü bu yoldan. Harcanmak mı istiyorsun?

Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on, on bir, on iki, on üç, on dört, on beş, on altı...

Arka taraftaki arsanın her geceki konukları havlayarak, gruplar halinde sökün ettiler gene. Her zamanki gibi, çok geçmeden kavgaya tutuştular. Arada sırada, canı yanan birinin tiz bir sesle inlediği duyuluyor. Havlamaları sessizlikte yankılanıyor. Ne kadar da telaşlılar... Köpekler başıboş... Aç, yorgun ve sinirli. Köpekler başıboş, aç, yorgun ve sinirli. Köpekler başıboş, aç, yorgun ve sinirli. Köpekler başıboş aç, yorgun ve si... nir... li. Kafamın içindeki gürültüyü duymak için sessizlik istiyorum! Susun! Ne olur, susun! Artık havlamayın bana! İtler, itler!

Geldikleri gibi, havlayarak gittiler. Sesleri de kendileriyle birlikte uzaklaştı.

Serap'ı benim odaya vereceklermiş. Ondan daha eski olduğum için, pencere kenarındaki masa doğal olarak bana ait olacak. Kapı ve dolap anahtarlarından birer tane daha yaptırmak gerekecek. Onun saksı çiçekleri de geldiğinde, odada kımıldayacak yer kalmaz artık. Hem mutlaka bir kitaplık daha konması gerek. Aslında onu daha büyük başka bir odaya verebilirlerdi.

Serap... Masamdan aldığı kalemleri geri vermeyip hep unutur. Aldığı borçları da. Sigara içer, paket taşımaz. Ivır zıvır yemesini sever. Çevirilerini öğrencilerine yaptırır. Altında imzası olan projelerin bütün yükünü de öğrencileri çeker. Sıkıntısız yaşamanın yolunu bulmuş... Onunla aynı odada çalışmak düşüncesi bile itici geliyor. Yarın ilk işim, bu konuyu bölüm başkanıyla konuşmak olacak. Sağlık problemim olduğunu, sigara içen biriyle aynı odayı paylaşmanın olanaksız olduğunu söylerim. Evet... İyi fikir.

Vakit epeyce geç olmuşa benzer. Caddeden tek tük geçen arabaların homurtuları bölüyor sessizliği. Böyle giderse, uyumadan sabahı edeceğim. Bütün düşünceleri kafamdan kovmalıyım.

Elimde beyaz bir kürek var. Daldırıyorum kafatasımın içine. Kara düşünceler, bir yığın oluşturmuş. Daldırıyorum beyaz küreği bu sıkıntılı düşüncelere. Kürek kürek atıyorum dışarıya onları. Bir kürek, iki kürek, üç kürek, dört kürek... Kafamın içinde hiç düşünce kalmayana kadar sürdürüyorum bu işlemi. Kıyıda köşede kalmış ufak tefek düşünceleri de kazıyor ve dışarı atıyorum. İşim bittiğinde, kirlenmiş beyaz küreği sonsuzluğa fırlatıyorum.

Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on, on bir, on iki, on üç, on dört, on beş, on altı, on yedi, on sekiz, on dokuz, yirmi, yirmi bir, yirmi iki, yirmi üç, yirmi dört, yirmi beş, yirmi altı, yirmi yedi...

Yarın ilk işim, istifa dilekçesini vermek olacak! Sürüngenlerle aynı havayı soluyamam, diyeceğim. O dar ve pis alnı artık bir kez daha olsun görmek istemiyorum.

Of! Sakin ol! Bir, iki, üç, dört...

Nasıl katlandım bunca zaman bu haksızlığa? Nasıl bu kadar tepkisiz kalabildim?! Ben aptalın biriyim! Daha o zaman kendimi savunmalıydım. Ne güçsüz bir insanım. Bir an önce, sabah olmalı! Uyur ya da uyanık, sabah olmalı! Bundan sonra, aptal biri gibi yaşamayacağım! Neyse, bugün bugündür. Yarın kendimi oluşturacağım.

Bir, iki, üç, çizgili etek, beyaz ceket, puanlı eşarp, fatura, otomat, oyulmuş gözler, anne, karanlık, kaybolmak, Sedat, seyahat, sokak kedisi, Adnan, doçentlik, yemek sosuna karışmış pasta, çocuklar, kareli etek, tahta kolye, konferans, sıkıntı, çizgili etek, puanlı eşarp, bigudi, makyaj, sokak kedisi, dekan, sürüngen, kertenkele, yılan, mektup zarfı, üçgen, Vahit, istifa, köpekler, istifa, sokak kedisi, sürüngen, itler, istifa, kareli etek, tahta kolye, Serap, sokak kedisi, çiçekler, sigara, istifa, beyaz kürek, istifa, kirlenmiş kürek, istifa, istifa, istifa!

Yorgunum. Gözlerimden giren sinsi bir ağrı, alnımdan dolaşarak enseme saplandı. Kulaklarım çınlıyor. Bütün bedenim ağrıyor. Bu çınlama ne zaman dinecek? İçerisi buz gibi olmuş. Pencereleri kapatmalıyım.

Bir o yana bir bu yana dönmekten, yatak savaş alanına dönmüş. Çarşafı ve yorganı düzeltmeli, yastığı yeniden kabarmalıyım. Bütün gün bedeniyle çalışmış bir işçi kadar yorgunum. Ayak parmaklarım birbirine yapışmış. Onları ayırınca biraz rahatlıyorum. Bütün bedenimi olanca gücümle sıkıp gevşetiyorum. Parmaklarımı çıtırdatıp avuçlarımı şakaklarıma bastırıyorum. Yorgana sıkıca sarınıp ısınmaya çalışıyorum.

Bir, iki, üç, dört, beş, istifa, sokak kedisi.

Bir, iki, üç, dört, sürüngen, istifa.

Bir, iki, üç, dört, beş, istifa!

Bir, iki, üç, ummamalıydım.

Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on...

...seksen sekiz, seksen dokuz, doksan, doksan bir, doksan iki, doksan üç, doksan dört, doksan beş, doksan altı, doksan yedi, doksan sekiz, doksan dokuz, istifa!

Bir, iki, üç...

...doksan sekiz, doksan dokuz, yüz. Bu hendeği atlamalıyım. Mutlaka karşıya geçmeliyim. Uçuyorum, uçuyorum... Neden yere doğru çekiliyorum?.. Dine çarpacağım!.. Sesim çıkmıyor. Bağırmak için olanca gücümü harcıyorum, ama bir türlü sesim çıkmıyor. Kokuyorum! Uçmalıyım, uçmalıyım...

Uyanmalıyım!